Sayfalar

31 Ağustos 2010 Salı

Medyaya Güvenimi Kaybettim: Hükümsüzdür

Bu ülkede medya kadar en doğruyu en yanlış, en yanlışı en doğru gösterecek kadar büyük bir güç yok gerçekten.

Ağustos ayının başları yıl 2007. Küresel ısınmadan dolayı Ankara'da büyük çaplı su kesintileri olmakta. 2 gün sular kesiliyor, bir gün akıyor. Televizyonda neredeyse sadece susuzlukla alakalı haberler dönmekte. Yalnız haberlere bakarsanız biz Ankaralılar susuzluktan dolayı pisliğin içinde debelenmekte, susuzluktan imanımız gevremekte ve bu arada belediyeler fıskiyelerden insafsızca sürekli su akıtmaktadır. Yahu akşam bunları dinleyince benim bile inanasım geliyordu onlara. Durumumuzu bu kadar acite edebilirlerdi ancak. Fakat durup şöyle bir kendime bakıyordum. pis miyim? Yoo, yine banyomu, tas tas su dökerekte, olsa yapabiliyorum. susuz muyum? Yoo buzdolabı çeşme akarken biriktirdiğimiz sularla dolu. Fıskiyelerde israf mı yapıyorlar? Yoo, bunca zamandır onların devir daim sularıyla çalıştığını cümle alem bilmiyor mu sanki? Hem her seferinde yeni su aksaydı o süs havuzların suları iğrenç, yeşil, yapışkan haline gelir miydi, tertemiz olurdu. 

Pekala Demetevler yakınında tesisat borularının patlamasından dolayı 15 gün suların gelmemesi olayında belediye işçilerinin dikkatsizliği yatmıyor muydu? Bunu taa hükümete kadar götürmeye ne gerek vardı? Ya şuna ne demeli. Her röportaj yaptıkları vatandaş Melih Gökçek'e ceza vermek için sular geldiğinde, çeşmelerini günlerce hiç kapatmayacaklarını söylemelerine ne buyurursunuz. Bir kanal, iki kanal değil neredeyse hepsi aynı şekilde konuşuyordu röportajlarda. Şimdi bunlara seçmece demezsin de ne dersin? "Be hey salak, barajlar olmuş bir kuru çöl. Sen kime ceza vermek için ne yapıyorsun? Suyu israf ediyor diye devir daimli fıskiyelere kızarken, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu." 

Melih Gökçek'e kız tamam. Dikmen vadisini yaparken yıktığı gecekondular için kız, ne bileyim suyu israf etmeden kullan derken verdiği abuk tavsiyeler için kız. (Ama o tavsiyeler hakkaten absürttü.) neden yağmur yağmadığı için kızıyorsun, gelsin su ben ona yapacağımı bilirim diye konuşuyorsun. Anlamıyorum, hakkaten anlamıyorum. 

Bir kere o susuz haberleri dinlerken aşağılık kompleksine girdim resmen. Sen nasıl bizi aşağılarsın medya. Nasıl bize pis dersin ve konuşturduğun üç beş seçme Ankara'lıyla nasıl tüm şehri akılsız, kime niçin sinirleneceğini bilmeyen, nasıl eleştireceğini anlamayan aptal gibi gösterirsin.

Kızılırmaktan gelecek su için ise o kadar çok fırtına kopmuştu ki anlatamam. Suyun tadı kötüymüş, sertmiş falanmış filanmış. Oldu efendim su gelmesin biz susuz yaşayalım, yemeğimizi pişirmeyelim, banyomuzu yapamayalım, aman suyun tadı bozulmasın. Bu arada sen medya parana para kat. 

Evet bu olaydan sonra zaten sürekli şüpheye düştüğüm medyadan iyice soğudum, ona inancımı kaybettim. 

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Kısa Kısa...

- En çok beni irlanda'dan düzenli olarak okuyan kişiyi merak ediyorum. belki izleyiciler arasında bu kişi de vardır ama ben yine de kim olduğunu çıkaramadım.
Hey, irlanda'da daki okurum söyle hangi şehirdesin. Dublindeysen eğer benim için James Joyce'ye ve Oscar Wilde'de bir selam çak. Ve kimsin sen?

- Annem şu yazıma inat bugün tam bir temizlik kumkumasına dönüştü. 30 Ağustosun da tatil olmasını fırsat bilerek tüm bayram temizliğini yapıp çıkmak istiyormuş. Hadi bakalım...

- Dün erkek kardeşimle masa tenisi oynamaya gittik ve ben ona göre o kadar kötü oynuyordum ki artık utancımdan "kusura bakma kardeşim, bir daha benimle oynamak istemezsen anlarım." dedim. Peki o ne dedi bunun üzerine? "Yok abla ben çok eğleniyorum, ama seninle eğleniyorum. Hem sende yeteneğin çekirdeği de var. Ay çekirdeği kadar." Acilen bu lafları ona yedirmek için masa tenisinde ustalaşmam gerek.

- Yeni evli kardeşimle telefonda konuştum. Şimdi de eşinin şok olmaları arasında 1000 parçalık puzzesini hiç resmine bakmadan yapıyormuş. (Sanırım eşi onun o puzzle'yi kaç kere yapıp bozduğunu bilmiyor.)

- Hazır su böreği yufkasından börek hiç güzel olacak gibi durmuyor. Bilmiyorum iftardan sonra karar vereceğim buna.

- Ve son olarak akşama bamya var. oley!

Ve Şimdi Haberler...

Marmara üniversitesi sonunda sır gibi saklanan akademik takvimini açıkladı. Dersler 20 Eylül'de başlıyormuş. Diğer bütün üniversiteler tarihlerini açıklamışken haftalardır akademik takvimini açıklamayan Marmara Üniversitesi yönetimi ise neden geç açıkladığıyla ilgili sessizliğini hala koruyor. Ancak kulislerden alınan son bilgiye göre bunun nedeninin yeni rektör seçimleriyle alakalı olabileceği yönünde.

