Nerede yaşarsan yaşa er geç seni de "kabuğunu çatlatamayan civciv psikolojisi" kıskıvrak yakalayacaktır. İster New York, Paris, İstanbul, Londra kadar kozmapolit bir şehirde istersen Kırşehir'in küçücük bir kasabasında hayatını kurmuş ol sorun değil. Sorun olan ne biliyor musunuz? İnsanın zaman zaman yaşadığı çevreden başka yerlerinde olduğu inancını kalben ispat etmek istemesi. Televizyonla, internetle olacak şey değil bu. Bilakis gidecek görecek, yolun sonsuzluğuna kendini bırakacaksın.
Geçen Hafta 23 Nisan tatilinde terminale gittim Diyarbakır'a yakın ve masrafı ucuz olan şehirleri araştırıp içlerinde Şanlıurfa da karar kıldım. ve ilk otobüse bindim. Tamam buraya kadar her şey normal. Her zamanki yaptığım türden bir yolculuk. Farklı olansa şehri hiç gezmemiş olmam. Urfa terminaline vardığımda orada bir saat oyalanıp Diyarbakır'a geri döndüm. Amaç neydi peki? Amaç yoldu. Amaç sonsuzluk duygusuydu. Amaç uzun süredir Diyarbakır sınırından burnunu dahi uzatamamış biri olarak çekip gidebilme ihtimali olduğunu hissedebilme ihtiyacımdı.
Aslında her şey 23 Nisandan hemen önceki cuma günü başladı. Ana sınıfı malzemelerini götürmek için yanıma seyahatlerde kullandığım sırt çantasını almıştım. Sonra dersler, tören bitti. Biz köyden Diyarbakır'a döndük. Eve gitmedim. Canım çok sıkılıyordu. Sülüklü handa kendime bir şeyler ısmarladım. Çantam masanın kenarındaydı. Tatil zamanı ya gezginlerin de bir kısmı çantasıyla hana gelmişti. İçimde kıpırtılar baş göstermeye başladı. Garsonlar da zaten gezgin muamelesi yapıyordu bana. Sonra handan dışarı çıkıp yürümeye başladım. Yolda karşılaştığım tanıdıkların söylediklerinden, insanların bakışlarından da belliydi ki çoktan üzerime gezgin duruşu gelmişti. Üzerimi kocaman bir hüzün kapladı. Kapana kısılmışlık, kabuğunu kıramamazlık, sıkıştırılmışlık duygusu- artık adına ne derseniz, ondan- geldi bana. Ya hu bu şehre geldiğim 5 Şubat akşamından beri Diyarbakır'dan dışarıya burnumu bile uzatmamıştım. Daha fenası neredeyse tüm arkadaşlarım bir yerlere gezmeye gitmiş, üstüne üstlük bir de sevgilimle görünüşte hafif, içindeyse ağır sürtüşme yaşamıştım. Bende gittim 23 Nisan sabahı terminale, yine "ne ayak bu kız" bakışları eşliğinde Diyarbakır'a komşu illerin tek tek otobüs saatlerini, bilet fiyatlarını sordum. En uygunu Urfa geldi. 9.30 otobüsüne bilet aldım.
Aslında tren severim biliyorsunuz. Ama burada günü birlik şeyler için böyle bir şansım yok. Fakat nasıl sıkıldıysam otobüs koltuğuna bildiğimde öyle huzurla doldum ki böyle bir huzur yok dedim. Ta ki şöför kontağı çevirip yol almaya başlayıncaya kadar. Asıl huzur yolun akıp gitmesiymiş meğer. Hatta otobüs koltuk aralarının dar, muavinin bir tuhaf, çocuk ağlamaların gırla olması, üstüne üstlük yolun son bir saatini, biletimi iki kişiye sattıkları için, muavin koltuğunda geçirmem bile bu huzurun kaybolmasına izin vermedi. Sonra yol bitti. Otobüsten inip terminal civarını dolandım. Diğer otobüsün saati geldi. Bindim ve Diyarbakır'a döndüm.
Gidiş huzursa dönüş rahatlamaydı benim için. Bedenim gevşemiş, gözlerimse yavaş yavaş uykuya selam çakmaya hazırlanıyordu. Mutluydum ya hu. Şanlıurfa'ya hiç bir şey yapmamak için gittiğim için mutluydum. Can sıkıntım geçtiği için, huzursuzluğun yan etkisi olan fazla enerji yerini tatlı bir yorgunluğa bıraktığı için mutluydum.
Bu şekilde de eve vardım. Ev arkadaşlarıma kayıtsız bir şekilde Urfa'ya gidip hiç bir şey yapmadan döndüğümü anlattım. Onları şaşkın surat ifadeleriyle arkamda bırakıp odama gittim