Sayfalar

26 Şubat 2011 Cumartesi

Çanta Hikayesi

Hafta sonu Moda'dan kendime çanta satın aldım. Orjinal plakları çanta şekline getirmişler satıyorlar. Tam bir tasarım harikası. Resmen iki aydır o  çantayı alabilmek için gün sayıyordum. En sonunda muradıma erince büyük bir heyecanla çantayı taşımaya başladım. Yalnız ben ne kadar çantanın çok tatlı, şirin olduğunu düşünsem de bu kadar dikkat çekeceğini hiç düşünmemiştim. İşte benim böyle ara ara saflığım tutabiliyor.

Hafta sonundan beri hergün ama hergün tanıdığım tanımadığım neredeyse herkes en az bir kere çantamla ilgilendi. Kampüsteki cafenin balık etli güzel kasiyeri, yol üstünde uğradığımız yaşlı eczacı, okuldaki hocalar, stajdaki öğretmen ve bakıcı kadınlar, banliyo trenindeki kadın, oda arkadaşlarım, okul arkadaşlarım, kütüphane arkadaşlarım;erkek, kadın... Yani beni gören çantaya bakmadan geçmiyor. Kimisi şu kadınların işine akıl sır ermez derken, kimisi senin tarzın değil ki bu diyor. Başkası ise aaa tam senin tarzın, senden başka kim takar ki bunu diyor. Elli yaşlarındaki bir hanım ablamız alet çantası sandım elindekini derken bir başkası rock müzik dinlemeyi sever misin diyor. Sanki plaklarda sadece rock müzik kayıtlı. Kimisi gotik buluyor, kimisi komik, kimisi de tam bir tasarım harikası diyor. Ancak tüm bu denilenler bir yana yolda bu çantayla yürümenin bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Ye kürküm ye hesabı çanta yüzünden bir haftadır sürekli atraksiyon yaşıyorum. Bakalım ne zaman insanların ilgileri tükenecek?

17 Şubat 2011 Perşembe

İnce İnce Yasemince

Ortaokuldan beri beni bir fiil sürekli "Yasemin Yalçın"a benzetiyorlar. Hatta diyebilirim ki kadın ne zaman televizyonlara çıkıp meşhur oldu ben de o zaman meşhur oldum. Böyle yolda durdurup bile soran vardı eskiden anlayın artık.

Ona benzetilmek uzun bir süre beni ne kadar rahatsız etti sormayın. İlk gençlik yıllarımın travması bile denebilir buna.

Düşünsenize ona benziyoruz ya bazıları aklı sıra benimle dalga geçecek. "Aa, sen yasemince'ye benziyorsun." demiyor da "Aa, aynı kakılmış gibisin." diyor. (Oldu canım sen de İtilmiş'e benziyorsun.)

Şu benimle maytap geçmeye çalışanları bir kenara bırakırsak Yasemin Yalçın öyle çirkin bir kadın değil. Hatta kimilerine göre güzel bile. Ancak çoğu kimse sadece benim ona benzediğimi söylemekle kalmıyor maalesef. zaten beni asıl sinir eden şey de bu! İllaki bir Gülazer olsun, bir kakılmış olsun birinden birinin taklidini yapmamı istiyorlar. Hatta yapamadığımı söyleyince şaşırıyorlar. Neymiş mahalledeki Züleyha bile yapıyormuş da ben yapamıyormuşum. Kardeşim ona benziyoruz diye taklidini yapmak zorunda mıyız. Yapamıyorum işte zorla mı? Hakikaten de asla kakılmış gibi konuşamam. Ya da sürahi hanım gibi "Haşmeet, bu kadın beni öldürecek." diyemem.

Şimdiler de ya pek öyle televizyonlarda görünmeyip unutulduğundan ya da benim sinir olduğumu bildiklerinden fazla benzeten yok. Ama ben alıştım ona benzetilmeye artık biliyor musunuz. Kızmıyorum onlara. Hatta "sen bir sanatçıya benziyorsun ama çıkaramadım." diyenlere "Yasemin Yalçın mı?" deyip bir kahkaha bile savuruyorum.