Bununla birlikte okullarının açılmasına bir aydan az bir süre kaldığını yeni öğrenen Marmara öğrencilerinin etekleri tutuşmuş durumda. Yaz boyunca birbirlerinin hatırlarını netten bile sormaya tenezzül, pardon vakit bulamayan gençler yeni sms kampanyasıyla birlikte hummalı bir mesaj atma trafiğine giriştiler. Ancak arayı bu kadar açan gençlerin arasına girmesi kesin olan soğukluk, sms'lerini chat olarak kullanamamalarına neden oldu. Bu konuda röportaj yaptığımız son sınıf öğrencisi "Kitap gibi Kız" ise endişelenecek bir şey olmadığını yakında bayramla birlikte atılan tebrik mesajlarının da etkisiyle aradaki buzların eriyeceğini ve yine eski geyik mesajlarına dönülebileceğini belirtti. Mesajların ne şekilde devam ettiğini sormamız üzerineyse önce "hiç sesin soluğun çıkmıyor" "nerdesin" gibi sıradan fakat pişkince mesajlardan sonra yavaş yavaş "naber" "uyudun mu" "napıyorsun, canım sıkıldı bi msj atayım dedim" ve akabininde "yarın ders kaçtaydı" "hoca derse girdi mi" ye ve en sonunda "kendimi iyi hissetmiyorum ödevi bensiz yapın" densizliğindeki mesajlara değin ulaşabileceğini söyledi. Onu yeni yaptığı 11000 sms ile başbaşa bırakırken size de bol sms li günler diliyoruz. Ve aman diyoruz. Lütfen arkadaşlarınızla aranıza fazla uzun mesaj aralıkları koymayın.

İyi günler Türkiye. Her nerde yaşıyor ve yaşatıyorsanız...

26 Ağustos 2010 Perşembe

Reklamlar...

kizsidika.blogspot.com

yeni açılmış çok şirin blog. Takip edin derim benden söylemesi...

not: Bu post fikri şair blogger selçuk'tan araktır.

Hiç Hazzetmiyorum

Makine varken elde yıkanan çamaşırdan, bulaşıktan, dolap bekleyen mutfak robotundan, mikserden, kullamaya kıyılmayan borcamdan, yemek, çatal-bıçak takımından, üst rafları süsleyen kaselerden; dinlenilmeyen diskman'den, walkman'den, ipod'dan, kullanılmayan bilgisayardan, evi boş bekleyen spor aletinden, alınıpta harcanmayan kontörden, çerçevelenip asılmayan resimden, okunmayıp raf bekleyen kitaptan, gazeteden, dergiden, çalışılmayan ders kitabından, çözülmeyen test ve gramer kitaplarından, yazılmayan defterden, kalemden, süs diye kutusunda bekleyen dolmakalemden

Satın alınıpta takılmayan eşarptan, şapkadan, kravattan, kemerden, çantadan, yüzükten, kolyeden, küpeden, güneş gözlüğünden; giyilmeyen tişörtten, gömlekten, elbiseden, etekten, pantolondan, ayakkabıdan, sandaletten

Telefonunun özelliklerini kullanmayandan, parfümü, deodorantı olup da sıkmayandan, kullanmayacağı makyaj malzemesi satın alandan, giysisi olup da “Hiç birşeyim yok.” diyenden, kullanmadığını hala dolabında tutandan, sürekli mızmızlanandan, herşey de mızıkçılık yapandan, tabunun en güzel yerinde oyunu bırakandan, ödev toplantısına habersiz gelmeyenden, gelip de ortamı dağıtandan, derste hocayla “gereksiz” polemiğe girip kendini bir şey sanandan, vara yoğa alınandan, ortamın huzurunu bozan kavgacılardan...


Hiç hazzetmiyorum!

24 Ağustos 2010 Salı

Hey Bana Bak! Bu Blog Senin Mi?

Annem itiraf etti. Hergün iş yerinde ağzımdan kaçırdığım yarım yamalak şeyleri google'a yazıp blogumu bulmaya çalışıyormuş. Hem de tee şu konuyu size anlattığım günden beri. Yazılarıma şöyle bir baktım, doğrusu onu rahatsız edecek pek bir şey de yokmuş. Bende ağzımdan anahtar kelimeleri bile isteye kaçırmaya karar verdim. Zira insanlar çabalayarak bulduğu şeylerle daha bir güzel ilgileniyorlar. Gerçi çeşitli kaybolma, yolda kalma, korkma maceralarım onu biraz ürkütebilir ya aman n'apayım bu saatten sonra da blogumu okuyacak diye yazılarıma da sansür uygulayamam ya.
Ablam biraz daha akıllı çıktı ama. Benim gerçekten okunmasını istemediğim zamanlarda kendi çabasıyla buldu blogu. haliyle ürküp de blogu kapatmayım diye biraz yuvarlak tepkiler verdi. "Her insanın iç dünyası aynı olaydan çok farklı şekillerde etkilenebiliyor demek ki." (Çakal, okumaya devam edeceksin değil mi?) Ama hala istatistliklere  bakarken Fransayı her görüşümde paranoyaklaşmıyor da değilim. 

Bununla birlikte erkek kardeşim başını film izlemekten kaldırsaydı beni en önce o bulurdu. Zira onda öyle bir potansiyel var. Ama beni "rumuzunu söyle" diye sıkıştırmak daha kolay geliyor anlaşılan. Fakat Alamanya kızı ile alakalı yazımda başrolün ona ait olduğunu söylediğim andan beri blogu bulmasının yakın olduğunu hissediyorum. (Hahahhah! Yaşasın kötülük!)

Yalnız insanlar hakkaten bir garip. Erkek kardeşim neden yazılarımda ondan çok az bahsettiğimi hele hele bu zamana kadar sadece bir yazıda baş rol kaptığını sorup duruyor. Neden onu daha çok anlatmıyormuşum? Annemse neredeyse aramızda geçen her olayda "Bunu da bloguna yazacak mısın?" deyip yazmam dediğimdeyse dudak büküyor niye yazmıyorum diye. 

(Şu hale bak! Sanki ben onların yerinde olsam böyle tepkiler vermeyeceğim. Tutmuş bir de ahkam kesiyorum.)

............

Pekala madem elbet bir gün tüm ailem bu blogtan haberdar olacak ve ben böyle bir yazı yazdım, o zaman yazımı onlara buradan bir selam çakarak bitireyim. 

