Sayfalar

29 Eylül 2010 Çarşamba

Stajjj

Bizim bölümdeki insanların en büyük korkusu stajda ne yapacağıdır. Yahu duyuyorum diğer eğitim fakültelileri "Bizi sınıfın hocası idare edecek, gitmeyeceğiz, gelmeseniz de olur dediler." gibi şeyler diyorlar. Fakat bizim staj hocalarımız öyle mi?

- Yoo, mutlaka gelmelisiniz,
- Telafini ne zaman yapacaksın?
- istersen haftada bir günden daha fazla gelebilirsin.
- Bak gelmezsen devamsızlıktan bırakırım.
- Neden senden istediklerimi yapmadın, notunu kırarım bak.

Cümleleri böyle uzar gider.

Bölümümün okul öncesi öğretmenliği olduğunu söylersem ne demek istediğimi daha iyi anlatmış olurum.

Öncelikle böyle şeyler yazdım diye alanımı sevmiyor değilim. Fakat üçüncü sınıf staj faciamı hatırladıkça fenalıklar geçirmekten de kendimi alamıyorum doğrusu. Stajda iki kişiydik ve sınıfın öğretmeni sanki bu mesleği stajyer kullanmak için seçmiş gibiydi. Biz geldiğimiz anda sınıfı bırakıp doğru öğretmenler odasına çene çalmaya gidiyor ondan sonra da neden sınıf çok gürültülü, neden kendinizi dinlettiremiyorsun, neden faliyetleri uygularken zorlanıyorsunuz, neden sınıfın dağılmasına izin veriyorsunuz, neden susturmuyorsunuz? Neden neden neden...

Sevgili(!) öğretmenim sınıfta kalıp örnek mi oldunuz ki bizden bir şeyler bekliyorsunuz?

Okulda öğrendiğimiz teorik bilgiyi kafamıza kakıp bir şeyler yapmamızı bekliyor. En basitinden fakültede ne kadar şarkıları, parmak oyunlarını uygulamalı öğrensekte, nasıl öğreteceğimizi bir türlü kestiremiyoruz ki. Kaldı ki diğer etkinlikleri, faaliyetleri nasıl uygulayalım.

Sınıfın öğretmenine diyorum "Hocam ilk defa geliyoruz staja, hiç birşey bilmiyoruz, Anlayış gösterin..." yok anlamıyor. Biz geldiğimiz gün sınıf disiplinsizleşiyormuş. (Neden ,acaba hiç düşündün mü? Senin çığlıkların kadar yüksek desibelde bağırmadığımızdan dolayı sınıf bizi dinlemiyor olabilir mi?) Ay öyle bir sınıftı ki sadece kendi öğretmenlerinin çığlıklarıyla sessizleşiyorlardı, yoksa herkes birbirine bağırmakla meşgul.

........

Fakat eski anıları şöyle bir kenara bırakırsam, dün öyle bir hocayla staj yaptım ki lokum lokum. Yirmi beş yıllık okul öncesi öğretmeni meslek sevgisi ve ilgisinden hiç bir şey kaybetmemiş. Sınıfa ilk girdiğimde "Senin tecrüben var mı?" dedi ya utanarak yok dedim. Zira geçen seneki stajım karanlık bir odada siyah kediyi aramak gibi bir şeydi. "Tamam birlikte öğreneceğiz." dedi. Bir günde bu kadar çok şey öğreneceğimi asla tahmin edemezdim. Öğretmene hayran kalmamak içten bile değildi. Günün sonunda ondan birçok şey öğrendiğimi ve onunla staj yapmamın çok keyifli olduğunu belirttim. Olur da belki müdür sınıflara stajyerleri dağıtırken bu hoca beni talep eder diye. Bakalım haftaya salı hangi sınıfta olacağım.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Hadi sende Gel

- Kızım bir dene bak çok beğeneceksin.
- Ya acayip rahatlatıyor.
- Hadi bak Gül'le çok yalnız kaldık, sen de dene.
- Bak sen seversin böyle şeyleri, bir dene vazgeçemeyeceksin.
- Bağımlılık yapıyor ama eğlendirici de.

Böyle bir kaç koldan gelen cümleleri duyunca ne düşünürsünz? Ben şahsen süper kafa yapıcı bir uyuşturucuyu kullandırtmaya çalıştıklarını düşünürüm. Fakat "bak bu parti mal çok iyi, memenun kalacaksın, biz de kalite esas." tarzında yapılan bu konuşma tam aksine Gül'le benim twitter'da çok yalnız kalmamızdan dolayı diğer arkadaşlarımızı oraya çekme çalışmasından başka bir şey değil.

Anlayın artık ne hale geldiğimizi. Nasıl ikna etmeye çalışıyoruz arkadaşları. Zira twitter'dan her bahsettiğimizde, orada beğendiğimiz her cümleyi söyleyip güldüğümüzde boş boş yüzümüze bakıyor bu kızlar. Bizde iyice yağlayıp ballayıp onları oraya transfer ettik.

Vel hasılı kelam kendi bağımlılığımız yetmiyormuş gibi milleti de oraya çekmeye çalışıp duruyoruz. Ne olacak halimiz bilmem.

24 Eylül 2010 Cuma

Bir Okuyun Derim

İnternette az da olsa gerçekten çok güzel öykü yazan insanlar var. Hayranım doğrusu onlara. Ne de güzel yazıyorlar. Herhalde bir gün kitapları çıksa ilk ben gidip satın alırım kitaplarını.


Şu öykü mesela. İzninizle onu okumanızı salık vereceğim size. Uzun olmasına rağmen hiç tempoyu düşürmeden, öyle akıcı devam etmiş ki, okurken hem çok eğlendim hemde kaliteli bir öykü okumanın hazzına vardım. Garip, değişik bir tarzı var öykünün. Öykü okumayı seviyorsanız bir bakın derim.

