Sayfalar

27 Aralık 2011 Salı

İkramiye Bana Çıkarsa Diye Ne hayaller Kuruyorum Ne Hayaller

Benim de bir milli piyango biletim var artık. Tamam biliyorum çıkma ihtimali milyonda birden bile az ama işte umut dünyası. Bu bünye daha çekiliş yapmadan hayal kurmaya başladı.

Sevgili okuyucularım şu 10 milyon tl bir bana çıksın, hesapladım ekmek elden su gölden, rahat rahat, geniş geniş üç sene boyunca, hiç ara vermeden gezebiliyorum. Hem de her yeri. Tabi gözümü gezme hırsı bürüyünce faiz maiz hak getire. Acaba diyorum bankaya yatırsam da ölene kadar gezmeyi garantilesem mi? Ay, allahım yerabbim. Bak gene heyecanlara gark oldum. Ya da durun durun, şöyle yapayım ben. Nasıl olsa artık param var ya istediğim ilçeye, şehre gider oranın ilçe milli eğitimine başvururum. Her dönem bir yerde ücretli öğretmenliğimi rahat rahat yaparım. Hem her yerde yaşama fırsatı bulur hem de hoop, bir uçak, o hafta sonu canım nereyi çekerse artık, gezer gelirim.

Şimdi hiç bir şey yapmadan sadece "gez gez gez" yapmak da çok güzel olurdu ya insan azıcık çalışmalı ki gezmeyi özlesin değil mi anacım? Hem şu yarım dönemdir farkettim ki ben bu mesleği üstüne para verip bile yaparım. O kadar çok seviyorum yani. Yalnız şu kpss olayı yok mu beni benden alıyor işte.

Ayy, aman ya bu hayaller beni bitirmeden ben kendime gelsem iyi olacak. Şu sınava da çalışayım da seneye köye möye bir yere atanayım artık.

Not: Bak, sakın bana büyük ikramiyeyi kazanırsan, niye kendi ana okulunu açmıyorsun ki demeyin. Yolarım! Ben devlet eğitimine inanıyorum. Bedava eğitime.

Not2: Ay bir de "çıktı mı ikramiye ehe ehe" demeyin. Sonuçta çıksa bile buraya yazmam, değil mi?

Of of of! Ben en iyisi iyice uçmadan ve ukalalaşmadan gideyim. 

24 Aralık 2011 Cumartesi

Ve Kitap gibi Kız Sonunda Mim Yazısını Yazar.

Uzun süredir yazmıyordum sağolsun üç arkadaş beni mimlemiş. sparrow, adamın biri ve çiğdem. 

Hakkımda yedi tane gerçeği yazmam gerekiyormuş. Ufuu açılım yapacağız desenize. Hadi başlayalım o zaman.

1. Manyak gibi kendi burcumu okuyup kendimle gurur duyarım. "Vay anasını biz akrepler ne tuhaf yaratıklarmışız" diye haz üstüne haz alırım. He, yapıyorum bunları da ne alaka yani. Galiba ben beni bana anlatan şeyler bağımlısıyım.

2. Madem burçlar konusuna girdik, bir de deli gibi dünlük (Evet, günlük değil dünlük) burç yorumlarımı okurum. Bakalım beni iyi tahmin edebilmişler mi? Şimdiye kadar msn'deki yasemin boranla twitburc tahmin konusunda başa baş gidiyorlar. Ama gene de kimse yüzde yüz bir başarı sağlayamadı. Bakalım yeni yılda onlardan daha iyi bir performans bekliyorum.

3. Yaz, kış, hafta içi, hafta sonu sürekli saat sabah 6 olmadan uyanıyorum. Bu benim için güzel bir şey tabi de zaman zaman eve gelen misafirler için kötü oluyor. Sabahları gürültücü insanım zira.

