Sayfalar

30 Ocak 2011 Pazar

Ev Kadınlığı Zaafım

Bundan önce "çok param olsa ne çalışacağım, ev kadını olur akşama kadar kitap okur, o tiyatro senin bu semine konferans benim, şu opera-konser onun dolaşır dururum. Üstüne de bir sürü yazı yazarım." derdim ya yok vazgeçtim. Benim ömrü billah çalışmam gerekiyor.

İzmir'de halamın komşularına, gülüp onlardan anlatacak malzeme çıkarttığımı sanarken ortamların aranılan malzemesi olmaya başlamışım da haberim yok. "Kız sen bizi çok güldürüyorsun hadi birşey anlatsana." demeye bile başadılar zira. Ben böyle akşam çatır çatır kadınları enişteme anlarıp türlü dalgalar geçerken bir yandan da- itiraf edeyim- onların toplantılarına gitmekten kendimi alamıyorum. Evin temizliğini yapıp komşularla günlük türk kahvesi eşliğinde dedikodu yapmak acayip eğlenceli. Düşünsenize okul yok, ödev yok, staj yok. Evim, barkım, çoluğum çocuğum olmadığı için sorumluluklarım yok. Öyle örgü öre, güle eğlene gün bitiveriyor.

Tabi işin vehameti bu rahatlığı yaşarken dönüp ardına bakınca anlaşılıyor. Geçen perşembe akşamından beri buradayım, normalde haftada en az iki kitap okuyan ben, hala gelirken uçakta okuduğu bir kaç sayfayla duruyor. Dün müzelere gitmek için evden çıkıp da eski benime geri kavuşunca  ve az önce "Haldun Taner"den bir kaç sayfa birşey okuyunca dedim ki "N'apıyorsun sen! Kendine gel!" Sonra da kendi kendime göz dağı verdim. Hele bir ev hanımı ol! Kırmıyor muyum senin bacaklarını!

Yok kardeşim ben biliyorum kendimi. Bana ev kadınlığı yaramaz. Ben öyle altmış yaşına kadar bir fiil sabah gidip akşam gelmeli bir işte çalışıp para kazanmalı, yoldayken kitap okumayı eksik etmemeli, hafta sonlarıysa mutlaka beni her saferinde bir adım daha öteye taşıyacak aktivitelerde bulunmalıyım. Yoksa halim harap! Ben zaafları olan Birisiyim.

28 Ocak 2011 Cuma

Müze Ukalıklarım

Arkeoloji ve etnoğrafya müzesini gezdim bugün. Hazır hava yağmurlu diyerek kapalı mekan arıyordum bunlar bana ilaç gibi geldiler. Gerçi müzelerin daha büyük olmasını, bana bütün bir gün yetmesini isterdim ya artık ne yapalım.

İzmir'in bu iki müzesi ne yazık ki şehrine yakışmayacak vasatlıkta. Hadi arkeoloji ihtiva ettiği eserleriyle paçayı kurtarıyor ya etnografya sınıfta kaldı diyebilirim. Bunu söylemekten utanıyorum ama biz müzelerimize gereken önemi gösteremiyoruz maalesef. Sonra da pişkin pişkin "neden müzelere giden yok?" diye bir de üstüne hayıflanıveriyoruz. Yahu hiç ilgi çekici yerler değil ki niye gelsin insanlar. İstanbul'daki çoğu, ankaradaki bazı müzeleri bir kenara bırakırsak, eserlerin sunumunu bir kere hiç güzel yapamıyoruz. Işıklı camekanın ardına küçük küçük eserleri düzenli bir şekilde koymak müzecilik değildir. Bakın bir İstanbul Modern'e, Pera müzesine insan kaynıyor.  Nasıl başarıyorlar bilmiyorum ama eserleri bize öyle sunuyorlar ki keyif alıyoruz onlara bakarken.