Ne yapalım kadının benzerliği üstüme yapışıp kalmış. Çare yok çekeceğiz.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Zekeriya Anonscu Amca Seni Çağırıyor

Hazır yurttaki odamda kimse yokken bu sessizlikten faydalanıp size yurttaki anonscu amcayı anlatayım.

Amcanın tamamen kendine has bir stili vardır. İsim (duraksama) Soyad (hiç durmadan) Kişiye söylenmek istenen mesaj. (burasını hızlıca söyler. Mikrofon yazmasın gibi düşüncesi olabileceğinden şüpheleniyorum.)

Saçları kırlaşmış, yaşlıca olan bu amca geçen sene bu yurt ilk açıldığında türkçesi o kadar bozuktu ki, arka arkaya iki kere söylemesine rağmen konuşması karınca basmış radyodan farksızdı. Şimdi artık daha düzgün konuşuyor. Ya da biz adamın tarzına alıştık, bilemeyeceğim. Kesinliği için geniş çaplı bir araştırma yapmak gerekebilir.

En çok yaptığı "Katlara erkek görevli personel çıkacaktır." anonsu. Amca ara ara mikrofonu da kapamayı unutuyor ondan sonra yurda naklen yayın. Geçen danışmadaki amca bozuk türkçesiyle bu anonsu yapıyordu. Mikrofonu kapatmayı yine unutmuş. Hala sesi geliyor. "Haydin, gim çıgıyosa çıgsın yokarı."

Kaloriferci Zekeriya anonsu vardır örneğin. "Kaloriferci Zekeriya olduğun yerden danışmayı ara"
Depo görevlisi Sevgi'si vardır bir de. "Depo görevlisi Sevgi hanım yerinize gidiniz."
(Neden sevgi hanımdır da zekeriya bey değildir. Mesela bu benim aklımı çok kurcalar.)

Aynı amca bazen yabancı öğrencilerin soyadlarını okumakta güçlük çeker. Ancak bu gibi durumlarda hiç istifini bozmadan "Buriyatlı Miloşa" gibi bir kendine göre hemen bir çözüm üretir. Zira onu idare çağırmıştır, ve hiç bir şey onun adını anons etmeye engel olamaz. Telaffuzu zor bir soyad bile olsa.

.................

Mezun olmaya yaklaşmak garip be. Sürekli anonsunu duyduğum amcaya gıcık olurdum eskiden. Şimdiyse sadece şirin geliyor.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Takılmadan Neden Okuyamam Kİ

Bazen, hatta sık sık, deli gibi bir yazara taktığım olur. O aralar ondan başkasını okumam. Peyami Safa'ya takmıştım mesela. Kendi adıyla yazdığı kitapları yazılış sırasına göre okuduğum yetmiyormuş gibi "Server Bedii" takma adıyla yazılmış, o zamanların piyasa kitaplarını bile- bulabildiğim kadarıyla- okumuştum. Böyle durumlarda ne zaman ağzımı açsam
"peyami safa da yalnızız romanında..."
"Ay Virginia Woolf'un da Orlando'sunda  çok komik bir göndermesi var..."
"Oscar Wilde  gibi konuştun şimdi..." gibi şeyler diyerek iyice bezdiririm arkadaşlarımı.
Hatta o zamanlarda tam ağzımı açacak olurum "Hah, söyle woolf bunun üzerine ne demiş." deyip gözlerini devirirler. Bu gibi anlarda kafa patlatıcı olurum. Ayrıca edebiyat ukalası da kesilirim, yazar ahkamı da keserim.(Gülünç duruma da düşerim.)

Bu aralar da Paul Auster'e takmış durumdayım. Bu yazarın kitaplarını hep raflarda görürdüm de hiç ilgimi çekmezdi. Ama ne zaman bir kore filminde yazarın new york üçlemesi kitabına gönderme yaptılar. O zamandan beri adama taktım. "brooklyn Çılgınlıkları" nı okudum ilkin. Allahım ne ilginç bir yazar bu demiştim. Hiç kimselere benzemiyor. Dilinin kemiği yok sanki. Herşeyi öyle rahat anlatıyor ki. Sonra başka kitap daha, bir başkası, bir başkası daha. Paul Auster hayranı oldum çıktım. Hatta böyle facebook'ta onun aforizmasını falan paylaşıyorlar ya sinir oluyorum. Hıh, diyorum ben onun kitaplarını okuyum siz adamın iki cümlesiyle hava atın. (Ukala oluyorum demiştim.)