4. Bundan yaklaşık 6 sene evvel Hacettepe'de okurken bana "kaygı bozukluğu" teşhisi konmuştu. İlaç, terapi derken geçti gitti. Ancak bu bozukluğun yerini "görünürde gamsızlık sendromu" aldı. Misal hayatımda pek çok insana travma yaşatacak derecede büyük şeyler olduğunda (sevgili terketmesi, trafik kazası, aileden birinin ölmesi, ıssız yollarda bir başına kalmak vs.) hemen durup "Bak, sen sana lazımsın, hemen aklını topla, ne yapabileceğini hesapla ve bu durumdan bir an önce kurtul." deyip kendimi kontrol altında tutuyor ve dibe batmamaya çalışıyorum. Ve doğrusu şimdiye kadar da hiç başarısızlığa uğramadım. Yalnız bu yaptıklarımın bir yan etkisi de açığa çıkmadı değil. "Gamsız" yaftası yemek. "Gamsız ya, hiç bir şey için üzülmüyor." Ya da "Onun o 'amaan' derken ki omuz silkmesi yok mu?" gibi cümleler benim için en çok söylenenler arasında top10.
En çok da erkekler şoka giriyor yalnız. Terk edildiğinde ya da reddedildiğinde üzülmeyen bir kız.
Üzgünüm aklımın yerinde ve kaygılarımın makul seviyede olması yaşadığım her şeyden çok daha önemli.

5. Sigara içmiyorum. Hatta kadın olsun, erkek olsun, sigara içmeyen insanları kutluyor ve kutsuyorum. Ama yine de sigara içmeyen bir erkek bana uzayın hangi kara deliğinden geldiği belli olmayan garip bir yaratıkmış gibi geliyor. O kadar çok sigara içen erkekli bir aileye sahibim ki sigara içmeyen değil sigara içen erkekler normal geliyor bana.

6. Resmi olamıyorum. Laubali bir yapım var. Ancak buna rağmen karşıdaki hakaret çizgisini aşarsa tak diye "portakal orda kal!" diyorum. İnsanlar beklemedikleri için küsüyorlar. (Bu arada küsenlerin peşinden nadir koşarım. Çok da tınn.)

7. Yalnızlığı seven bir insanım. Fakat farkettim ki "ben yalnız kalmak istemeliyim ama insanlar beni yalnız bırakmamalı." (Tercümesi: Off, bu zamana kadar yalnız kalmayı seven bir insanım ben diyordum ya sosyal bir insanmışım ben allah kahretsin.)

şimdi mimlediğim kişilere geçiyorum efendim, arz ederim.


Not: Reklam alacağım lan artık bloga. Akmasa da damlar :)

11 Aralık 2011 Pazar

Bit Yoluna Gitti Niyazi


Dikkat! Bu yazı hassas insanlar üzerinde kaşıntı yan etkisi oluşturabilir. Bilginize...

Evet, geleneksel ilköğretim bit salgınına hoş geldiniz. Eğer sizde bu eğlenceli kan bağımlısı hayvan deneyimini yaşamak istiyorsanız şu taraftan, sadece izleyici olarak katılmak istiyorsanız bu taraftan geliniz. Şu tarafta bitli kafalardan oluşan bir gürüh bu tarafta ise koruyucu ve engelleyici ilaçların bulunduğu insanlar vardır.

.....

Yahu paranoyaklaşmama az kaldı. Bit görüldü okulumda. Duyduğum anda da her tarafımı bir kaşıntı tuttu. Tamam hangi birimiz ilkokulda bitlenmedik ki? Hele ben. Sınıfta Nuray diye bir kız vardı. Bitleri inlerinden bizim sınıfa hep o taşırdı. Annem bizi tertemiz yıkar, paklar ama Nuray'ın annesi onunla hiç ilgilenmediğinden ondan bizim yeni temizlenmiş kafalara hurraaa, bitler uçuşuverirdi. Ulan bir dönem çocukluk hayallerimin, sırf bu nuray ve bit ikilisi yüzünden, içine edildi. Ortaokula geldiğimde fen bilgisi öğretmeni atomların çok küçük oluşunu “bit kadar bile değil” diye anlatırken resmen ensemden sırtıma doğru bir ürperti geçerdi. Şimdi gördünüz mü, gene geldi bu pislik hayvanlar, beni buldu. Zaten hep demezler mi “istemediğin bit, pardon, ot burnunda biter.” diye.

Okulda gördüm ya hemen öğlenleyin eczaneye koştum. Çok çok uzak bir eczaneye!