Düşünün her ne kadar arkeoloji müzesi küçük bile olsa İstanbul'daki adaşından hiç bir yanı yok. Hatta bronzdan bir Demeter heykeli var, Standal sendromu geçirirdi kiminiz. Ama öyle dip köşeye koymuşlar ki eserin yanına varmadan güzelliğini anlayamıyorsunuz. Halbuki İstanbul'dakinde bir "disk atan atlet" heykelini öyle şatafatlı sunmuşlardı ki  eserin aslında alçıdan bir kopya olduğunu çok sonra tanıtım yazısını okuyunca fark ediyordunuz. Halbuki bu Demeter kopya da değil, gerçeği. Bunların daha çok daha çok reklam yapmaları gerekiyor. Allah aşkına İstanbul arkeolojinin kapısından girer girmez "disk atan atlet" e gider diye her tarafa işaret levhası koymuş adamlar. Onu bulana kadar ne heyecanlandırıyorlar insanı. Peki Yerebatan sarnıcındaki "medusa'ya gider" oklarına ne demeli. Medusalar da medusa olsa. Biri yan, diğeri ters dönmüş iki sütün kaidesi eski kafalar. Bizanslıların yaptığı en büyük densizlik. Eski heykelleri alıp sarnıçlarda sular içinde bırakmışlar. Ama yine de n'apıyor yerebatan'cılar. Bize öyle gösteriyorlar ki iki kaideyi süper eserler sanıyoruz Spot ışıklar, sulardan yansıyan gölgeler falan. Ne büyülü hale geliyor ters kafalar.

Isparta'daki "müze"yi ise hiç saymıyorum. Taş heykellerini net bir şekilde gösterecek bir ışıklandırma bile yok. Böyle kendimi mermerci dükkanında gibi hissetmiştim. Sanki biri gelecek onları pazarlıkla ucuza kapatıp gidecek.

İzmir Etnografya müzesine gelirsek, zaten öyle çeyizmiş, işlemeymiş, örtüymüş gibi şeyleri sevmem. Bir de böyle tozlu tozlu vitrinler içinde sergilemiyorlar mı? İyice sinirlerimi bozdular. Düşünün ki bu binanın kendisi bile tarihi. İç duvarların rengi bir bozuk mesela. Nazar boncuğu nasıl yapılır gibi bir ortam hazırlamışlar. Boncuklar kirden mavi değil gri!

Demem o ki, sergilenecek eser yönünden hakikaten çok zengin bir ülkeyiz. İş ki onları ilgi çekici şekilde sunabilsek. Hakikaten müzelerimize "Anıtlar ve müzeler müdürlüğü"nün koca koca eller atması gerekiyor. Hele Anadoludakilere... (Konya var mesela. Orada ben hiç bu kadar içler acısı bir Atatürk müzesi görmemiştim. Hatırladıkça içim acıyor!) Yoksa bu gidişle müzelerimiz sadece okul gezileri için, ödev için, benim gibi çatlaklar için gezilen yerlerden öteye geçemeyecek.

27 Ocak 2011 Perşembe

Elin Oğlunu Televizyonda Gördüm

Belki bir ay önce bir sabah erkenden kahvemi içerken sınavıma çalışayım diye kadıköy-starbucks'a gitmiştim.

Doğrusu o gün de ilk bir saat çok güzel ders çalışmıştım ta ki Erim bey yanında bir bayanla çıkıp gelene kadar. Masaları o kadar yakınımdaydı ki hala konuştukları tüm şeyler gün gibi aklımda. Öyle ki adamın sesini nerede duysam tanırım, anlayın artık.

İlk başta ufladım, pufladım ya madem onlardan kurtuluş yok. Bari zevk almaya bakayım deyip başladım bunlar ne konuşuyor diye dinlemeye. İlk buluşmalarıymış. Haliyle birbirlerine kendilerini tanıtıyorlar. Adam kimya mühendisi ama geçimini özel ders vererek sağlıyormuş. Kadını turkcell bayii'den çıkarken görmüş hemen oradaki çiçekçiye koşup alelacele bir buket çiçek yaptırmış ve kadına yetişmiş. Ondan çok etkilendiğini tanışmak istediğini söyleyip telefon numarasını istemiş. Kadın hakkındaysa pek bir malumat sahibi değilim. Zira hep adam konuşuyordu desem yalan olmaz. Sadece kadının otuzlu yaşlarında olduğunu öğrenebildim. He, bir de bir kere Londra'ya gitmiş olduğunu.

Adam bir ara kendini övmek için "Bana bir bak. Otuz iki, otuz üç yaşında gibi duruyorum değil mi? Ama ben kırk yaşındayım" deyivermesin mi? Artık dayanamayım. "Yok daha neler!" deyip farkedilebileceğimi falan düşünmeden yan tarafıma dönüp adama baktım. Sesi öyle genç geliyordu ki kadından küçük bile sanmıştım adamı. Pekala da kırk yaşındaymış ama. Neyse bu vesileyle adamın yüzünü de iyice görmüş oldum aslında. İyi oldu.