Not: Demek ki neymiş, yazdıklarını insanların okumasını istiyorsan onları köşe bucak kaçırmalı, sedef kakmalı sandıklarda saklayıp kimselere göstermem diye tutturmalıymışsın.
Tevekkeli değil, Peyami Safa'nın ilk basılan ve çarçabuk tükenen kitabının adının "Bu Kitabı Kimse Okumasın"  olması

22 Ağustos 2010 Pazar

Anne Olunca Yaşlanmamız mı Gerek


Farkettim ki evlenince bazı bayanların üzerine bir ağırlık, efendime söyleyim bir olgunluk çöküyormuş ki sormayın. Yaşları adeta bir anda dört beş sayı artıyor ve yaptığı eski çılgınlıklardan "Geçliğimizde biz neydik, pehhh!" diye bahsediyorlarmış.

"Gençken ev işlerine elimi bile sürmezdim. Şimdi başa gelince yapıyorsun, sen de öyle olacaksın, demedi deme."
 (Yav hanım abla yaşın kaç pardon, aynı yaşta değil miyiz senle? Ne gençliğinden bahsediyorsun allasen.)

Haliyle benimle bu şekilde konuşan her genç anneye, yaşını sormadan, abla diyorum ya sonunda gelmez mi kocaman bir gaf.

"Şey bilmemne abla kaç doğumludunuz siz?"

"85 canım" (Bak, o kadar küçüğüm ki ondan, 'canım' la hitap ediyor bana.)

"Nee, gerçekten mi, şey ben de 85'liyim."

Zaten ondan sonra ikimizinde davetli olduğu tüm iftar boyunca ona neden abla dediğimi açıklamaya giriştim. Ne demeliydim ki gafım yenilir yutulur hale gelsin.

"Şey büyük gibi gördüm sizi" (yok olmadı)

"O kadar olgun göründünüz ki" (ııııh)

"Eşiniz 32 yaşında olunca ben şeettim." (Off, olmadı şimdi de kadını çok genç evlenmekle itham ettim.)

"Kızınızın yaşı, eee şey." (Yok bunu devam bile ettiremem, Hemen de çocuk yaptın oluyor.)

Ben böyle durumu kurtarmaya çalışırken iyice batırdığımı düşüneyim, kendini artık yaşlı gören genç anne meğer hiç alınmamış, anneme kompliman yapıyor.

"Ayy, ablacım o kadar gençsiniz ki, sizin bu kadar buyük çocuklarınızın olacağı hiç aklıma gelmezdi." 
(Bu kadar büyük?)

........

Yok kardeşim ben evlenince hiç öyle olgunluk, yaşlılık, çok görmüşlük havasına falan girmeyeceğim. Neysem o. Eski tatlı çılgınlığa devam.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Alamanyalardan Güzel Gelmiş


Erkek kardeşim ve onun akranı, pek sevgili arkadaşı, teyzeoğlu, kuzeni bu aralar alamanya gurbetçi kızına yurdumuzun güzellik ve otantikleri göstermeyi, tanıtmayı kendilerine borç bilmiş olacaklar ki akşam eve geldiğinde "Abla kız hiç iftar çadırına gitmemiş, merak ediyormuş götürdük." dedi. Bizimki iftarları her sene orada geçiyor sanki. Düşünün bunu diyen kardeşimin temel besin maddeleri kebab, et döner, kızarmış tavuk, iskender, patetes kızartması, pankek, spagetti ve türevlerinden ibaret. Haliyle n'aaptın orada deyince "Yemek diye patates yemeği, içinde ne olduğunu anlayamadığımız bir çorba, bamya ve pilav verdiler et bile yoktu, sadece pilavdan biraz yedim. Sonrada dışarı çıkıp et döner yedim, yarısı kaldı ama" diye bulmuşta bunama serzenişlerini dile getirdi. Ben biliyordum zaten böyle olacağını.

Bizim pek sevgili bebeler, bu kız Almanya'dan ne zaman gelse böyle bir havalara girmeler, kasılmalar, onu sürekli çeşitli bahaneler ışığında gezdirmeler, istediği filmi indirmeler derken centilmenlikle apaçilik arası bir ruh haletine bürünüyorlar.

Evet, demek ki ben bu yazıyı yazabildiğime göre, şu pek sıcak tatil ve ramazan günlerinde, bir kere daha "Almanya'dan gelen uzak akrabalar ve onun çok güzel, pek güzel, fazla güzel, fasfazla güzel, haddinden fazla güzel kızı ne zaman gidecek" etkinliklerine başlamış bulunuyoruz. Hatta kulislerde yine "Niye bunun anası kızını bu kadar serbest bırakıyor?" dedikoduları yükselmeye başladı bile. Zira anneannem, teyzem, babaannem ve annem bu çocukların birden bire yüz seksen derece değişmelerine felaket sinir oluyor.

(Peki ben mi ne düşünüyorum? Yok canım ne hali varsa görsün pislikler.)

Not: Kızın güzelliğini hiç bir şey karşılayamayacağından resmi öylesine seçtim.

20 Ağustos 2010 Cuma

Ama Ben Onu Gerçekten Çok Özledim

Günlerdir bu yazıyı yazmamak için kendimle savaş halindeyim. Yazarsam sanki onu- kız kardeşimi- şimdiki gibi özleyemezmişim, sevemezmişim gibi. Yazarsam onunla ilgili tüm güzel anılarım, düşüncelerim bu yazıyla birlikte tarih olacakmış gibi.

Saçma fikirler bunlar, farkındayım ama insan zaten zihninin en savunmasız anında bu saçma fikirlere tutunmaz mı?


Kızdım, sinirlendim günlerce. Evin kabalığına kızdım, kına gecelerindeki tuhaflıklara, kıyafet alışverişlerindeki krizlere kızdım. Çeyiz hazırlıkları için illaki benim fikirleme başvurmalarına kızdım. Kardeşimin stresine, misafir çocuklarına kızdım.

Onunla eski arkadaşlığmızın arasına kara kedi gibi giren bu törenden ölesiye nefret ettim. Ne vardı sanki, keşke benim Ankara'da asla olamayacağım bir tarihte evlenseydi, onun düğününe hiç katılmasaydım.