Şimdi bunlar iyi güzel de sana hangi kitaptan bahsetseler bilmiyorsun işte o kötü. Eee, yazar takip etmekten ancak sınırlı alanda uzmanlaşıyorsun.
"İhsan oktay anar'ı okudun mu?" Hayır!
"Monte kristo kontunu okudun mu?" Hayır!
"Savaş ve barış'ı okumadın mı, inanmıyorum."
Hayır hayır hayır!

Bu gibi sorulara "dünyada bir sürü kitap var." diye genel bir cevap verip geçmek daha çok işime geliyor açıkçası. Nedense "Ben yazar takip ediyorum." demek çok saçma geliyor. Neden derseniz bu stil okuma bana da saçma geliyor da ondan. Halbuki her yazarın, akımın önemli, bilindik eserlerini okusam ortamlarda kitap hakkında  tartışmak daha eğlenceli olabilirdi. Şimdiyse ne ben onların okuduğunu okumuşum ne de onlar benim.

Çağrışım Notu: Galiba tüm insanlar okudukları kitap söz konusu olunca üç yaşındaki çocuktan farksız oluyorlar. ("Benim okuduğum kitabı sen nasıl bilmezsin!) Kardeşim bir git işine ya Yani sen de ben de çok okuyorum diye illaki senin kitaplarını mı okumuş olmam gerekiyor? Tolstoy'u okumak mı zorundayım? Ben sana diyor muyum niye çehov okumuyorsun diye. O da Rus!

Çağrışım Notu: Bir de genelde herkesin sevdiği enis batur'u, gorki'yi, venedik taciri'ni, Halide Edip'i, cengiz aytmatov'u(İtiraf ediyorum), küçük iskender'i, Emile Zola'yı, muzaffer izgü'yü sevmiyorum. Buna da bozuluyorlar he, yahu ben ne diyeyim onlara.

13 Şubat 2011 Pazar

İstanbul'a gelmek Güzel De...

Yolculuk nasıl derseniz yer yer b*k gibi geçti desem yalan olmaz açıkçası. Hemen arkamda iki şımarık çocuğuyla bir anne oturuyordu. Allahım felaket gürültücülerdi. Çocuklar nadiren sessiz olsalar da genelde hep koltuğu sallamakla, tepsileri pat pat açıp kapatmakla, sürekli benim koltuğun altına ayaklarıyla vurmakla meşguldüler. He bir de zırlamak ve sızlanmakla. Onları duymamak için müziğin sesini iyice açıyorum bu sefer koltuk arasından bir kol uzanıp beni dürtüyor, perdemi çekiştiriyor. Anne de bir manyak.  Şakır şakır basıyordu paparayı bebelere. Yok yok. Sınıf içinde çocuklar tamam çok tatlı ama dışarıda tam bir felaketler.

Biliyorsunuz genelde otobüse tercih etmem ama bu sefer çamaşırlarım anca kuruyacağından otobüse binmek gerekti. Otobüse binersem de Nilüfer'e binerim hep. Ama bu sefer Kamil koç'tan aldım. Nedendir bilmem ben bu firmaya bir yerden bir gıcık kapmıştım. Felaket ön yargılıyım. Ama pekala da güzelmiş. Aslında gene pek beğenmedim de şu koltuk arkası ekranın seçeneklerinin çok fonksiyonel olması beni benden aldı doğrusu. Böyle her şeyi elle seçiyorsun. İstersen gelene kadar hep aynı müziği dinle. Ah tabi şu arkadaki veletler olmasaydı bu zevkin keyfini daha rahat çıkarabilirdim.

