Sayfalar

26 Haziran 2013 Çarşamba

Bir Takım Mevzular...

Türkiye'de en  çok doğulan ayın ocak olduğuna karar verdim. Hatta bir ocak. Tabi bununla ilgili bir araştırma yapmış değilim. Benimkisi sadece sınırlı bir gözlem. Güney doğu daha doğrusu Diyarbakır gözlemi. Orada ne kadar bir ocak doğumlu insan gördüysem hep asıl doğum günlerinin o gün olmadığını, babalarının akıllarına gelen ilk tarih bu olduğu için bir ocak yazdırdıklarını söylüyorlar.

Aslında babalar da bir yerde haklı. Ee kırsal kesim; tarla var, hayvan var; sonra kışın karı, buzu, soğuğu var. Ha deyince nasıl şehre ineceksin? Düşünün bundan en az yirmi yıl öncesi. Tabi doğum günlerini eşlerine sorsalar iyi ederlerdi. Zira bilirsiniz, tarihleri genelde sadece biz kadınlar hatırlarız.

Bir de bu konudan hareketle aklıma saçma sapan bir soru geliyor. Bu insanların burçlarını nasıl tespit edeceğiz? Hoş, sanki burcunu bilmezsem tam olarak tanıyamazmışım gibi. Bunlar hem Amerika'nın empozeleri işte(!)

Tabi mevzularımın arasında sadece bunlar yok. Mesela yavaş arabaların neden sol şeritte gitmekte ısrar ettiklerini merak ediyorum.

Sonra bonesiz havuza giren insanların neyin ispatında olduklarını.

Sonra bozuk para tümleyen marketlerin sana lütfedermiş gibi darvanmalarını. Asıl ben lütfediyorum onlara. Yoksa az ilerideki diğer markete de gidebilirdim. Bozuk parasız kalınca kıvrım kıvrım kıvranıyorlar ama n'aber.

Sonra şu müşteriye doymuş kafelerdeki garson kibrini de beni öldürüyor. Daha şaşılası olan şeyse bu kibre bayılan insanların da aramızda var olması. Gerçekten he, böyle normal insan gibi yürüyor geziyor, bunlar.

* * *

Neyse bu düşünce yağmurları uzar. 
En iyisi ben gider, Bihter ölür, Behlül Kaçar:)

24 Haziran 2013 Pazartesi

Bu da Benim Metrobüs Anım

Metrobüse  bineceğim. Sabahın en civcivli zamanı. Biliyorum ne kadar beklersem bekleyeyim asla  o upuzun yolu oturarak gidemeyeceğim. Neyse el mahkum "bari sırtımızı rahat bir yere dayarız." diyerekten içeri sür'atle dalıyorum.

Sırtımı yasladığım yerin hemen yanındaki koltukta olağan bir kavga var. Bilirsiniz klasik yer kavgası. Tam kulaklığı çıkartıp telefondan müzik açacak kadar sıkıcı bir olay diyordum ki "Bakayım nelere benziyor bunlar, belki anlatacak malzeme bulurum." dedim ve birden mal bulmuş mağribi gibi oldum. Bir oturana,  bir de ayaktaki yaşlı adama baktım ki, bunlar aynı kişi! Bir an ayna yanılması sandım hatta. Hayır hayır siz ikiz diyebilirsiniz belki onlara ama bence ikizden de öte. Tıpatıp aynıydılar. Zayıflıkları, sekiz köşeli kasketin altından çıkan bembeyaz saçları, avurtları içine çökmüş yanakları, kamburlukları, gözleri, mimikleri hepsi hepsi aynıydı. Hatta bu yetmiyormuş gibi ceketleri, gömlekleri ve pantolonlarıyla da bir örnektiler. Hani küçük kardeşleri aynı giydirme gibi abuk bir hastalık vardır, bilirsiniz. Sanki bunların üzerine onulmaz bir şekilde yapışmış bu gelenek. Anlayacağız kavgalarını bıraktım, hayretle yaşlı amcaları izliyorum.

Tabi kavga benden habersiz dur durak bilmeden devam ediyordu. Ayaktaki adam ikizine "Niye benim oturacağım yeri veriyorsun?" diye kızıyor bir yandan da yerini gasp ettiğini düşündüğü şişko adama "kardeşim poşet konmuş koltuğa oturmak var mı?" diye sayıştırıyordu ki birden Aaah! diye çığlık atarak metrobüsten iniverdi. Yalnız bu arada çok güzel bir şey oldu. Oturan kopya amca da indi kardeşinin arkasından. Ben pusuda bekleyen kedi kaçırır mı? En ıslak kedi yavrusu bakışımı takınarak öyle bir baktım ki koltuğa, "Geç, bacım sen oturuver." dediler acıyarak. Hemen oturdum tabi.

Ve metrobüs hareket etmeye başladı. Dışardaki renkli fotokobiler hala birbirleriyle kavga etmekle meşgul. Bense şöyle bir baktım diğer insanlara, benden başka kimse bu ikiz ve hala birbirlerinin tıpatıpı olaya azmetmiş yaşlılara hayret etmemiş gibi duruyordu.