23 Eylül 2010 Perşembe

Akbilin Dayanılmaz Hafifliği

İnsan boş olunca ne sıra beklemekten, ne sürekli yürümekten ne de bir milyoncuda tuzluk seçerken seni esir alan yaşlı kadından rahatsız oluyormuş.

Boşum bu aralar bomboş. Derslere sadece arada kaçınılmaz yapacağım devamsızlıklar için gidiyorum. Yoksa ilk haftadan nerde bizde derse başlayacak hoca. Hatta bazıları gelmiyor üstüne üstlük, tenezzül edip, bölüm sekreterini arayıp gelmeyeceğini söylemiyor bile. Öyle bir sınıf arkadaşlarım da var ki kimse dersi düşürme taraftarı değil. Bir saat kös kös oturup hocayı beklediğimizi bilirim. Hatta hocayı aramaya bile çıkıyorlar, anlayın. Sormayın bir o kadar dersten sıkılırız, bir o kadar da ders işleme meraklısıyızdır biz. Dört yılda ancak mı anladın diyeceksiniz ya en sonunda anladım ki bunun sebebi onca yol geldik “ders boş mu geçsin?” mantığıymış. Bir yerde haklılar ama yine de empati duvarımı bunlara karşı set çekmeyi uygun buluyorum. Zira ne güzel ders boş geçerse kampüsteki kütüphaneye gidebilir ve yeni gelen dergileri okuyabilirim. Biliyor musunuz bazen bazı dergileri sadece benim okuduğuma dair bir vahme kapılıyorum. Başka zaman aynı dergiyi okumak için gittiğimde onu bıraktığım gibi bulabiliyorum. Neyse bu da gereksiz bir bilgi olarak kalsn.

Ordan oraya atlayarak yazıyorum değil mi? Mazur görün, aklımda o kadar çok ve birbirinden farklı konular var ki onların hepsi aynı anda beynimin içine hücum edince hangi birini yazacağımı şaşırıyorum. Hatta ben aslında Bugünkü hasanpaşa'daki akbil sırasından bahsedecektim.

........

Bir akbil sırası bu kadar mı hastane sırasına benzer yahu. Öğrenci belgemi okuldan alıp oraya vardığımda saat 10'u geçmişti ve önümde 100 den fazla kişi vardı. Neyse allahtan o arada bir arkadaş gelip de “Benim dersim yok, senin belgelerini de veririm” demese dersimi daha ilk haftadan asmış olacaktım. (Hoş hoca gelmedi ders iptal oldu.)

Ders onbir buçuktaydı, birlikte hasanpaşa börekçisine oturup kır pidesi ve kürt böreği yedik. Küçücük, dışarıdan oldukça köhne bir havası olan bu yerin meğer ürünleri ne kadar lezzetliymiş. Herhalde görüntüden çok lezzete ihtimam göstermişler. Neyse aramızda mekan ve böreklerin lezzetleri hakkında yorum yapa yapa önümüzdekileri yedikten sonra benim kalkma vaktim geldi. Çıkarken az kalsın unutacak olduğum akbil parasını arkadaşa vereyim derken almadı parayı benden. Ben vermek için ısrar ettikçe “Lütfen, benden olsun, bir kere olsun senin için bir şey yapayım” deyip durdu. Kaldı ki oturduğun yerin çay parası benden olsun demiyor, bu tamamen başka bir şey. Uff, kendimi öyle minnet altında kalmış gibi hissediyorum ki anlatamam. Zaten aslında bu evli, çok parası olan, çalışan arkadaşların yanında parasal konu mevzu bahis olduğunda onlardan uzak duracaksın. Zira o anda kendi öğrenciliklerini unutup “olsun sende öğrencisin” deyip duruyorlar. Gönüllü çalıştığım kütüphanedeki memurlarda böyleydi. Aylık akbilimin olduğunu bağıra bağıra söylemek zorunda kalıyorum. Yoksa birlikte bindiğimiz otobüsün parasını ödemek istiyorlardı. Hatta bir iki kere de ödediler bile. Sinir olurum böyle parası illaki benden olsun diyenlere. Ne bileyim annen, baban, amcan, erkek arkadaşın değil ki ısmarlasın, senin yerine ödesinler. Annem işyerindeki empati seminerinde öğrenmiş. Bir arkadaşına sürekli hediye alıp, onun yerine ödemeleri sen yaparsan onu minnet altında bırakıp arkadaşlığını tehlikeye sokabilirmişsin. (Buna benzer birşeydi işte)

Neyse kız benim belgelerimi veremedi ama. Çünkü aslında önümüzde yüz kişi değil yediyüz kişi varmiş. Sıra numaraları 600 den sonra başa dönüyormuş. Biz de başa döndükten sonra almışız. Beni aradı eve gitmesi gerekiyormuş.Benim dersim boştu zaten okuldan çıkmıştım yapacak hiçbir işimde yoktu. "Ver ben senin belgelerini veririm." dedim. Ama bu arada parayı da zorla belgenin arasına koymayı unutmadı. “Lütfen bak ben vereceğim demiştim.” dedi. Sonra da ne cevap vereceğimi beklemeden konuyu değiştirip bir şeyler daha söyledi ve gitti. (uff ya)

Zaten önümde bir sürü kişi olacaktı, ben de aheste aheste Hasanpaşa'ya doğru yollandım. Eski bir arkadaşımı yolda görünce mutlulukla yok kenarında onunla uzun uzun sohbet ettim. Ne de olsa boş boş beklemek vardı ucunda. Sonra artık öğleni geçtiği için bir börekçiye attım kendimi yine. Karnımı doyurdum. Bilgisayarımı açıp dünkü yazdığım yazıyı hiç acele etmeden düzenleyip yayınladım. Birkaç blog okudum, çay içtim. Müşteriler sürekli değişti ben hala aynıydım. En sonunda yeterince oturduğuma kanaat getirip akbil yerine gittim. Hoş keşke biraz daha oturup fazladan bir çay içseydim daha iyi olacakmış. O kadar oyalandım önümde hala yaklaşık ikiyüz kişi vardı. (sağdan yaklaşık)

Bir de öyle bir yer ki orası, demir kapısından geçerken güvenlik görevlisine kimlik niyetine sabah aldığın numarayı göstererek gidiyorsun. Dedim ki sıra numaram var. Yok illa göstereceksin. La havle çektik, çantayı karışırıp buldum da gösterip geçtim.