Adamın hava atmayı çok sevdiği de belliydi var ya. Yurt dışına gezilere çıkıp duruyormuş. Yalnız başına güzel bir semtte yaşıyormuş. Bol bol bu starbucks'ta oturuyormuş. Bu arada bir yarışma programına da katılmış. Mış mış mış. Çok iyi hatırlıyorum, adamın övünmelerinden iyice gına gelmişti.

............................

Şimdi buraya kadar her şey normal değil mi? Sıradan basit bir olay bile sayılabilir hatta. Açıkçası ben de önceleri "Elin adamı söylüyor abi!" diye adamın cesaretini överek arkadaşlarıma anlatsam da hikayeyi buraya yazmaya pek değer bulmamıştım. Ta ki bu elin oğlunu dün gece televizyonda görene kadar.

Halamlar yatmış ben de kucağımda netbook'um, kanaltürk'ü açmış, oradaki siyaset programını sırf gazeteci "Melih Altınok" un yakışıklılığı için izliyorken, program bitmiş ardından gece gece "soru bankası" diye bir yarışma programı başlamıştı. Aslında o anda yarışmayla ilgilenmiyordum. Zira o andaki asıl derdim "Allahım bu twitter'u buza nasıl bağlıyorduk" sorusunun cevabını bulmaktı.

Fakat birden tanıdık bir ses geldi tv'den. "Yok canım ses sese benzer." deyip televizyona kafamı kaldırıp öylesine baktım ki ne göreyim? Yarışmacı Starbucks'taki kur yapan adam değil miymiş. Adamımız kendini tanıtıyordu.
"Kimya mühendisiyim ama şu an serbest çalışıyorum."
Ben şaşkınlığı falan attım, karşıdan cevap veriyorum. "Özel ders veriyorum desen incilerin dökülür sanki."

Koyu çirkin mavi dar bir tişört giyip onu da pantolonunun içine iyice sokmuş. Önünde de böyle kocaman bir göbek. Adamı otururken görmüştüm ya potluklarını o gün farketmemişim demek ki. Yok yok, daha soruları cevaplamadan benden eksi puanları almaya başladı bile. Soruları da doğru düzgün bilemedi hem. Ne bileyim, o gün halbuki daha çok şey biliyor gibi bir imaj çiziyordu. Anlayacağınız daha adamı ilk gördüğüm anda nasıl bir antipati kapmışsam ağzıyla kuş tutsa yaranamazdı bana artık. Adam ne söylese, ne yapsa aklıma hep kadına attığı havalar geliyor, içimi bulandırıyordu. Adı da bir tuhaftı zaten. Nüfus memuru kerim yazacakken baştaki harfi yazmayı unutmuş gibiydi aynı.

.....................

Bakın ne düşünüyorum biliyor musunuz? Adam madem bol bol Kadıköy-starbucks'a gidip oturuyormuş. Onu oralarda görüp "Aaa siz soru bankası'da yarışan Erim bey değil misiniz?" diyormuşum. Ne makara olur ama.

25 Ocak 2011 Salı

Follow Me!

En sonunda dayanamadım, başka bir isimle açtığım twitter hesabını blogtaki nick'imle aynı hale getirdim. Ay n'apayım kendimi ikiye bölünmüş gibi hissediyorum resmen. Böyle iyi oldu. Bu hesabı buzz'a da bağladım mı oh mis! Ama "kitapgibikiz" ismini biri çoktan almış maalesef. Ben de demokraside çareler tükenmez deyip kiz'deki "i" harfini çıkardım.

İşte bu da benim twitter'deki profilim. kitapgibikz

24 Ocak 2011 Pazartesi

Kısa... Kısa... 6

- Bir kütüphanenin arşivini ne zaman övsem hep tip tip yüzüme bakıyorlar. Beğenmediğimdeyse  "aaa olur mu?" diyorlar. Çünkü benim için güzel halk kütüphanesi demek artık basılmayan eski klasiklerin o kütüphanede bulunması demek. Yoksa güncel kitaplar kitapçılarda zaten var. Düşünsenize rafları gezerken France'nin bir daha asla çevrilip basılmamış bir edebi eleştiri kitabını buluyorsunuz.