İstanbul'a geldikten sonra bendeki rahatlığa bakın. E-5 servisleri bizim yurdun önünden geçiyor ama ben "Aaa ne güzel bir kitapmış bu yav" diye diye elimdeki kitabı okurken ineceğim yeri kaçırmaz mıyım? Kafamı bir kaldırdım üsküdardayım. Neyse artık dedim son durağa kadar inmedim. Sonra da çekçekli valiz kullanma ehliyetim olmadığı halde(sürerken kadının tekinin ayağını ezdim.) onu süre süre kız kulesinin oraya kadar yürüdüm. Ama yol beni nasıl sarsmış yürümek açıyor ya hiç otobüse, dolmuşa binecek gibi hissetmiyorum kendimi. Bir taksiye bineyim bari dedim. Taksici inmeme yakın demez mi "Bak yurtta kalıyormuşsun, hadi gece neyse de gündüz niye otobüse binmiyorsun?" Bir de yanlış anlama boşuna paran gitmesin diye söylüyorum diye açıklama yapıyor. Var ya kırk yılın başı bir keyif edelim dedik adam içine etti.

Böyle işte. Pek güzel bir yolculuk sayılmazdı. Yarın da okul başlıyorum. Bakalım...

Elin Oğlu Ana Kuzusu Mu Ne

Şimdi bu asık suratlı kaynana aday adayıyla kılavuz bacımız dün oğlanı akşam getireceğiz diye söz verdi ya dedim ki "Oh, şu ipekli kumaşlara sarmaya kıyamadıkları oğlanı sonunda göreceğiz." Ama akşam telefon ettiler "misafirlerimiz geldi yarın öğlen geleceğiz." diye. Dedim aha yarın bunlar gelmezler.

Annem heyecanlı, anneannem heyecanlı. Boru mu evde kalmış kızlarına ilk defa görücü gelmiş.(pehh!) Sabahleyin  erkenden kalktık. Misafirler on iki gibi gelecekti zira. Ben işin gırgırındayım annem benden heyecanlı. Bir de gergin ki sormayın. "Uff hiç böyle sitresli işleri de sevmem ki, keşke sende ablan gibi 'anne ben evleneceğim, sizinle tanışacaklar' deseydin." deyip duruyor.

Neyse efendim giyindik, süslendik, bu sefer anneannemin gönlü olsun diye gözlük de takmadık. Hafif bir ev makyajı yaptık aşağı indik. Oturduk bekliyoruz ki gelsinler. İşte diyorum "bu sefer kız bakma olayının ne olduğunu içeriden tam olarak anlayabileceğim." Anneannem her zaman hasta olan dedemi bile bayramlık delikanlılar gibi giydirmiş. Ütülü pantolonu ve siyah gömleğinin üstüne giydiği zevkli süveteriyle adamcağız göz dolduruyordu valla. Fakat kötü sürprizin eli kulağındaydı. Birazdan kimseye sormadan telefon kablolarından süzülüp eve yayacaktı kötü mesajını.Tam gelme saatlerinde evi kılavuz kadın aradı.. O anda bir kahkaha atmışım ki sormayın. Annem sus diyor ya dinleyen kim. Ben bir yandan gülüyor bir yandan da "Aha gelmekten vazgeçtiler anne. Sen yaptığın keke yan!" diyorum. Hakikaten de gelmekten vaz geçmişler. Sebebi şu bu. Bilemezsin. Oğlan istemedi diye haber yolladılar. (Ne oğlan ama. Adam otuz yaşında.) Allahım şu hale bak! Daha kendisi görmeden anne anlatışıyla kız beğenilmiyor! (Pısırık herif!)

Bunlar gelmekten vazgeçti ya annemle anneannem benim güzelliğim hakkında kıyasıya iltifatlarda bulunmaya başlamasınlar mı? Sanırsınız ben peri padişahının kızıyım elin oğlu neler kaçırıyor da haberi yok. Mermer gibi kızmışım. (Anneannemin orjinal iltifatları.) Hiç üzülmeyecekmişim. Elimi sallasam ellisiymiş. Kaynana zaten huysuzun tekiymiş. Oğlundan önce gidip kıza bakmak da ne oluyormuş. Falan da filan. Anlayacağınız bunlar benim hatırıma kadında günah falan bırakmadılar.