İçeriye binbir güçlükle girdim bir sıra bulup otudum. Yakınımda bir kadın iki gençle sohbet ediyor.  Ay ama öyle rahatsız edici konuşuyor ki sormayın. Kadın sanki forrest gump'un türkiye şubesi. Hayat hikayesini özellikle de kızlarını anlatıp duruyor. O kalabalıkta bir gider ki bu konu da yani. Sormayın yanındaki gençler öyle sıkılıyordu ki o arada sırayla ilgili onlara bir şey sormam gerektiğinde bana "kurtar bizi bu kadından der gibi" baktılar. Daha sonra yanına oturan kızla oğlana ise kızlarıyla alakalı konulara devam ederken oğlan yeter ki gitsin yanımdan der gibi kadına önlerden sıra buldu resmen, olaya bak.

Vel hasılı kelam akbil belgelerimi sonunda verdim. Ama alabildin mi diye soracak olursanız hayır taa pazartesiye verebileceklermiş.

Not: Bu yazıyı dün yazdım ama birden ne olduğunu anlamadığım bir biçimde internetim gidince, bu sabah yayınlayabildim.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Ev Hanımının İşine Karışılmaz

istanbul'a geldiğimin ilk günü kardeşimde kaldım ya sinirimden fıttırdım resmen.  Daha gelir gelmez annem bir yandan, kayınvalidesi bir yandan, babaannem bir yandan onun evini "daha nasıl güzelleştirebiliriz" in hummalı tartışmalarına tutuşuyorlar.  Annem "Dur ben senin balkonunu yıkakayayım" derken kaynanası "Mutfağa perde çekilecekti" diyor, babaannemse "Yürüyüş bandı nereye konsun, aman sebzeleri şöyle yapalım, Vay efendim ayna neden yemek masasının orada asılıymış, kimse kendine orada bakamazmış." laflarını sıralamakla meşgul "Babaanne o dekoratif amaçlı." dedim en sonunda da en azından ayna tartışması bitti. Doğrusu onların yaptıklarına ben bu kadar sinir oluyorsam işine karışılmasından nefret eden kardeşim ne oluyordur kimbilir.

Hiç biri de düşünmüyor ki "bu kız yeni evlendi, evine yeni yeni alışıyor, bir serbest bırakalım istediği gibi döşesin evini." Yok anlayamıyorum aile büyüklerini. Empati kurmadan yardım etmeye çalışıyor ondan sonra da bu yaptıklarıyla övünüyorlar. Ama ben lafımı hiç sakınmadım (Yine)

"Arkadaşlar ev hanımının işine karışılmaz, bırakın istediği gibi döşesin. Hem sizin yaptığınız şeyler öyle kalacak mı sanıyorsunuz? Siz gider gitmez o düzenlediğiniz şeyleri eski haline geri döndürecek." (Laf aramızda teyzemin eşi aile topluluğuna karşı her "Arkadaşlar" diye seslenişimde bana sinir oluyor, hissediyorum.)

Yahu şöyle bir baktım evine. Gayet de zevkli döşenmiş, dolaplar, kitaplık oldukça kullanışlı ve sade. Niye illa kendi zevklerine uydurmak istiyorlar anlamış değilim. Bir çeşit ego tatmini olmasından şüpheleniyorum bunun, benden söylemesi. Ya da kendini önemli gösterme çabası. Sanki misafir misafir oturduklarında çok önemsiz insanlar olacaklar da.

Not1: Bu yazıyı yazana kadar öldüm. İnsanın yazabilmasi için öncelikle yatağına alışması gerekiyormuş meğersem. Ben de şükür erkenden gidip kaptığım alt ranzama sonunda alıştım.

Not2: Güya istemeden ağzımdan kaçırdığım ipuçlarım sayesinde kız kardeşim blogumu bulmuş. Dün mesaj atıyor. "Abla kusura bakma nokta atışı yaptım. Senin blog çıktı karşıma." dedi. Çok üzüldüm çok.(!)
Aslında onunda bir blogu var. Madem beni buldu, onun da buradan reklamını yapayım. Daha iki tane yazısı olan çiçeği burnunda şirin bir blog.

limondilimi.blogspot.com

Not3: Tekrar Ukturk'e teşekkür etmek istiyorum. Sağolsun blogumu "Blogmania Editörü"nde ele almış. Yazıyı gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Durup durup acaba yanlış mı okuyorum diye tekrar tekrar okudum yazıyı. Meğer insanın kendisini başkasının gözünden okumak ne kadar hoşmuş, ne kadar güzel bir şeymiş. İstanbul'a gitmeye ramak kala iyice gerilmişken böyle bir olay beni gerçekten çok mutlu etti.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Kısa Kısa... 2

- Yok kardeşim düz yazılar, denemeler yazarken ne kadar insanla konuşursam konuşayım rahatsız olmuyorum da öykü'nün ilk taslağını yazarken felaket sinir oluyorum. Tamam bu gibi durumlarda cep telefonumu kapatabiliyorum ama o anda çalan kapı, ev telefonunun sesi, "annemin ne çok yazıyorsun, iyice yazar oldun." diye odaya gelmesi, babaannemin bakkala gitmemi buyuran lafları, kardeşimin canının sıkıldığında odaya gelip "abla n'apıyorsun" demesi, hepsi hepsi dikkatimi dağıtıp aklımdakilerin uçmasına neden oluyor.
Zaten yazdığım öyküler bir b.ka benzmiyor. Böyle de olunca iyice fıttırıyorum. Ama bu sefer fena hırs yaptım. inatla yazıp, düzeltip bitireceğim. Neyse bakalım bu seferki nasıl olacak. Bitirince burada yayınlayayım diyorum.