- Bu aralar yüzük hastası oldum resmen. Nerede bijuteri görsem içeri dalıp yüzüklere bakıyorum. Hali hazırda beş tane yüzük takarken hala boş olan parmaklarım için hayıflanıp duruyorum. Anlayın artık.

- Yok kardeşim ben kendi reklamımı yapamıyorum. Edirne'de sanat tarihi okuyan bir kız yaptıklarını öyle bir anlatıyor ki sanki dünyayın sanat anlayışında en çok onun parmağı var. Hey yavrum hey, kız höyük gezisi yapacakmış. Bir de sana zaten bildiğin yunan tanrılarını sen hiç bir şey bilmiyormuşsun gibi anlatmıyor mu?  Doğrusu karşımda böylesine kendi reklamını yapan insanların yanında içimden kendi yaptıklarımdan, yapacaklarımdan bahsetmek gelmiyor. Sanki ben anlatırsam onun seviyesine inecekmişim gibi kendimi ondan garip bir şekilde üstün görüyorum. (Ama bakın yanlış anlaşılmasın. Sırf hava atmak, reklamını yapmak için söyleyenlerden bahsediyorum. Yoksa valla da billa da rahatsız olmam dinlemekten. Hatta hoşuma bile gider.)

- İnsan'ın samimi arkadaşlarından biri erkek'se neden diğer insanlar bu arkadaşın yaptığı her hareket altında öküz buzağı ilişkisi arıyorlar anlamıyorum. Sen arkadaşını ne yaptı diye merak etmez misin, bir derdi olduğunda hemen yanına koşmaz mısın, ara ara özlemez misin, ailenden arkadaşlarından bahsetmez misin, bir konu hakkında telefonda uzun uzun konuşmaz mısın, ihtiyacın olduğunda yardımını istemez misin? Yani bu arkadaş erkek olunca mı iş değişiyor?
İnsanlarsa işte böyle her şeyin altında bir çapanoğlu bulup bizim kafamızı bulandırmasa iyi olacak. Hayır sonradan sonraya "Acaba şu hareketim yanlış anlaşılır mı?" diye kendi kendine vehme kapılıyorsun olan arkadaşlığına oluyor.
Lütfen herkes kendi aklını kendine saklasın!

22 Ocak 2011 Cumartesi

İzmir'e Örgü Örmeye Gelmişim Meğer

İzmir'deyim şuan. Bu yazıyı o kadar hızlı yazmaya çalışacağım ki yazım hataları olursa hoş görün artık. Zira birazdan "abla ne yapıyorsun" diye kuzenimin başıma gelmesi yakındır. Neyse efendim işte yolculuğu uçakla yaptım. Halamların bana uçak bileti sözü vardı bende mutlulukla kabul ettim. Yolculuk yanımdaki aceleci ve çatlak kadını saymazsak çok güzel geçti diyebilirim. (50 dakika be, kötü geçse ne olacak sanki :P) Kadının tuhaf olduğunu daha "ben uçağa bindim" mesajlarımı çekerken fark ettim. Kapılar henüz kapanmamış, kadın ben mesajlaşıyorum diye bana kötü kötü bakıyor. Sanki çalışmayan uçağın aşağı çakılma yeteneği var? Ancak aynı kişi uçağın tekerleri daha yere değer değmez kemerini çözüp, montunu giyip, bir güzel çantasını alıp kucağına koyarak oturunca dedim ki "yoksa telefona kızan bu kadın değil miydi?" Dahası kimse ayağa kalkmamış bizim zatı muhterem insan ayağa kalkıp başımda dikilmeye başlıyor. Ay öyle rahatsız hissediyorsun ki kendini sen de ayağa kalkıyorsun. Sonra bakıyorsun ki daha kapılar açılmamış arkanı dönüp geri oturacaksın değil mi? Ama bir baktım akbaba gibi başımda oturacak yer bırakmamış. Bir de demez mi "hanfendi ilerler misiniz?" Artık en sonunda "bekliyoruz efendim!" diye tersledim kadını.

Ee kadın bunca aceleciliği yaptı sonunda ne oldu? Gördüm, valiz bandında 15 dakika valizini bekledi.