Düğünde morali bozulmuştu. Etrafta misafirler vardı ama bir arkadaşı dahi gelmemişti. Yüzü düştükçe düşmüş, üzüntüden kendini törenin ortasında gelin odasına kapatmıştı. Herkes bir anda kaybolan gelini soruyordu. Halamla yanına gittiğimizde arkamızdan gelen yenge hanım nasıl sinir etmişti bizi. "Herkes seni bekliyor. Yerine geçmelisin." demişti de  "Efendim ablasıyım ben, geleceğiz." diye paylamıştım kadını. Sonra gülmüştük arkasından deli deli. Daha sonra arkadaşları geldi. Bir görseydiniz yüzünde güller açmış halini. Bir anda gözleri çakmak çakmak olmuş, milyonlarca kıvılcım çıkmıştı içinden. Bitene, gelin arabasına binene kadar hiç bırakmamıştı onları.

Bayramda ziyaretimize gelecekler biliyorum. Hem evleneli daha bir ay bile olmadı, zaten zaman zaman anlaşamaz kavga ederdik, biliyorum hepsini biliyorum. Ama onu özlemeye engel olamıyorum bir türlü. Onsuz geçecek koca bir yaz tatili.
"Abla canım sıkıldı, hadi dışarı çıkalım" diyemeyeceği, birlikte kütüphaneye gidemediğimiz, uzun uzun edebiyattan konuşamayacağımız, uludağ sözlükte ne yazmışlar diye gülemediğimiz, akşam Ulustan dönerken annemin servisine kaynak yapamadığımız bir tatil.

Kızılay'a inerdik birlikte. Babaannem erken gelin derdi de inadına geç dönerdik. Her seferinde "Yeni bir kafe keşfedelim, hep aynı yerde oturmayalım." derdik de  yine de beğendiremezdim hiç bir yeri ona. Hepsine bir kulp bulur, zar zor oturduğumuz yeriyse aksine sever sonra da yeni bir yer keşfetme işini satıp "Bir daha hep buraya gelelim." derdi. Oturduğumuzda ben çay veya soda içerdim o inadına limonata. Limonataları beğenmezdi ama. "Yapay- derdi- ondan bu kadar ucuzmuş." En iyi limonatayı kendi yapardı. Belki ondan böyle söylerdi.

Eve kimsenin sevmediği greyfurt ve kızılcık alarak gelir sonra oturup hepsini kendi yerdi. Acıkınca sandiviçini özenle hazırlar, sonra birden aklına nereden gelirse gelir bilmem kaç kere yaptığı bin parçalık puzzlesini tekrar yapardı. Bizim saatlerce uğraşıp bir parça yerleştirmemize güler kendisi hızlıca bitirirdi yap-bozunu. Şimdi evde ne puzzle var, ne kimsenin sevmediği meyveler, ne de canı çektikçe limonata yapan bir kız.

Telefonla konuşuyoruz zaman zaman. "Abla sen seversin, eve bir sürü meyve suyu, freşa, kola alıyorum." diyor. "Bayrama Ankara'ya geldiğimizde Tuz gölüne gidelim. Hem pansiyonlar da varmış orada, sen seversin küçük pansiyonları." "Buradaki kütüphaneye üye oldum, raflar çok karışık, ben de senin gibi gönüllü mü çalışsam orada?"  "Çamaşır makinemin on beş dakika ayarı var, yurtta yıkamazsın giysilerini artık. diyor ve arkasından ekliyor "Okulun ne zaman başlayacak, ne zaman İstanbul'a geleceksin, ne zaman bizde kalacaksın?"

..........

Geleceğim, evinde de kalacağım. Çamaşırlarımı da getireceğim. Yine eşini espirilerimle sinir edeceğim. yapacağım, yapacağız, hepsini yapacağız.

17 Ağustos 2010 Salı

Apartman Teyzelerinden Ev kızlarına Dev Hizmet

Odamın penceresi iki bina arasında sıkışmış kalmış. Gün boyu apartman teyzelerinin muhabbetlerini dinleyip duruyorum. Peki bir apartmanın camdan cama diyaloglarına kulak misafiri olduğunda en çok ne öğrenilebilir insan. En fazla kim hangi saatte gelmiş, hangi dairedeki adam karısını dövmüş, kimin misafirleri alt kattakilere gına getirmiş vs. vs. 
Fakat bizim apartman tam bir ev kızı (hanımı) okulu olarak çalışıyor. Öyle ki bazen takvim yapraklarından bile bulamayacağınız "Aklınızda bulunsun" taktikleri öğreniyorsun. Vallahi kadınların hakkını vermek lazım.

- Kız Şaziye napiyon?
- Aman Aysel abla hiç sorma, halıya mum dökülmüş çıkaramıyorum.
- Ayol ondan kolay var. Beyaz kağıdı lekenin üstüne koy, sıcak ütüyü üzerinde gezdir.
- Olur mu ki abla?
- Olur olur, halın naylon değilse bal gibi olur.

İç sesim:
"Demek ki halı naylon değilse, mumu böyle çıkaracakmışsın. Vay be!"

- Kezban sorma, mutfağı bir karınca basmış ki, felaket felaket.
- Nerden gelmiş, yuvası mı varmış evde.
- Valla takip ettim balkondan geliyorlar naapsak ki, İlaç falan mı koysak.
- Aman sakın öldürme hayvancağızları ramazan ramazan. Yollarının başına iki kesme şeker koy, şeker karıncalanınca atıverirsin aşağı.
- Olur mu ki kız?
- Olur olur, sen bana güven.

İç sesim:
"Ayy, ben dokunamam şimdi ona, en iyisi annem atsın karıncalı şekeri."

....

Anlayacağınız tüm reddedişlerime rağmen ev kızı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum. Zaten sahur sonrası mutfağı temizlerken annem de "Kızım, senin evin çok temiz olacak" dedi ya tamamdır artık. Eyvah ki ne eyvah.

rsm

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Dur Nereye Gidiyorsun?

Birinci üniversite hayatımın içine edildikten sonra, ikinci üniversitemi İstanbul'da okuyacaktım ya bu sefer hiç bir şeyi kaçırmamam lazımdı. Bunun için daha İstanbul'a geldiğimin ikinci günü şehri keşfetmek için yollara vurdum kendimi.

Şu İstanbul'u gezeceksem köprüden geçmeden olmazdı. Hemen, bu müthiş fikrimden sarhoş, otobüs durağına doğru yollandım. Köprü yazan otobüslerden birine atlayıverdim. Hayret nedense çift yerine tek bilet kestiler bana. Sanırım yeniyim ya kıyak geçmiş olacak muavin. (Zaten muavinler de her yeni adamı bir ayırt eder ki sorma.) 