- Tren manyağı bir kız olmam yetmiyormuş gibi vangölü, güney ve doğu expreslerine takmış vaziyetteyim. O trenlerde herkese iğrenç, kötü, çirkin gelen pekçok şey bana oldukça çekici geliyor. Ankara'ya en az iki saat gecikmeli gelen bu hatlara bindiğimde içeriden gelen haşlanmış yumurta, çemen, köy peyniri, çokokrem kokularıyla iyice sarmaş dolaş olmuş ağır ter ve havasızlık kokusu bende bilmediğim milyonlarca hikayenin varlığını, gidip göremediğim uzak anadolu şehirlerininin efsanelerini fısıldıyor adeta. Vazgeçemiyorum onlardan. Sıkıntıdan vagonların arasında dolaşan insanlar, susmak bilmeden ağlayan çocuklar, uyurken binbir garip şekle bürünmüş yolcular, birbirlerinin omzunda uyuyan çiftler, görevlilere görünmeden gizlice sigara içenler, onları yasak diye uyaran ukalalar, tren istasyonlarda durdukça inenler, binenler ve onların çuvalları, denkleri, valizleri... Hepsi hepsi görsel bir şölen ve nostalaji vadediyor insana.
Hem bu sefer ilk defa annemlerle bereber biniyoruz trene. Ben, erkek kardeşim, annem ve babaannem bu gece hep birlikte doğu expresinde olacağız.  Bizimkiler zaten İstanbul'a kız kardeşimin yanına gideceklerdi. Hadi bizde seninle gelelim dediler. Bakalım onlar nasıl bulacaklar treni.

- Eski günlüklerimi şöyle bir düşündüm de acilen onları dijital ortama aktarmam gerekiyor. Yoksa o kadar fazla ve ağırlar ki onları İstanbul Ankara arası taşımaktan çok sıkıldım. Hem bir çoğu el yazımın çirkinliği yüzünden okunamaz durumda. Bazıları ise o kadar bunalım ki geri dönüp okunmaya değmezler. Hem onları da elemiş olurum.
(Günlüklerimden bahsederken Andre Gide geldi aklıma. Güncesinde bazı günlerde yazdığı yazıları bunalımla birlikte yırtıp attığını söyler de içim hep cız eder ah niye o yazıları okuyamadım diye. İşte şimdi de ben öyle yapıyorum galiba. Gerçi o ünlü bir yazar bense sıradan bir blogcu. Kimsenin böyle birşey dikkate alacağını sanmam.)

15 Eylül 2010 Çarşamba

Anneme Kızaken Herşeyi Alt Üst Eden Ses

Annem yaptığı misillemeyle kardeşimle beni fena kırdı geçirdi. Bizden habersiz gidip internet tarifesini değiştirmiş sonra da eve telefon ediyor.

"Günlük üç lira ödenen tarifeye geçtim, haberiniz olsun."

Yalnız annemin gözden kaçırdığı bir durum var. O tarife günlük 500mb ile sınırlı ve kardeşim gibi interneti sadece film ve dizi izlemek için kullanan insanlar için bu ne kadar korkunç birşey biliyor musunuz? Bense İstanbul'daki arkadaşım için bilmem kaç gb lık dizi indiriyordum nasıl olsa sınırsız diye. Şu anda herşey askıya alınmış durumda. Sadece nette sörf yapabiliyoruz. Hayır tamam biz gidince annem anneannemlere taşınacak, evde kimse olmayacak, boşuna internet parası gelmesin falan fıstık da daha gitmedik ki evden, acelesi neydi anlamış değilim.

.......

Elim ayağım titriyor. Yukarıdaki yazıyı yazarken az önce apartmandan alarm sesleri gelmeye başladı. Ama öyle böyle değil. Nasıl bir siren sesidir bu allahım? Dış kapıyı açınca sesler iyice içeriye doldu. Üst kattaki daireden geliyormuş. Allahım gündüz gözüne hiç mi insan olmaz evlerde. Bir biz çıktık dışarı bir de anneannemler ve karşı komşu. Yangın alarmıymış. Ben bunu duydum ya gerçek mi yanlış mı olduğuna bakmadan doğru odama koşup üstümü bir çırpıda değiştirdim.Öyle sünük sünük pijamalarla kaçamazdım herhalde. Bir de aklımdan son sürat hesap yapıyorum. Bilgisayarımı alırım, zaten küçücük birşey, kaplumbağayı elimde mi taşısam, balığımı fanusuyla götürsem bardağa mı koysam, çantamı alayım mı, Allah kahretsin şimdi yanarsa apartman bir ton kitap de gidecek...

Neyse ki yangın değil hırsız alarmıymış, evin kızı şifreyi unutmuş, kapıyı açınca alarm çalmaya başlamış.

Fakat şimdi düşünmüyor değilim. Acaba evde şöyle dışarıya çıktığında rahatsız olamayacak eli yüzü düzgün, eşaofmanlarla mı otursam. Daha hızlı bir şekilde kaçardım. Üff, onlar da hiç rahat olmaz ki.