Benim bu kadar konuştuğuma bakmayın. 25 yaşındayım uçağa daha on kere binmedim hayatımda. Bir de böyle havaalanına giderken geriliyorsun. Biletler nerede check-in ettirilecek, kapılar nerede hiç bilmiyorsun birine soracak gibi oluyorsun tuha tuhaf bakıyor yüzüne. Ancak bu gibi durumlarda sakız çiğnemek meğer insana özgüven veriyormuş, anladım. Normalde ben sakız çiğnemeyi sevmem. Yanımda biri çiğniyorsa çiğnerim ancak. O da rahatsız olmamak için. Ancak E-10 otobüsünde biraz başım dönüyor gibi olunca uçakta basınç yüzünden çiğnemek için aldığım sakızı otobüste çiğnemeye başladım. Aaa birden üzerimdeki çekingenlik gitmez mi? Öyle ki bilmediğim şeyleri sorarken üzerimde "ben hep atatürk havalimanından biniyorum aslında, pehh!" havaları...

Neyse yorulmadan geldim İzmir'e. Pekala şimdi ne yapıyorum dersiniz? Halamın entelektüel ev kadını arkadaşlarıyla ev ziyaretlerine, oralarda güzel bir örgü tunik modeli beğenip örmeğe başlıyoruz. Ah bu arada bujiteriden yeni yüzükler alıp takmayı ihmal etmiyouz. Yani ev kızlığına merhaba.

Yalnız örgü örmek iyiymiş. İnsan konulardan sıkılsa da kimseyi dinlemek istemese de örgüsünün arkasına sığınabiliyor.

13 Ocak 2011 Perşembe

Param Olsa Yapmazdım. Valla Bak!

Bugün tek günlük bir işte çalıştım sayabilirim kendimi. Ama ne kadar kazandığımı sormayın daha ben bile bilmiyorum.

Bir kaç gün önce arkadaşım bizim bölümdeki hocalardan birinin adını vererek onunla bir günlük bir uygulamaya gitmek ister miymişim diye mesaj attı. Ücret vereceğini de eklemeden geçmedi. Şimdi para vermese öğrenci kafasıyla "Ne gideceğim abi, hoca değil mi, kullanıyor öğrencilerini işte." diye düşünürüz. Hatta "Ay canım ya..." diye kırıla kırıla bir mesaj atarak çok çok çok üzgün olduğumuzu, gelemeyeceğimizi, bazı önemli işlerimizin olduğunu anlataranaktan gitmeyiveririz. Ardından da kendimize ultra önemli işler icat etmeye çalışırız. Ee, hoca daha sonra sorarsa bir iki gerçek tecrübemiz cebimizde bulunsun değil mi? Ancak işin içine o gözü kör olasıca para girince insanın kimyası nasıl bir anda değişiyor. Arkadaştan gelen mesaja "Aa tabi gelirim canım. Ne zaman uygulama?" diye bir cevap atıyoruz hemen. Mesajda da asla paranın p'sinden bahsetmiyoruz ki ayıp olmasın. Hoş herkes orada onun için bulunduğunun bilincindedir ya neyse olacak canım o kadar.

Bugün mesajı atan arkadaşla bir anaokuluna gidip hocanın araştırmasına gönüllü(!) olarak yardımcı olmaya gittik. Bizi oraya hocanın eşi bıraktı. Böyle akademik bir iş için arabayla bırakılmakta pek havalı oluyormuş canım. Neyse efendim sabah sabah girdik anaokuluna, 50 sorudan oluşan bir testi yaklaşık 20 öğrenciye öğlene kadar sordum durdum. Tamam soruları sorarken çocuklar çok eğleniyorlar ya aynı soruları sor sor boğazım kurumuş lan. Son öğrencilerde dilim dolaşıp duruyordu. Sonra uygulama bitti. Ben de yurda geldim. İlk önce pek hissetmemiştim yorulduğumu ya yurda girip de yatağımla göz göze gelince hemen kendimi nevresim takımımın kollarına attım. Akşama kadar horul horul uyumuşum. Arkadaşımın "Gene mi uyuyor bu kız?" bağırtıları olmasa daha da uyurdum herhalde.