Yol uzuyor, yolcular inip biniyor, İstanbul'un derinliklerine doğru iniyordu otobüs. Sonra deniz kenarından geçmeye başladık. Hah! Herhalde birazdan gireceğiz köprüye dedim. Yok girmedik, deniz bitti, başka bir deniz başladı. Dedim bu sefer gireceğiz köprüye. Yok yine girmedi. Ama hala maneviyatım, otobüs şoförüne güvenim sapasağlam. Sayın şoförümüz, güzel insan. biz değerli yolcularını elbet karşıya geçirecekti.

Kırkbeş dakika, bir saat oldu yok, yok, yok. Hala ayaklarımızın yerden kesildiği yok. İlk bindiğim duraktaki yolcuların üstüne kaç tane yeni yolcu indi, bindi. Ben demirbaş, bir türlü inemiyorum. Artık yolcular azalmaya azalmaya azalmaya başladı, ta ki otobüste ben ve çingene tipli üç dört delikanlı kalana kadar.

Ulan haberlerde hep köprünün sıkışık olduğundan, otobüslerin kalabalık olduğundan bahsetmezler miydi? Yoksaaa... (Salak! Sonunda anladın!)

Laaaan, nereye gidiyorum ben! Kalbim de atmaya başladı mı gene. dım tıs dım tıs dım tıs. Yok hatırla hatırla, ne yazıyordu otobüste. Hah! Alemdağ - Topkapı. Alemdağ neresiydi yav?

"Alemdağ'da Var Bir Yılan"  (Sait Faik, çekil bi kenara düşünüyorum yahu.) 

Aaa, yazar ıssız bir yer olarak bahsetmiyor muydu oradan, yoksa ben mi öyle hatırlıyorum. Yok canım öykü yazılalı kaç yıl olmuş, hem ben karşıya geçiyorum. Bok karşıya geçiyorsun, bu kadar adamla karşıya mı geçilir? Ahanda yoksa Alemdağ çingenelerin Anadolu durağı mıydı?

Ben böyle iç muhasebe yapmaya devam edeyim, otobüs ilerledi, ilerledi, ilerledi, yollar iyice ıssızlaştı. 

Tamam sakin ol! Şimdi karşısında da durak olan bir yer bul ve in.

Ve en sonunda öyle bir yer buldum ve indim. İndiğim yerde gecekondudan bozma, meydana havadan kondurulmuş gibi duran bir bakkal ve yanında durup gazoz içen iki bıçkın bebeden başka kimse yoktu. Etraf ıssız, ormanlık, yeşillik, ot, çöp, böcek. Nasıl üç buçuk atıyordum ama. 

Tamam geçecek, bitecek! 

Kuyruğumu diktim, burnumu havaya kaldırdım. 
"Heheyt! Ben buraları avcumun içi gibi biliyorum oğlum! Yaklaşmayın yakarım!" duruşu ve Hazırım!
Sonra yavaş ve emin adımlarla karşıya geçtim ve otobüs bir dakikaya kalmadan hemen geldi.

........

Olayın Özeti: 

Ohhh! Allah'ım Allah'ım Allah'ım! Sen ne büyüksün Allah'ım. Beni buralardan kurtardın ya şükürler olsun sana Allah'ım.

rsm

15 Ağustos 2010 Pazar

İstanbul'un Nesini Özledin?


Ankara "evde pinekleme tatili" nin bitmeyceğinden korkmaya başladım doğrusu. Artık istanbul'a gitmek ve televizyonu sadece yurt kantinin de sabah kahvaltısı yaparken izlemek istiyorum. Onda da sadece müzik kanalları açık oluyor zaten. Bıktım artık gündüz kuşağı kadın programlarını, birbirinin kopyası dizileri izlememek için sürekli odaya kaçmaktan. Bir an önce televizyonsuz hayatıma tekrar dönmek istiyorum. 


-Para ödememek için alkım kitap evinde saatlerce bir koltuğa çivilenip yeni çıkan bir kitabı okumayı

-Üsküdar kütüphanesindeki tozlu rafları

-Kütüphane memurlarını sinir etmeyi

-Haldun Taner sahnesindeki bi milyoooon, bi milyoooon" diye çiçek satan çingeneleri

-Herhangi bir otobüse binip şehrin derinliklerinde kaybolmayı

-Yurdun giriş saatini kaçırmamak için nefes nefese koşturmalarımı

-Bahar şenliklerinde dağıtılan eşantiyonları

-Kampüse kurulan her fuara gelen Kuru Kahveci Mehmet efendinin kahvelerinden fincan fincan götürmeyi 

-Amatör tiyatro izlemeyi

-Artık bir baleye gidelim arkadaşlar deyip bir türlü gitmemeyi

-Bostancıdan adalar vapuruna binmeyi

-Adalarda bisiklete binmeyi

-Rumeli fenerinde çay içmeyi

-Beykoz'da kefallere, vapurda martılara simit atmayı

-Kahve dünyasında saatlerce geyik yapmayı

-Sabahları kampüsteki Marmara Simit'in kanepesinde uyuya kalmayı

-Yurdun altındaki cafenin geveze garsonun susmak bilmemesini

-Aylık akbili

-1,50 tl'ye yemekhaneden tıkanırcasına yemek yemeyi

-Garip ve ekzantrik iett söförlerini

-Kampüste milletin onaylamayıcı bakışları altında elim sende oynamayı

-Dünya oyun oynama gününde ayakkabım patlayana kadar oyun oynamayı

-Arka kantinde domino oynamayı

-Arkadaşlarımın sunumlarında çatlak öğrenci rolüne girmeyi

-Eminönü'nde değil de inatla Kadıköy'de yediğim balık ekmekleri

-Taksimden Harbiye'ye yürümeyi

-Ansızın yağan yağmurda deli gibi ıslanmayı

-Süleymaniye de kuru fasülye yemeyi

-Arkeoloji müzesinde gezerken yorulup olduğumuz yere bağdaş kurmayı

-Kantin geyiklerini

o kadar çok özledim ki... 

13 Ağustos 2010 Cuma

Bahtsız Şaziye'nin Tecavüzlerle Dolu Hazin Öyküsü: Azz Sonra

Bilnç altı denen gıcık yaratığıma bir dur demek isterdim şimdi. Aklımdaki tüm yazı fikirlerini azıtıp beni kadın programlarının ezici çarkına toslattığı için.