Peki benim duygularım mı ne? Doğrusu oğlanın gelmediğini öğrendiğimde kahkalara boğulmadan önce derin bir oh çektiğimi hatırlıyorum. Zira dün gece uyumak için gözlerimi kapatırken "Allahım benim bu güldüğüm iş başıma patlarsa ben Türkiye'yi nasıl bırakır giderim?" diyordum. "Ulan daha Türkiye'yi şöyle düzgünce gezemedik bile!"

Yani sonuç olarak oğlanın kendini göreydik iyiydi emme göremedik. Sağlık olsun. Ancak görücülük işleri bana göre değil, anladım. Hadi ben eğleniyorum tamam da iş bozulunca annem ve anneannemi bir türlü üzülmediğime ikna edemiyorum. O kötü işte.

....................

Bu görücülük olayları sırasında kendi kendime nasıl bir eş istediğimi tam anlamıyla düşünme şansım oldu. Onu da söyleyeyim de tam olsun. Benim bilgimle, ilgilendiğim konularla dalga geçmeyecek, entelektüel anlamda gelişimime destek olacak, kafa yapısı liberal olmakla birlikte akılca benden üstün olacak ama beni ezmeyi aklından bile geçirmeyecek. Çok zor görünüyor değil mi böyle birini bulmak.

Not: Aslında böyle bir arkadaşım var. Hem de erkek. Ancak ne ben ona ne de o bana aşık. Hatta bırak gönül ilişkisini neredeyse başka gönüllere olan kırgınlıklarımızı anlatıp birbirimizin omzunda ağlıyoruz o derece yani.

11 Şubat 2011 Cuma

Oğlanın Kendini Göreydik İyiydi

Bu güne kadar bizim aileye gelen sadece bir tane görücü görmüştüm. o da ablama lisedeyken gelmişti. Genellikle bizimkiler herhangi bir görücülük muhabbeti geçtiğinde "Bizim kız okuyor." diye daha başından kestirip atar evimizin kapısına dahi uğratmazlardı onları. Zaten ablamla kız kardeşim kendisi bulmuştu eşlerini. Öyle görücü usulüne ne gerek vardı?

Ancak iş benim gibi dokuz yıl üniversite okumuş 25 yaşında kazık(!) kadar kıza gelince öyle kendimin bulmasını pek bekleyemediler maalesef.

"Çok iyi bir aileymiş, Oğlan Amerika iyi bir işte çalışıyormuş. Durumları iyiymiş."

Eğer bir erkek bir kızı istiyorsa onu yaşına başına bakmadan hemen oğlana dönüşüveririz. Bu değişmez bir kuraldır. İyi bir aile olmasına gelince hangi kılavuz kadın kızın ailesine getirdiği görücüyü kötüler ki? Bizimkilerin tek çekincesiyse çocuğun ailesinin durumunun çok iyi olmasıymış. Çünkü maddi durumlar iyi olan aileler nedense (niyeyese, ne zorları varsa) gelinlerini çalıştırmak istemiyorlar. Bu yüzden bizimkiler için en ideali karısının ve kendisinin alacağı maaşla evi ancak döndürebilen erkekler. Anlayacağız bizimkilerin, zorunluluktan, öyle fazla malda mülkte gözleri yok.

Aslında Yazın İstanbul'a yeni gitmişken ortaya çıkan bu görücülük oyunu benim Ankara il sınırları dışında olmam dolayısıyla sekteye uğramış çoktan unutulup gitmişti. Benim eş aday adayım da yarı yıl tatilinde taa Amerikaları komşu şehir belleyip bir kez daha Türkiye'ye gelince bizim gönüllü kılavuz kadınımız, aile dostumuz  benim olumlu tepkim üzerine oğlanla beraber anneannemlere geleceğini söyledi bugün. De maalesef oğlundan önce kızı kendisi görmek isteyen kaynana aday adayı yüzünden biz Amerika'lıyı hala göremedik!