Kızılay'da Tek Başıma Mutlu Bir Gün

Dün sabah evden harç yatırmaya çıkıyorum diye çıktım, çıkış o çıkış. (Yok canım abartmayayım hava tam kararmamıştı eve döndüğümde.) Babaannem halbuki gelirken ekmek al diyordu. Pehh, bir geldim eve, yemeği annem ısıtmış, sofrayı kuruyorlar. Utandım tabi ama pişkinlik diz boyu. "Ooo sofrayı mı hazırladınız, valla nasıl da  acıkmışım. Anne iyi iyi ekmek de almşsın." (Yalnız, babaannem nasıl bakıyor, bilimiyorum. Bunları konuşurken hiç ondan tarafa bakamadım ki.)

..........

Evden çıkar çıkmaz ilk işim otobüs kartı almak oldu. Yok kardeşim anlayamayacağım bu Ankara'nın bilet paralarını. O kadar pahalı ki. Bir de Şimdi aktarma yerine 50krş düşüyor karttan. İyice rezil etmişler piyasayı. Hele şu öğrenci pasolarının sadece aldığın şehirde geçmesineyse çıldıracağım. Kendi mis gibi pasomla Ankara şöförlerine bu geçer mi diye sıkılarak soruyorum. Valla ailem Ankara'da diye de extra paso yaptırmakla da uğraşamam. bir paso 20 tl'ymiş. Tatiller için değmez. Bu noktada istanbul'u harbi taktir ediyorum. hem pasoları hem bilet paraları, hem aktarmaları çok ucuz. Aylık akbil de cabası.

Neyse harcı yatırmak için TEB'e gittim. Ayrıca bu vesileyle de Marmara'ya başka banka bulamadığı için teşekkür de ettim(!) O kadar az şubesi var ki bu bankanın. Olan şubelerinse doğru dürüst oturma yerleri bile yok. Hadi büyük şehirdekiler bir şekilde yatırıyorlar harçlarını ya küçük şehirdekiler ne yapsın. İstanbul'da gereksiz yere bir sürü sıraya girip öyle yatırıyorlarmış.

Öyle ya da böyle yatırdık harcı. Tek tesellim bu sene harçlara zam gelmemiş. Ah şu başkalarına bakıp da ilk üniversitemde harç kredisine başvuran kafama tüküreyim. Ne var öyle ya da böyle yatırıyormuşuz harçları işte. Şimdi işin yoksa mezun olduğunda harcını ödemeye çalış.Var ya bir atanayım, daha gelir giderlerim fazlalaşmadan bir çırpıda hepsini kapatmaya çalışacağım. Yok, borç bu bünyede arıza yapıyor. Ben arkadaşlarımdan aldıklarımı bile ödeyene kadar mide krampları geçiriyorum. Hem öyle kolay kolay borç da alamam ben. Aç gezerim, yürüyerek okula giderim daha iyi.

Bankadan çıktım güvenparka doğru yürümeye başladım. Fakat allahım o ne güzel bir kokudur öyle. Hertaraftan mis gibi simit kokuları yükseliyor. Farkettim de neredeyse iki ay oldu ben simit yemeyeli. En son kız kardeşim evlenmeden önce halam dışarıdan gelirken almıştı da o zaman burun kıvırıp yememiştim. Ama şimdi... Vallahi parfüm kokuları halt etmiş yanında. Ee, tabi onlardan satın alabilmek için para çıkartmak lazım çantadan. Biz de öyle yaptık, parayı çıkardık, alacağımızı aldık ama o da ne! Fermuar pörtlemesin mi? Allahım dedim "Son Ankara günlerim de böyle çanta tamir etmekle mi geçecekti?" Öyle de rahatına düşkünüm ki sırt çantasını tövbe elimde taşıyamam. Oturdum güvenparktaki bir duvarın üstüne, nasıl tamir ediyorum bir görseniz. Başıma güneş geçti, o kadar uğraştım, anlayın. Yalnız garip bir şey oldu. Aynı duvarın yanına gelen iki tane çevik kuvvet ellerinde bir kağıt, kendi aralarında konuşmaya başladılar. "Senin gelecek şu kadar kişin var, benim şu kadar. Arabalar ne zaman gelecek? Sen nasıl karşılayacaksın onları" daha bir ton strateji falan fıstık. Şu tamir edilecek çanta olmasaydı harbi merakıma yenilip takip ederdim onları, ne iş çeviriyor bunlar diye. Sonra da gelir izlenimlerimi bloga yazardım. Ne eğlenceli olurdu ama.

Zar zor tamir ettik çantayı. Koray mağazasından alınacak bir iki parça şeyim vardı. Tam güvenparkın karşısında. Bir koşu onları da alıp sakaryaya doğru devam ettim. Bir kaç kitapçı gezecektim. Orhan Pamuk'un yeni kitabı çıkmış yerinde inceleyip olaya el koyacacağız. Kitabın fiyatına baktım 25 tl. Höh, istanbul'a gitme arefesi alamam o kadar paraya. Öyle kitapçıdaki bir masaya oturdum. İçnden bir yazı seçip okudum. (Benim Türk Kütüphanem) Yine adamın okuduğu bir ton kitap ve azmi için ona sinir oldum. Kitabı yerine bıraktım, dışarı çıktım. Fakat bir hafiflik vardı sanki, ellerimde bir boşluk... Allah kahretsin az önce Koray'dan satın aldıklarımı kitapçıdaki masada unutmuşum. Hemen oraya geri döndüm. Oh! Neyseki hala bıraktığım yerdeymiş. Var ya unutulmuş eşya diye alsalardı oradan, içine baksalardı bir de... Yok yok, kesin isteyemezdim poşeti. Nasıl isteyim yerin dibine geçerdim.