İşin komik yanı utanıp "kaç para vereceksiniz hocam." diye soramıyorsunuz bile. Aslında öyle çok bir şey vereceğini sanmam ya bu parasızlık günlerimde şahsen ne kazansam kar diye bakıyorum olaya. Ama şunu fark ettim. En azından bizim bölümde kariyer yapacaksam demir gibi bir bünyemin olması gerekiyor. Çok yorucu be. Stajda bile bu kadar beyni yorulmuyor insanın.

7 Ocak 2011 Cuma

Tombala Yaktın Beni

Yeni yıla tombalayı kaybede kaybede girdim resmen. Tabi bunun üstüne acaba tüm yılım kaybetmekle mi geçecek gibi kötü bir espiri beklemeyin benden.

Neyse efendim, kız kardeşimin eşi tüm tombala bahislerini yaladı yuttu.

Şimdi biraz başa dönelim isterseniz.

Cuma akşamı stajdan çıkıp kız kardeşimin evine gittim. maksadım yıkanmış çamaşırlarımı oradan alıp doğru arkadaşımın evine gitmekti. Bir kaç arkadaş daha gelecek biz öyle basit film izleme, tabu oynama, kola ve meyveler eşliğinde yeni yılı karşılayacatık. Ancak anasınıfı bebeleri, yılbaşı partisinde beni öyle yordular ki kardeşimin evine gider gitmez kendimi yere serilmiş buldum. Ben yerde kan ter için de yatarken bana acıyla bakan kız kardeşim "abla gitme arkadaşına istersen" deyince sanki bunu bekliyormuş gibi beynimdeki ampul yanmaz mı? Allahım ben neden daha önce onlarla yılbaşı kutlamayı düşünmemiştim ki. Hemen arkadaşımı arayıp gelemeyeceğimi söyledikten sonra biraz dinlenip kardeşimle birlikte alışverişe çıktık. Ve böylece yıl başını üç kişiden oluşan mütevazı toplulukla kutlamaya başladık.

Biraz meyve, çerez, cips, içecekler eşliğinde internetten şarkılar açarak çene çaldık önce. Sonra kardeşimle eşi tavla turnuvasına başladı. Kazanan benle oynayacaktı. Ancak ben öyle yavaş ve saya saya oynuyordum ki kazanan da kaybeden de benle oynamak konusunda hemen mızıkçılık yaptılar. Kız kardeşim en sonunda pes ederek benle oynadı ya ilk elde beni mars edip "Abla ben sıkıldım hadi tombala oynayalım." diyerek beni can evimden vuruverdi.

"Eee, tam gece yarısında ne yaptın peki?" diye soracaksanız tombala oynamaya kendimizi öyle son sürat kaptırmış ki birden pat pat sesleri duyup "aaa havai fişek atıyorlar." diye pencereye koştuk. Meğer saat çoktan 12 olmuş bile. Tabi ben o heyecanla pencereye koşacağım derken  kartın üstündeki tüm pulları devirmişim. Neyse güç bela pulları geri yerine yerleştirdik oynamaya devam ettik ve diğer ellerde olduğu gibi bunda da kaybettim.

Millet belki her yılbaşında tombala oynamaktan sıkılmıştır ya ben hiç sıkılmıyorum. Biz tombalayı bahisli oynuyoruz çünkü. Acayip heyecanlı oluyor. Her oyuncuya 10'ar tane nohut dağıtıyoruz. oyuncular kart başına kasaya, ki bu durumda kasa nohut kavanozu oluyor, üç nohut veriyor ve oyun başlıyor. Birinci çinko bir, ikinci çinko iki, tombala'ya ise üç nohut kazanılıyor. Oyuncular nohutları miktarınca istedikleri kadar kart alabiliyorlar. Ola ki birisinin nohutu çıkışmadı, bu durumdaysa kasaya borçlanmak yerine kasadan kaç tane nohut aldıysa diğer oyunculara da o kadar nohut dağıtılıyor. (Aslında nohutu biten oyun dışı oluyor ama biz üç kişi olunca böyle bir yöntem uydurduk.)  Böyle böyle sıkılana kadar oynanıyor oyun.

Ve efendim yıl başı olalı bir hafta olmuşken ben daha yeni yazabilyorum yazımı. Malum bir son sınıf öğrencisi olarak Kpss'ye hazırlanıyoruz. (Bu da tüm ihmallerimin bahanesi oldu yav. Halbuki çaktırmayın sınav açılışını daha dün geometri çalışarak gerçekleştirdim. Ama yalan yok Ales'e çalışmıştım.)