Aslına bakarsanız bu aralar öyle hemen evleneyim, başım bağlansın gibi bir düşüncem yok. Öyle yurtdışı diye bir sevdam da yok açıkçası. Tamam bir burs çıksa master için oralara koşa koşa gideriz ama orada yaşamak! İşte bu noktada durmak lazım. Türkiye'nin suyu çıkmadı ya. Hele İstanbul'un suyu hiç çıkmadı. Buraları bırakıp elin Amerika'sında yaşamak da neyin nesi. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse bu sefer fena halde merakıma yenildim. Kimmiş şu öve öve yerlere göklere sığdıramadıkları Amerika da görevli velet!

.......................

"Oğlan ilahiyat bitirmiş, hocaymış. Sen yapabilir misin ki hocalarla hıı?"

Bir de annemde genel bir kanı var. Her ilahiyat mezununu şıppadanak hocaymış, tutucuymuş diye yaftalayıveriyor. "Anne" diyorum. "Mesleğini daha bilmiyorsunuz ki." Aslına bakarsanız eskiden bende annem gibi düşünürdüm. Fakat gittiğim tiyatro kursunda ilahiyat mezunu, mesleğinin hocalıkla yakından uzaktan ilgisi olmayan, fırlama Ömer'i tanıdıktan sonra bu ön yargım tamamen silindi. Bir de tabi gönüllü çalıştığım kütüphaneye gelen ilahiyatlı bebeleri gördükten sonra... (Zaten sonradan öğrendik ki oğlanın- bak ben bile oğlan diyorum- mesleği dil rehberliği miymiş neymiş. Hoş Nasıl bir meslektir onu da bilmiyorum ya.)

......................

Neyse efendim, çağırdık geldiler. Ancak önemli bir eksikle beraber! Yanlarında oğlan yok. Olur mu hiç anam babam. Ben sizi buraya gül cemaliniz için mi çağırdım?
Kadın salona girdi, oturdu, bana şöyle baktı baktı baktı. Benden hoşlanmamaya karar verdi, ben de ondan hoşlanmamaya.  Zaten bu memmuniyetsizliğini benim İstanbul'a erken gidişimle bağdaştırdı. Sonra yanlış anlamayalım diye yanındaki kılavuz bacıya "neden bu kızın geldiğini bir hafta önce söylemiyorsun?" dedi, "ben mi evleneceğim, daha bunların bir kaç kere dışarı çıkıp gezmesi ilazım idi." dedi. Dedi dedi dedi. Ancak konuşurken benim "ay parçası" gibi bir kız olduğumu da araya sıkıştırıverdi. (Maksat kızın ailesi kırılmasın!)

Ben sırıtıyorum, gülüyorum ama hiç lafa karışmıyorum. İçimdense "Oğlanın Kendini Göreydik İyiydi" diyorum sadece. Çünkü kendimi biliyorum bu iş olmaz arkadaş diyeceğim. Sadece merak ediyorum o kadar! Anlayacağınız şu görücülük tecrübesini sonuna kadar tatmak istiyorum. Bu yüzden oyunu kuralına göre oynayacağım. Bundan dolayı kadına yani müstakbel kaynana adayıma İstanbul'a giderken bir iki gün opsiyon yapabileceğimi söyledim. (Maksat oğlunu getirsin.)

Not: Yurt dışındaki oğlu için kız bakan anne pek kendini beğenmişti. Sanki Amerika Vespuçi kendisiymiş de keşfini bana lutfediyor gibiydi. (Zaten bana şöyle normaller denk gelmez ki.)

Not2: Anneannem dedi ki "Görücülerin yanında gözlük takarak gözlerinin bozuk olduğunu sergilemek mi zorundaydın?"

Not3: Belki oğulları akşam beni görmeye teşrif ederlermiş.

Notlar çığ gibi büyürken: Bakalım oğlan gelirse izlenimlerimizi yazarız. Gelmezse sen sağ ben selamet.

10 Şubat 2011 Perşembe

Annem ve Düzenli Yaşam!