Şimdi artık ne kaldı geriye. Tabiki Ankara'da en en en sevdiğim kitap kafeye gitmek. Orada saatlerce oturup kitapları karıştırmayı, muzlu milkshake içmeyi, yazılar yazmayı çok seviyorum. Arkadaşlarımla ya da yalnız olmak hiç farketmiyor. Yalnız başına orada oturmak hiç sıkmıyor insanı. Yok dayanamayacağım. Hemen reklamını (Kurtuba kitap kahve) yapacağım.

Şimdi orada oturacağım ama ne netbook'umu almışım yanıma, ne defterimi. Kurtuba'ya gitmeden önce kırtasiyeye uğradım. Kendime şöyle en güzel, en süslü... defter aldım demek isterdim aslında ama almadım. En basit, en ucuz, kareli, A5, tek ortalı bir ilk okul defteri aldım. Yok arkadaşım ben yazamıyorum öyle süslü defterlere. Yazım çirkin olduğundan belki de. Süslü defterler hediye edilince sinir olurum mesela. Yazamam ki ona. O öylece ya boş boş bekler ya da doğum gününü son dakikada hatırladığım bir arkadaşa hediye olur. (Laf aramızda kullanamadığım armağanları hediye ediyorum. Anneme göre hoş olmayan bir durum ya n'apayım beklesin mi öyle boş boş. Zira bir şeye değer vermek için kullanırım ben onu. Kullanamıyorsam değerini bilememişim demektir.) Neyse aldık defteri, gittik kitap kahveye oturduk. Fakat herşeyini neredeyse derste notları bile bilgisayarına tutacak olan ben, kalem tutmayı öyle yadırgadım ki anlatamam. Yazılarım zaten kargacık burgacık. Herhalde geri dönsem ben bile ne yazdığımı okuyamam. O kadar tarihe gömdüm onları yani. Ama olsun hiç yoktan iyidir.

Dönüşte sakarya caddesinde engelliler yararına kurulmuş olan standların yanına tamamen açıkta bir sahaf kurulmuş. Bilmiyorum belki de hep oradaydı ama uzun süredir Ankara'da olmayan olsa da çıkıp da ne var ne yok diye gezemeyen biri için yeni sayılır. Normalde sahaflardan pek hazzetmem. O da bir zaafım yüzünden aslında. Koltukları, masaları olan bir kitapçıda ya da kütüphanede eşelenirken ilgimi çeken kitapları alır oracıkta okumaya başlarım. O daracık dükkanlara tozlarıyla birlikte istiflenmiş kitaplarda eşelenirkense ilgimi çeken ne var ne yoksa satın alıyor, sonra da bütün paramı oralara döküyor, üstüne üstlükse zaten yer kalmayan kitaplığıma onları tıkıştırmak zorunda kalıyorum. Bundan dolayı sahafların sokağına bile uğramakta oldukça temkinliyim. Fakat bu sefer o kadar ortalıktaydı ki kitaplar o tarafa savrulmadan edemedim. Hemen de üç tane kitap alıverdim. Hiç samet ağaoğlu okumamıştım. bir tane onun öykü kitabını. Ve sonra tabiki aşklarımdan iki yazar "Anrde gide- isesbelle" ve Oscar willde nin hayatından bir kesit sunan biyografik bir roman "Peter Ackroyd- Oscar Wilde'nin Son Vasiyeti" Üç kitap 11 tl tutuyordu 10 lira olur dedi satıcı. Şimdi siz satıcı bir lira indirdi diye benim çok mutlu olmama gülersininiz. Ama ne bileyim çocuk gibi seviniyorum azıcık ucuza alınca kitapları. Marmara'yı kazandığımda annem elime İstanbul'daki devlet kütüphanelerinin adreslerinin yazılı olduğu bir liste tutuşturmuştu. "Kızım kitap alıp durma, koyacak yer kalmadı, kütüphane kullan." demeyi de ihmal etmemişti. Ehh, sanırım hala bu laf yüzünden kitap alırken hep bir tereddüt yaşıyorum içimde. (Az önce pahalı diye orhan Pamuk'un kitabını almamıştım değil mi? Ah ben yok muyum)

Evet bir gün de böylece bitti.

Not: Yazdıklarıma yorum geldiğinde deli gibi mutlu oluyorum. Siz de öyle misiniz? Ama bu aralar mutlu olmakla birlikte gelen yorumları cevaplayamıyorum. Ne bileyim basiretim bağlanıyor sanki, karşılığında yazacak hiç bir birşey bulamıyorum. Öyle bakıyorum melül melül, kuzu gibi.
Yorumları cevaplayamamak gizli depresyon belirtisini mi acep? 

14 Eylül 2010 Salı

Bayram Kardeşleri

Gündem içi konular yazmayı sevmiyorum. Bakın şimdi her yerde ya refarandum ya basketbol şampiyonasıyla alakalı yazılar, tweetler var. Bayram zamanı da bayramla alakalı şeyler vardı. Ben, böyle yazıları okumayı severken, kendim içinse "Zaten o kadar çok bahsediliyor ki bir de ben bahsetmeyim." diyorum.

Şimdi de aynısını yapıyorum işte. Bayram bitti ben bayramdan bahsedeceğim.
..........

- Uzun süredir hiç bir bayramda bir arada olamadığımız kadar birlikteydik kardeşlerle. Hen bu bayram hiç bir şey sinirimi bozmadı. Hatta diyebilirim ki sadece bayramın bu kadar kısa olmasına sinir oldum.