- Bit şampuanı alabilir miyim?
- Hangisinden han'fendi?
- Hangisi iyiyse ondan.
- İhtimal için mi yoksa temizlenmek için mi? (Ulan millet duymadan çabucak gazete kağıdına sarıp versen olmaz sanki.)
- İhtimal için.

Böyle böyle inatla bir kaç garip soruyla beni iyice terlettikten sonra en nihayetinde verdi ilacı. Ancak eczanenin içindeki müşterilerin bana bitli kız diye baktıklarına eminim.

Ama var ya salaklık bende. Ya hu öğretmensin işte. Bebelerle sürekli yakın temasta bulunuyorsun. Ne demeye vakti zamanında bir kaç kutu alıp depolamadın ki? Böylelikle “Eyvah bana geçti mi, geçmedi mi?” nidalarındansa her hafta saçını bu şampuanla yıkarsın, bitlerden korunursun.
Bunu da ilacın prespektüsünden öğrendim zaten. Bakın cümleyi aynen buraya alıyorum.

“Koruyucu olarak, risk süresince haftada bir defa uygulanması önerilir.”

Açıkçası bence herkes her zaman risk altında olabileceğine göre, hepimizin mutlaka haftada bir bu şampuandan kullanması gerekli. Hem fiyatı da ucuz be. 5TL. Saçları da diğer şampunalar gibi yumuşacık yapıyor hem. Dur bedava reklamını da yapayım. “ANTİ-BİT Şampuan”

Ulan yıkayın işte ne olur. Otobüse biniyoruz, kafalar dip dibe. Kimin kafası temiz kimin kirli bilemezsin ki?

Not: Sparrow beni mimlemişti ama bu konuyu yazmam gerekiyordu. Bu yüzden mimi bir sonraki yazıya bıraktım :(

5 Aralık 2011 Pazartesi

Aman da Aman Kayseri'ye de Gidermişim

Geçen cuma dersten çıkmış yorgun argın durağa doğru yürüyordum ki karşıdan tren garını gördüm. Hoş günde en az iki kere görüyorum onu ama bu sefer başka bakıyordu bana. Şey der gibi. "Hadi gir içime. Al bir bilet, nereye olursa olsun." Gezgin ruhum karıncalanmaya başladı. İçeri girdim. Baktım, gece binip sabah inebileceğim, sonra gene gece binip sabah Polatlı'da olabileceğim seçenekler arasında en uygunu Kayseri geldi. Ona gidiş dönüş bileti aldım. Alırken yine biletçi kişizadenin tuhaf bakışlarına maruz kaldım. "Hmm... Günü birlik gezi. Allah allah..." "Ya sormayın" demek isterdim ona. "Gizli, çok gizli, top secret, ultra bir aşığım var. Onu ziyarete gidiyorum." Maalesef ufak çaplı bir araştırmamda gördüm ki, günü birlik, yalnız yapılan gezilerin pek çoğunun gizli sevgili için yapıldığına dair bir inanış var. 

Neyse efendim, gardan çıktıktan sonra eve geldim. Bir kaç sandviç yaptım, sabun, peçete gibi elzem eşyaları koca kol çantama yerleştirdim. Netbook'umu ve yedek hırka şal gibi şeyleri de çantanın içine tıkıştırdıktan sonra yolculuk saatini bekledim. Gece gece gara gittim. Sandviçlerden birini özellikle yumurtalı yaptım ki, tren zaten yumurta kokacak, bari bana kokmasın diye. Ama inanır mısınız tren bir boştu bir boştu, bir temizdi bir temizdi vallahi acıktığımda yumurtalı ekmeği yiyene kadar kırk takla attım. Adeta vagondaki az sayıda insanın hepsinin uyumasını bekledim desem yeridir. Zaten öyle hızlıca yutttum ki ekmeği, biri çıkıp "Öf ne bu yumurta kokusu!" dese ben de ona katılıp "Vay görgüsüzler!" diye laf savurabilirdim. O derece yediğim şeye yabancılaştım yani.