- Oğlum hani ben kpss'de İstanbul'u yazacağım ya sen de İstanbul'da okumak istiyorsun. Annemde tayinini İstanbul'a mı alsa. Ne güzel düzenli bir hayatımız olur.

dedim ve o anda da ne kadar saçma bir cümle ettiğimi anladım. Zaten ben anlamasam da erkek kardeşimin suratıma attığı bakıştan da bu anlaşılıyordu.

Annem ve düzenli yaşam! Burada biraz durmak lazım.

Kamunun saygın memuru annem hafta içleri işten geldikten sonra eğer salı ya da çarşamba değilse erkenden yatar. Hatta annemin uykusu bizim sülalede tam bir dalga konusudur. Öyle fazla yemek yapmaz. Hatta tatillerde genellikle ben yaparım. Hafta sonları ara ara aklına eserse temizlik yapar. Ya da bir misafir geleceği vakit. Genel de temizliği ben yaparım. Zaten ben İstanbul'da değilken evde bile kalmaz. Direkt anneannemlerin evinde kalır. Bizim ev sadece tatillerde, özel günlerde açılan yazlık gibidir. Haliyle ben evden ayrılırken evde bir şey unuttuysam tatil dönüşü onu aynı yerinde olduğu gibi bulma ihtimalim fazlasıyla yüksektir.

Şİmdi böyle yazdım diye eleştirdiğim, tasvip etmediğim sanılmasın. Bilakis böyle olması beni hiç rahatsız etmiyor. Hatta ara ara anneannem ya da babaannemin evi gelip düzenlemesine daha çok rahatsız oluyorum. Kadının kocası öleli neredeyse yirmi yıl olmuş. Kimseye hesap vermek durumunda değil. Çocuklarını büyütmüş. İşinde gücünde. Ee tatillerde eve gelip temizlik yapan, yemek pişiren kızı da var. Daha ne olsun.

Hem onun bu salaş hali bizimle ilişkilerine de yansımış. Zaten benim en çok hoşuma giden durum da bu. Haber verdikten sonra eve kaç gibi geleceğinle, hangi arkadaşınla buluşacağınla, ne giyineceğinle falan hiç ilgilenmiyor. Hatta aslına bakarsanız benim temizlik, yemek yapmamla falan da ilgilenmiyor. (Erkek kardeşimin evi batırmasına da ben sinirlendim zaten.)

Bu rahatlık annemle konuşmalarımıza da yansımış. Onunla sanat, edebiyat, kitap, siyaset gibi konularda tıpkı samimi arkadaşlarımla konuştuğum kadar keyif alıyorum. (Tabi ara ara bir "elif şafak-aşk dedim, yazarın edebiyat anlayışından girdi dostoyevski'den çıktı" gibi tepkileri de olmuyor değil.)

Zaten benim babaanneme bu kadar sinirlenmemin sebebi de bu. Kadın geldiğinde bir anda akşam televizyon etrafına toplanmış geleneksel aile haline dönüyoruz. Asla bulaşık makinesinde bulaşıklar beklemiyor, salçalar, ve sıvı yağlar illaki cam kaba konuyor. Aynı saatte uyanıyor, aynı saatte yemek yiyoruz. Bu arada çalışan kadın da olsan, mutlaka bir kap yemek pişirmen gerektiğin dikte ediliyor. (Var ya bu yaz da amcamın kızı evleniyor. Annemle ne yapsam nerelere saklansam bilemiyorum vallahi.)

Yani demem o ki annem İstanbul'a gelip de bir ev tuttuğumuzda yine eskisi gibi "öğrenci evi" yaşantımıza devam edeceğiz. Ben de çalışıyor olacağıma göre öyle fazla temizlik falan da yapacak gibi de durmuyorum. Artık hafta da bir yardımcı kadın çağırırız eve.

Not: Aslında bizim de kendimize göre(!) bir düzenli yaşam anlayışımız var.

Not2: Resimdeki kadın değil mi? Çelişkide kaldım.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Şimdi Dikkat Buyrun!