- Ablam teyzemin kayınvalidesine göre "Fransa'yı şereflikoçhisar etmiş" zırt pırt Türkiye'ye gelip duruyor. Hakikaten de ucuz olsun diye bir de uçaktan istanbul'da iniyor ya sanki hala orada okuyormuş gibi, hiç gurbette değilmiş gibi hissediyorum.

- Kız kardeşimi düğünden beri ilk defa görüyorum. Ne bileyim evlendi ya değişecek bir daha eskisi gibi samimi olamayacakmışız gibi bir vehme kapılıyordum. Bunların hepsi onu yine eskisi gibi karşımda görünce silinip gitti. Hele gideceği gece son dakikaya kadar pijamalarla oturup karşılıklı edebiyat ve siyasetin dibine vurduk ki aslında evden hiç gitmemiş, kaldığımız yerden devam ediyormuşuz gibiydik adeta. Fakat gittiğine bu sefer hiç üzülmedim. Ne de olsa en geç bir bir hafta sonra yanında olacağım.

- Şimdi bu ikisini anlattım ya hak geçmesin diye erkek kardeşimden de bahsetmem gerek değil mi? Ama bu sefer ondan bahsedecek hiç bir şey bulamıyorum. herhalde sürekli yan yana olduğumuzdan dolayı. Fakat İstanbul'a gittiğimde biliyorum ki en çok da onu özleyeceğim.

10 Eylül 2010 Cuma

Biraz da Yanlış Anlaşıl Be!


Belediye otobüsünde yayılarak oturan erkeklere sinir oluyorum. Yahu bir heyecanla boş yer var diye sevinip oturuyorsun. Maşallah oturacak yer kalmamış. Sığ sığabilirsen. Kardeşim mecbur muyum sana, bacağını çek demeye. Oturduk yanına değil mi? Topla güzelce kendini. Bi de üstüne uyuma numarasına yatmazlar mı, al çantayı vur kafasına kafasına.

Şimdi burada adamı şöyle bir dürtükleyip "pardon bacağınızı çeker misiniz?" demem gerek değil mi? Ama gelin görün ki bunu yapmak öyle sanıldığı gibi kolay değil. Bir kere sesin öyle bir çıkacak ki, ne fazla suçlayıcı olacaksın, ne fazla sinik; ne cazgır, ne de çekingen. Zira, adamın kendi yaptığından haberi yok, "Sen bana ne demek istiyorsun" diye diklenip seni suçlu durumuna düşürüyor. (Uff, sinir oluyorum, harbi sinir oluyorum!)

...........

İki üç gün önce arkadaşıma iftara gittim. Orada da- maşaallah milletçe misafirperverliğimize diyecek yok- bir yemek yedirildim sorma gitsin. Dönüşte yanına oturduğum adam da böyle çıkınca, hah! dedim çattık. O hantallıkla adama laf anlatacak havada da değilim. Ben böyle uflayıp puflarken, karşı koltuktakiler de ufak ufak kıpırdamaya başlamasınlar mı? Dedim ki "Kızım yetiştin yetiştin, yetişemedin, bu kalabalıkta boşalan yer de mundar olur valla." Aldım kendimi tetiğe, kalktıkları an da yerlerini kapacağım. Allah, bir görün beni, o nasıl bir sürattir. Bunlar bir kalktı, ben bir seğirdim o tarafa doğru. Kucağımda ne var ne yok hepsi yere saçıldı. (Yalan yalan, sadece bir tane kitap.) Ama bu engeller ne ki, yılmadım, yıkılmadım! Düşen bir değil bin kitap olsun be. Ben aklıma koydum mu yaparım, bunlar bana vız gelir, hey yavrum hey! (Çoşuyorum, coştum.) 

Bir hışımla yerden kitabı aldığım gibi karşıdaki pencere kenarı koltuğu kapmam da bir oldu. Da bir pürüz vardı sanki etrafta. Garip bir sessizlik, tuhaf yüz ifadeleri...

Meğer benden hariç iki sevgili de oraya göz koymuş, oturacaklarmış. (Dırınırınnn) Süper! Şu hale bak sevgilileri ayırmışım. Nasıl utandım ama. Kalkamazdım da geri, orada yayılarak oturan adam vardı.Artık napayım ben de, kıza fısıldayarak "Kusura bakma. Adamdan rahatsız oldum da." dedim. (Dikkat, sıvama kısmı.) Rahatsız olmak? Neden, niçin? Benim kısa olsun diye üstü kapalı açıklamalarım, kızın acıyan yüz ifadesiyle birleşince, anladım ki adamın ne sapıklığını bırakmışım, ne tacizciliğini. Allah beni ne etmesin emi. Lafımdan geri de dönemedim. Aman, ya dedim sonra. Bırak dağınık kalsın, onunla mı uğraşacağım. 

Yalnız aldı mı beni bir korku. Ya adam duyduysa, ya aynı yerde inersek, ya "sen ne demek istedin bana" diye hesabını sorarsa. Uff, düşünmek bile istemiyorum. Neyse ki adam benden çok önce indi de rahatladım. Ohh!

..........

Vel hasıl kelam, siz siz olun. Öyle yerini kaptığınız kimselere hiç gereği yokken açıklamalarda bulunup da kendinizi gereksiz yere korkutmayın. Ne var bir daha konuşmayacaksınız, etmeyeceksiniz. Bırakın biraz da yanlış anlasınlar sizi, ölür müsünüz?

3 Eylül 2010 Cuma

Ne Büyülüydün Sen Kırmızı Ojeli Sabunluk

Küçükken en çok evde kırmızı ojeli el şeklinde sabunluğumuzun olmamasına üzülürdüm. Sabunun üstüne gazoz kapağı gibi metal bir şey gömülür ve elin altındaki mıknatısa tuttururlardı. Allahım ne büyülü gelirdi bu eşya bana. Ne kadar dekoratif, ne kadar şık, ne kadar zarifti bu el. Size mutlulukla sabunumu sunuyorum derdi adeta. sunuyorum ki temiz olasınız, pak olasınız...