Mesela şu evlendirme programları. Hadi oraya gelenlerin bazılarını anlıyorum da gencecik kızları, yakışıklı delikanlıları hiç anlayamıyorum. Yahu evlenmek için bu kadar mı düştünüz, hiç mi kısmetiniz kalmadı, bu kadar mı kendinize saygınız kalmadı bre mendemburlar. (Evet oruç oruç küfrettim.) Ben olsam bunlara hiç itibar etmezdim. Baksana bu güzellikle, bu yakışıklılıkla kısmet bulamadıysa kendine, kesin vardır altında bir çapanoğlu.

Bir kere neden böyle bir program yaparlar hiç anlamış değilim. Sana mı kalmış çöpçatanlık ey medya patronu, ey şarkıcı, manken, yakışıklı sunucu. Sana mı kalmış insanların yuvasını kurtarmak. Ey aile büyükleri, teyzeler, nineler görmüyor musunuz? O çok beğendiğiniz görücü usulü ayaklar altına alınmış haberiniz yok.

Peki şu Müge Anlı ve saz arkadaşlarına ne demeli, Tam bir kadın paranoyaklaştırıcıgiller. Aman gece dışarı çıkmış da kadını öldürmüşler, tecavüz etmişler, organını çalmışlar, kapatma yapmışlar. Yav bilmezsiniz, ne badireler atlatarak izliyor bunları kadınlar. Önce Sabah “ben bilmem beyim bilirlerin şahını” kocayı işe postala, çocukları, yedir, okula, işe gönder, aman bulaşıkları hızlıca yıka, (sakın bulaşık makinesine güvenme, kendin yıka) evi süratle temizle ki, dün bahtsız pakizenin tecavüzlerle dolu hazin öyküsünü, kahvaltıdan kalan demli çayla zevkle höpürdetmeye vakit bul. Sonra da her yanına gelen genç kıza, gündüz zevkle izlediğin programlardan derdiğin bir demet hayat dersini de kafasına çivile.

Ondan sonra da yok kadınlarımız eğitimsizmiş, yok herşeye inanıyormuş, yok dışarı yalnız çıkmaya korkuyormuş. Ay bir de bunları daha bu sabah gereksiz, beyin pörsütücü programları yapan kanallar söylüyor ya. Tam iki yüzlülük. Bunları izleyenlerde de suç var ama. Resmen al beynimi, ben yiyemedim bari oldu olacak sen et içine diye medya kurtların eline teslim ediyorlar.

Allah aşkına yok mu başka program. Tamam uydusu yoksa eyvallah da niye uydulu, yüzlerce kanalı olan evlerde de aynı kanallar izleniyor. Yahu ben bu kanalların "haydi kızlar okula" kampanya desteklerinin içine tüküreyim be.

Protesto etmeye çalışıyorum bunları yapan medyayı ama ne çare ki babaannemin bizde olduğu zamanlarda yine de kurtulamıyorum ellerinden. Allahtan paranoyaklıkla kafa ütüleme gibi bir huyu yok.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Ben Kimim, Bura Neresi, Sen Kimsin, Korkunca Hangi İsimde, Kaç Sayıda Atıyorduk?

İstanbul'daki ilk yılım. Adapazarı trenine ilk binişim. Mevsimlerden sonbahar, (artık çok geç yağmurlardayım...) Neyse bindim işte trene. Annemin öğretmen kuzenine gidiyorum. Eğitim fakülteliyiz ya görüşlerine başvuracağım. (birinci sınıf idealistliği)

Trene binerken karizmatik bir yaşlı adam belirdi yanımda. Ona bazı sorular sordum, bazı cavaplar verdim. Kompliman olsun diye akademisyene benziyorsunuz dedim. Eskiden gazeteciymiş onu öğrendim. "Hanım kızım sıkılma karşıma otur istersen" dedi. Doğrusu hiç kimseyi çekecek halde değildim. "ben ters oturamam efendim." diye bir güzel yalan kıvırıp bulduğum boş bir koltuğa oturdum. Sonra tren hareket edip Söğütlüçeşme'de durdu. İçeri bir sürü insan binmeye başladı. Benim başıma da zayıflıktan avurtları çökmüş, orta boylu, esmer, yağlı saçı, sarı dişli, kirli gömlek ve pantolonlu bir adam dikildi.


-Pardon bayan, oturabilir miyim?
(Ne demeye oturamazsınız diyeyim ki, yan koltuk tapulu malım mıydı?)
- Tabi buyrun.
- Nereye, Hereke'mi?
- Yok izmit'e
(Kafayı cama yaslayıp uyuma numarası ve ardından bir dirsek)
- Şimdi neredeyiz?
- Ne? Bilmem.
- Okuyor musun?
- Evet
- Yaş kaç
- 23
- Hereke güzel yerdir.
(Allahım bu konuşma sapıtmaya mı başlıyor ne. Yaşlı amca nerdesin?)
- Bilmiyorum gitmedim.
- Nerelisin?
- Ankara
- Ben de Afganistan.
(Höh, kimseyle konuşmayım derken, uluslar arası yol arkadaşım olmuş da haberim yok.)


- Bekar mısın?
-  Evet.
- İyi İyi.
(Amanın dostlar, Afganistan'a ay pardon Hereke'ye, gelin mi olacağım yoksa. )
Kendimi toplasam iyi olacaktı artık. Baksana adam niyeti bozmuş.

Konuşmanın ilerleyen safhasında neden bu trende olduğunu açıklayacakken pat dye;

- Hapisten çıktım, eve gidiyorum. demez mi?
(dırınınrınnnn)

Ahanda şimdi nanayı yedik. Allahım yalnızım, ilk defa numarasız trene biniyorum şu yanıma oturan adama bak. Elin Afganistanlısı taa kalkmış Türkiye gelmiş, üstüne- artık hangi suçu işlediyse- hapse düşmüş, çıktıktan sonra da benim trenime, benim vagonuma, benim yanıma geliyor. (Yaşlı amca, valla da billa da ters oturabilirm. İsterseniz göstereyim.)

- Hmmm 
 (Meali: Ben kimim, bura neresi, sen kimsin, korkunca hangi isimde, kaç sayıda atıyorduk?)