Bir insanı, hayvanı ne bileyim cansız bir şeyi seviyorsanız lafı dönüp dolaştırıp ona getirirsiniz değil mi? Şimdi o her neyse onu sevdiğinizi başka insanların bilmesini istemiyorsanız, zihninizde türlü dalavereler yapıp sanki konu oraya tesadüf eseri gelmiş gibi yapar gene ondan bahsedersiniz değil mi? Zira insan sevdiği, değer verdiği şeyleri sürekli anmak ister. Pekala anlaştık. Ancak, sorun şu! Lafı döndürüp dolaştıran kişinin ben ciğerini tanıyor ve burnuma bu aralar kötü kokuları geliyorsa ne olacak? Ama yok ben bu sefer hiçbir şeye karışmamaya kararlıyım.

Biz insanlar böyle garibiz işte. Kendi kendimize ne güzel yalanlar söylediğimizi, ne fırıldaklar çevirdiğimizi heyecanla fısıldarız da dışarıdan anlaşılacağına ihtimal dahi vermeyiz. Halbuki doğruyu söylemek en güzeli hem de en kolayı değil mi? Ne diye gerçeği söylemiyorsun. Neden korkuyorsun. Neden böyle çekincelerde bulunuyorsun? Halbuki bir bilsen bu şekilde gözümde değerin iyice düşüyor. Seviyorsan adam gibi seviyorum de! Tamam sevdiğin şey onaylanacak gibi değil ama biz de burada adam öldürecek değiliz herhalde.

Şimdi diyeceksiniz ki “Öyle üstü kapalı yazdın ki, hiçbir şey anlamadık.” Açıkçası bu sefer tamamen içimi boşaltmak için yazdım. Başkaca bir sebebi yok. Ve şu işe bakın ki işe yaradı. Oh be! Bu anı bekliyormuşum demek ki. 

Şimdi ilk fırsatta yapmam gereken çamura yatıp da gerçekleri diğer kulağından tutunca benim anlamadığımı sanan kişiye ne hali varsa onu görmesini söyleyip bir an önce şu içimdeki alevleri söndürmek. Bu ne ya! Oyun mu oynuyoruz burada.  

5 Şubat 2011 Cumartesi

Erkek Kardeşim Ders Çalışıyormuş!

İzmir'den pazartesi günü nihayet Ankara'ya gelebildim ya beni kötü bir sürpriz bekliyormuş meğerse. Erkek kardeşim dersanesinden bir kaç arkadaşını eve çağırmış güya kendi kendilerine ders çalışacaklar. Anneme sormuş "gelebilirler mi, ama bak evde sadece biz olacağız." diye. annem de tamam demiş. Ancak farketmemiş ki erkek kardeşimin programı benim İzmir'den geldiğim günle çakışıyor. Bir de üstüne kız kardeşim de benimle aynı gün İstanbul'dan çıkıp gelmez mi? Resmen cuma'ya kadar annem ve kız kardeşimle alt kattaki anneannemlerin misafir odasında ev içinde ev olduk.

Neyse cuma günü neden sonra arkadaşları gitti de eve girebildik. Aslında girmekte biraz zorlandık diyebilirim. Ev resmen savaş alanıydı. Mutfakta dizi dizi bulaşıklar, salondaki yemek masasında yenmiş ama hala kaldırılmamış bir sofra, oturma orasındaki kuruyemiş kabukları, her tarafta üstü açık yatak ve çorap, parfüm, erkek teri, ve havasızlıktan müteşekkil bir koku. Şahsen o anda bir kez daha burnumun iyi koku alamamasına şükrettim.

Kaşıklıkta ne kaşık, çatal kalmış ne de bıçak. Neredeyse bütün tabak, kase ve tencereler bulaşık gibiydi. Düşünsenize raftaki tüm bardaklar bulaşık olduğundan son kolalarını dondurma kupalarında içmişler. 

Ara ara kız kardeşim yukarı çıkıp gerçekten çalışıp çalışmadıklarını kontrol etti, hakikaten de çalışıyorlarmış. Tamam helali hoş olsun ama bu kadar da etraf dağıtılmaz ki canım. Valla daha makyaj kısmı bitti. Asıl temizliği yarın yapacağım.

Yok yok benim imtihanım bu. Temizleyeceğiz el mahkum! Neyse allahtan bulaşık makinesi var :)