Bu eli ilk babamın kuzeninin evine gittiğimde görmüştüm. Evin benimle yaşıt kızı lavabonun yanına monteli elden kolayca aldığı sabunla ellerini yıkamış sonra da sabunu suya tutup şöyle bir silkeledikten sonra tekrar takmıştı yerine. Hayranlıkla bakıp içimden "vay canına, nasıl da duruyor sabun düşmeden öyle." demiştim. Gözlerim kamaşmıştı bu şirin teknoloji karşısında.Çocuk aklımla, saygıyla eğilmiştim bu aleti icat edenlerin hayali huzurunda. Sonra o kız beni hadi diye kolumdan çekiştirirken ben nadir bulunan değerli bir taşa dikkatle dokunuyormuşcasına ihtimamla almıştım elime sabunu. Hafif bir çekme gücü olsa da el kolayca bırakıvermişti hazinesini. İşte, temizlik sebebimiz, sonunda elimdeydi. Artık şeker pembesi el sabununun nasıl baş aşağı durduğunun sırrını öğrenebilirdim. Elimle evirip çevirmeye başladım. yanı başımdaki kızın garip ve "n'apıyor bu" bakışları altında sabunun içine gömülmüş metalin üzerinde parmağımı zevkle gezdirdim, küçücüktüm belki yedi, belki sekiz yaşındaydım. Garip bir aletin daha sırrını keşfetmenin haklı gururunu yaşıyordum. Biraz daha elimde inceledikten sonra yavaşca mıknatısa sabunu tutturuverdim. Sonraysa koşup oyuncaklarla oynamaya akraba kızının odasına koştuk.

O günden sonra hep bizim evimize de bir gün böyle bir sabunluk alınma hayaliyle yaşadım. Arkadaşlarımın, akrabalarımın evlerinde, annemle gittiğimiz pazarda hep bu eli gördüm. Anneme al diye ağladım. Ama almadı. İçimde hep kırmızı ojeli, zarif elin bana sunduğu sabunu almak ukde olarak kaldı. Sonra ben büyüdüm, onun yerini daha güzel, daha gösterişli, daha kaliteli sabunluklar aldı, sıvı sabunlar sardı her bir yanı. Bende unuttum gitti onu. Ta ki internette ona tekrar rastlayana dek.

Hırçın Kedi Yazıyor


"Niye yazmıyorsun?"

Doğrusu bu soruyu ilk duyduğumda ne cevap vereceğimi bilemedim.

Sonrasındaysa soruyu kendi kendime şöyle cevapladım. "İhtiyaç hissetmeden yazmamak, sadece yazmış olayım diye yazmamak için," Zira eğer böyle olacaksam geveze olacaktım, anlaşılmaz ve bomboş olacak, gereksiz ve ne dediği belli olmayan köşe yazarlarına dönecek, üstüne üstlük aptal durumuna da düşecek, zaten pek de güzel bulmadığım yazılarımın seviyeleri de iyice sıfırın altına inecekti.  

Ama bu arada yukarıdaki sorunun cevabını verirken, bu yazının temelini oluşturacak, şu soru geldi aklıma. Pekala ben neden yazıyorum? Aslında bunun cevabı çok basit. Kendim için yazıyorum. Rahatlamak ve içimdeki- duygu, nefret, kıskançlık, sevgi, aşk, şaşkınlık, öfke, mutluluk- artık her neyse onu içimden çıkarabilmek, ona kişilik kazandırmak için yazıyorum. Yazmadan duramadığım için yazıyorum. 

Mesela bazen yazarken içime hırçın bir kedi kaçtığını hissediyorum. Beni sinir eden şeyleri inadına tırmalamak, kanatmak, yolmak istiyorum o anda. Hatta nefret bile ediyorum onlardan. Alamadığım öcümü almada harflerin bana yardım edeceğini umuyorum, hırsla ve inançla. Aslına bakarsanız harfler, bir bakıma, başarılı da oluyor. Yazarken kızgınlığım peyderpey azalıyor, neredeyse soba başında mayışmış kedi kadar rahatlıyorum. Bir oh çekiyorum o zaman ve devamında "Kaydı yayınla" "Farklı kaydet" "Dolma kalemin kapağını tak" "Defteri kapat" artık her neyse onu yapıyorum. Evet şimdi artık gönül rahatlığıyla buzdolabını karıştırıp bir içecek alabilir, "Anne marketten ne alınacak" diyebilir, "Kardeşimin odasına gidip "Ne izliyorsun" dye sorabilirim. Geçti hırsım artık. İntikamım alındı ve ben kuş gibi hafifledim.

Biliyorum her ne kadar ileride- Sait Faik'in değişiyle- sadece yazıcı olmak, başka hiçbir işte çalışmamak hayaliyle yanıp tutuşsam da  ne yazık ki bunun gerçekleşmesi zor görünüyor. Ama ben yine de duramam herhalde. Yazarken hafifliyorum zira. Harfler bir bir kağıda veya word belgesine anlamlı diziler halinde kaydolurken mutluysam eğer mutluluğu bir kez daha yaşıyor, üzüntülüysem de bu duygumu harflere emanet ettiğimi hissediyorum. Ve nihayet kaliteli bir terapi görmüş gibi, astral yolculuğunu tamamlamış meditasyon ehli gibi, dua ederken sıkıntılarımın aslında ne kadar basit olduğunu anlamış gibi gevşiyor ve huzur buluyorum. 

İşte diyorum sonra. Yazıyorum ben. Yazıyorsam hayattayım diyorum. Yazıyorsam mutluyum.