- Neden girmiştiniz? ciikk... (sesim ne zaman bu kadar inceldi ya)
- Kaçak... (kaçak ne! Çabuk söyle kalbime indirme.) 
- Kaçak inşaatta çalışyordum. meğer orası da yabancılar şubesinin dibiymiş, acemilik işte. Hemen yakaladılar beni.

Sonra bir ara hızlıca cebini karıştırmaya başladı. (Dur ne çıkaracaksın, valla param yok.)

- (Ohh! Resimmiş.) Bak bu bebek benim kızım. 
(Ne, bir de çocuğu mu varmış. Annesi ner...İç sesim Allah aşkına bi sus. Adamı dinliyorum.)
- Bak bu da annesi.

(Dur sakin. tehlike geçti.)
Gencecik bir kızcağız. Hereke'de tanışmış bir kaç ay sonra da evlenmişler. Eşinin ailesini çok sevdiğini, onu gerçek evlat gibi bağırlarına bastığını anlatıyordu. Kendi ailesini yıllardır görmüyormuş, bazıları iç savaşta ölmüşler. Bebeğini taa Edirne'lere yabancılar şubesine getirmiş de karısı öyle çıkabilmiş hapisten. Beni kızım kurtardı deyip duruyordu yol boyunca. Bir ara pasaportunu çıkarıp kendi resmini de gösterdi. Meğer ne yakışıklı adammış. Hapiste bayağı çökmüş anlaşılan.

.......

Tren yavaş yavaş Hereke'ye doğru girdi, kapılar açıldı. vedalaşma vakti; bakalım dedi. "İnşaallah bu sefer yakalanmam." 

Arkasından bakakalmışım. 

10 Ağustos 2010 Salı

AnneaneM tam bir ÇATLAK

ilkokula gidiyorum o sıralar. Şimdinin gotik komşu kızı Aslı "Anneanne yaa, kuşum öldü" diye ağlayarak eve gelmişti. Anneannem en şirin, en hain, en cadı sila halini takınıp bak şimdi napacağız diyerek cart diye bir anda hayvanın kafasını kopartıp hepimizin gözlerimizi belertmişti. Sanırım çatlaklığının ilk resmi kaydı da bu şekilde tutulmuş oldu. Ondan sonra da korkularımızı bir kenara küşküşleyip hummalı bir operasyona girişti.

- Tabak
- Neşter
- Tuz
- Pamuk
- Yapıştırıcı

Bir iki saat içinde komşu kızı Aslı'nın doldurulmuş ölü bir kuşu oldu ama annesi kuşun çatlak teyzede kalmasının çok daha iyi olacağına karar vermiş olacak ki "Çabuk götür onu bulduğun yere!" diye duyulan avaz avaz bağırtıların ardından, kuş anneannemin vitrinini süslemeye başladı. Ta ki, onun tabiriyle köyün bebeleri kuşu alıp parçalayana dek.
......

Yıılar sonra ben on sekizimdeyken anneannemin bir akvaryum tutkusu oluştu ki akıllara zarar.

- Bak şu fazla yemekten öldü.
- Şu kırmızılı şunu yedi. (kuyruğu gösteriyor)
- Şu kendi yavrularını diğerlerine servis etti.
- Şu çok hasta, yaşamaz.

Onu, yüreği hayvan sevgisiyle dolu, içim rahat, gönlüm huzurlu(!) bir şekilde bırakıp başka bir zaman evine tekrar gittim ki ne göreyim? Akvaryumun arkasında birşeyler sallanıyor. Ucube mi desem, paçavramı, kemik parçaları mı anlayamadım. Böyle uzaktan gözler falan görünüyor ya yok çıkaramadım. İyice yanına sokuldum ki hih! Kadın bildiğiniz ölmüş balıkları kurutup ipe dizmiş, akvaryumdaki balıklara ayar çekiyor. Ondan sonra diğerleri de fazla yaşamadı zaten. (Çeşitli spekülasyonlar göre kalpten gitmiş olabilirler, ama elimizde bir otopsi kaydı olmadığından kesin bir şey söylemek zor.)
......

Anneannemin bir de ilginç teorisi var. Karpuz kabuğunu tas gibi kafamıza geçirirsek zihnimiz açılırmış. Annem felaket sinir oluyor. Komşuların yanında kabuğu onun kafasına geçirip onu rezil etmeye çalışıyormuş zira. Ah annem ah! Geçirseydin ne olurdu sanki. 6 senede bitirdiğin açık öğretim fakültesini 3 senede bitirirdin belki. 

Var ya kadının içinde nasıl kalmışsa artık "Şu karpuz kabuğunu bari sen geçirseydin kafana" diye inatla peşimde. Bakalım kısmet. KPSS'de çok çaresiz kalırsam deneyebilirim.

Yürüyüş bandının makus talihi

Yazık onun kaderi de bulaşık makinesinden farksız. Onca taksit işine girildikten sonra evde daha fazla itibar görmesi gerekmez miydi? Ama yok, bir eve sığdıramadılar onu.

“Önemli misafirler geliyor.” Hoop “salondan oturma odasına çekelim.”

“Ayy küçük bebeler geliyor.” hoop “yatak odasına taşıyalım.”
Onlar gittikten sonra da “Ayy burayı çok daralttı bu haydi salona koyalım.”

“Aaa misafirler geliyor katlayalım da alan açılsın.”

O bu şekilde evin çeşitli köşelerini ziyaret ededursun, biz bir gönül rahatlıyıyla bir sporumuzu yapamıyoruz. Ondan sonra da anneannem pek sevdiği halama

“Anam git, bi yol almışlar, milyar gitti milyar, çıkmıyorlar ki üzerine” diyip duruyor.

Bir dakika! Müsaade edin ağalar, beyler, canım insanlar. Bizde spor yapmak isteriz . Biz de onun üstünde yürürken müzik dinlemek, kitap okumak isteriz. Lakin bir yerinde durursanız, katlayıp üstüne habire makineden çıkan çamaşırları asmazsanız...

(Evdeki elektrikli eşyalar, acıyorum halinize)

8 Ağustos 2010 Pazar

Isparta ya bir iki...

Salı-cuma arası Isparta köylerinde fink atarken cumartesi sabahından beri yine Ankara'daki köşemde pineklemekteyim.

Şimdi benim Isparta'la alakalı bir şeyler yazmam gerek değil mi? Yok be anam babam öyle şuraya gittik, burada şöyle yemek yedik falan yazamıyorum. Yazmaya çalıştım ya kayıt bölümüne fazladan bir sürü taslak armağan etmekten başka bir şeye yaramadı bu girişimlerim.

Şehirde gezecek 3 saatimiz vardı sadece. Nereye gitsek nereye gitsek diye düşünürken önce şehir müzesine gidelim bari dedik. en azından şehirle alakalı şeyleri toptan görürüz. Bindik bir otobüse, dedik "Bizi şehir müzesinde indirir misiniz?" Şöför önce anlamadı sonra "ha, müzeye mi gideceksiniz?" deyip bizi bir durakta indirdi. İndikten sonra yürürken kime şehir müzesi desek "ha, müze mi?" diye tepki veriyorlardı. dedim herhalde bir tane müze var ondan böyle tepki veriyorlar. Bir de müzeye vardıydık binanın başında kabak gibi kocaman MÜZE den başka başka birşey yok. Bir HAAAA koyvermişim o anda sormayın.

Maalesef müze biraz küçük olduğundan bir sürü fotoğraf çekip oyalandığımız halde içeride sadece 40 dk geçirmişiz. Bundan sonra nereye gitsek derken, anneme allem kallem aldırdığım 3G modemi çıkarıp internete bakmak aklımıza geldi. Karaağaç mahallesinde bir ören yeri varmış. Yani aslında yokmuş da biz o heyecenla mahallenin adını okuduk ya hemen ören yeri orada sanıp çevreyi soruşturmaya başladık. Kime sorduysak bırakın ören yerini ören ne demek diye bize soruyorlardı, ta ki o kasap'a rastlayana kadar. Kasap tam bir kültür kumkuması. "Ören yeriiii, orası eski şehir kalıntısı gibi büyük bir yer olmuyor mu?" deyip "burada yok." dedi kendinden emin. Biz de hemen geri bilgisayarı açtık hakikaten de yokmuş, Sadece bir zamanlar burada eski mezarlar çıkmış o kadar. Kasap, "Tabi canım olsa bilmez miydim" bakışı atıp "valla buraya en yakın ören şu kadar kilometre uzaklıkta, siz illaki gezecekseniz damgacı sokağa gidin orası da tarihi sokak." diye bizi yönlendiriverdi şıppadanak. Allahım manzarayı görecektiniz adam bir yandan et doğruyor, bir yandan da bize başka bir harabeyi saggarasos'u anlatıyordu. Bir de öyle pratik yol tarifleri vardı ki "köy garajana gittin mi sor orayı, bin arabaya, seni önünde indirirler. Tabi biz adamın dediklerinden sadece damgacı sokağa gidebildik. Öğlen Ankara'ya dönmemiz gerkiyordu. Ama bir daha tam anlamıyla Isparta'yı gezmeye geldiğimizde o kasaba bir daha gideceğiz. Adam ıspartanın resmi turizm sayfasından bile daha çok tarihi yer biliyor.  

Sora sora damgacı sokağı zor bulduk fakat. Zira kasaptan başka kimse oranın tam olarak neresi olduğunu bilmiyormuş. Biz de "tarihi evler varmış o sokakta diyorduk" da ondan sonra bir "haaa" çekiyorlardı. (şimdi eleştirdiğimi falan düşünmeyin onları, genelde bir çok kimse kendi memleketine karşı ilgisizdir.) Damgacı sokakta meğer bir de bir sanat evi varmış. Böylelike Isparta'nın göbeğinde bir de modern sanat sergisi gezip son dakikada otobüse yetişip Ankara'ya geldik. Sanat evinde köyde mahvolmuş kirli ayakkabılarım ve beyaz kotumla bir de feetfirst çektim, artık idare edin. Köy acemisi ben kırsala neyle gideceğimi bilememişim.



2 Ağustos 2010 Pazartesi

Alamanya Çikolatası

Küçükken mahallede Avrupa’da amcası, dayısı, halası olanlara çok imrenirdim. Bunlar gelen çikolatalarıyla hava atıp “Baaak Almanya'dan geldi.” diyerek karşımıza geçip afiyetle yerlerdi de bi gıdım olsun vermezlerdi bize. Dışarıdan hıh diye burun kıvırsam da, içimden onların kafalarını, gözlerini patlatmak isterdim. Ah o alaman çikolatası bende olacaktı o çocuğun gözüne sokmaz mıydım alayını? Bir keresinde bunlardan birine ben de hava atayım diye annemin yaptığı ev dondurmasını balkondan gözterip “baaak, annem yaptı, sizinki yapıyor mu?” demiştim de bana kardeşiyle bira şisesini pasta diye yutturmaya çalışmışlardı. Diğer alamanya veletleri bilemem ama o çocukların yaratıcılıkları bu kadar salaktı işte.

Bir de nedense bize avrupadan sadece ucuz şampuan getirirlerdi. Herhalde uzak akraba olduklarından. Annem o şampuanlardan nefret eder ama birşey de diyemez, hemen bitsin de tekrar panten’e blendax’a geçelim diye bol keseden kullanırdı. Hala içimde onları gizlice tuvalete döktüğüne dair haklı şüphelerim var. Bundan dolayı oradakilerin uyduruk şampuan kullandıklarını ama Willy wonka’nınkiden bile daha lezzetli çikolata yediklerini hayal ederdim.

Bu durum ne kadar etkilediyse artık beni, büyük amcamın iflas edip de Belçikaya gitmesini tatillerde gelecek çikolata olarak hesaplamıştım, anlayın artık.

Halbuki manyak kız, o Avrupa çikolatalarının hepsi Türkiye de satılıyor. Alâsıysa Kahve dünyası’nda, Çengelköyde ki Çikolata-Kahve de. Hem onların bizimki gibi Beyoğlu çikolatası bile yok. Fakat buna rağmen mantığım onlardan kat kat öndeyiz derken kalbim çikolata getirmeyenleri evlerinin önünde bedava büyüyen duttan yedirmeyenlerle bir tutuyor.

.....................

Fransa’dan ablamın getirdiği çikolatalar bak şimdi nerelere götürdü beni. Valla Proust gibi kızım, her yediğim şeyden bir hatıra çıkarıyorum. Bir de çaya madlen batırıp yesem kimbilir neler yazacağım.