Genel olarak tren yolculuğu rahat geçti. Zaten yolun büyük bir bölümünde uyudum. Gözlerimi açtığımda Kayseri'ye varmamıza iki saat vardı. Yumurtalı ekmeği de o arada hüpletmişler zaten. (Artık kim yediyse, bilemicem.) 

Bu seferki gezi de oyun olsun istedim. Kendime bir hikaye uydurdum.
"Adım Zehra. Sınıf öğretmenliğinden mezun oldum. Atanamadım. İstanbul'da Yaşıyorum. Evet, Acıbadem'de. Geziyorum. Yeni evliyim. Kocam kaptan. Evlendikten iki hafta sonra sefere çıktı. Şimdi İtalya açıklarında olması gerek. Yoo hayır, gezmelerime karışmaz. Niye karışsın ki, kendisi o Japonya senin, bu Macaristan benim gezerken benim ondan neyim eksik? Evde onun dönüşünü mü bekleyim kukumav kuşu gibi. Annem'le babam ben çok küçükken ayrılmış. Babam İzmir'de yaşıyordu, Allah rahmet eylesin üç sene önce vefat etti. Onunla hep böyle tren gezilerine çıkardık. Şimdi o yok ben de yalnız geziyorum."

Ama allah kahretsin bir kere bile "sen necisin, adın ne" diyen olmadı. Hayır öyle emindim ki soracaklarına. Zira nereye gitsem sormuşlardı. Neyse olsun. Ben de artık bir iki müze gezdim, yemek yedim, çarşısında dolandım. Akşama doğru da kapağı masalı sandalyeli bir kitapçıya atıp trenin gelişini bekledim.

Dönüşte de artık nasıl uyuduysam az kalsın Polatlı'yı kaçırıp Eskişehir'e devam edecektim. Fakat ohh, pazar sabahı evime vardığımda mutluydum. Valla çakralarım açıldı ayol.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Ulvi Değer Tabuları

Bayramda evime arkadaşım geldi. Birlikte gezdik, yemek yedik, başımız ağrıyana kadar sohbet ettik. Vel hasılı kelam çok eğlendik. Üniversitedeyken sürekli müzelere giderdik. Böyle garip bir, sergilenen nesne manyaklığımız vardı. İkimizde hala böyle bir özelliğimiz var mı diye çok merak ettiğimizden Ankara'da attık kendimizi müzelere. Savaş, tarih, sanat, arkeoloji müzeleri vs. Peki ne mi oldu dersiniz? Ben Resim heykel müzesi hariç hiç birini sevmedim. Bir gram bile. Hatta bildiğiniz kendime kızdım. "Kızım kendine gel. Bu zamana kadar müze derdin de hiç bir şey demezdin. Ne sergilense giderdin. Hayır, ilkokul öğrencileri kendi yaptığı abidik gubidik resimlerden müze yapmışlar deseler ona bile koşardın. Ne oldu sana?" Ben anladım ama ne olduğunu. Uzun üniversite döneminde sünger gibi herşeyi emmeye çalışan beynim sonunda tercih yapmaya karar vermiş olacak ki, sanat müzeleri hariç sıkıldığını dünya aleme ilan etmiş bulunuyor.

Efendim açıklayayım. Açıkçası artık müze gezmeye bayılırım demek çok aptalca. Hayır. Sen ne seviyorsun da onu gezmek istiyorsun orada. Resim, enstalasyon, antik eser, antik heykel, çanak çömlek, tarih, kurtuluş savaşı? Hangisi? 

Arkeoloji müzelerine eğer araştırmadan gitmişsem antik heykeller yoksa tabak, çanak, boncuk, sikke görmekten gına geliyor açıkçası. Çünkü ne olduklarını bilmiyorum. Kabartmalar, steller neyi anlatıyor acaba. Tümülüs ne demek? Yok bunları bilmiyorsam üzerinde "arkaik dönem bir kolye ucu" yazıyormuş da ne gam. Bu yüzden biliyorum, bu konuda daha çok okumam gerekiyor.

Tarih ve savaş müzelerine gelince, açıkçası belki de okullardaki sıkıcı tarih derslerinden olsa gerek, pufflayıp kalıyorum oralarda. Duvarlarda dip dibe kongre resimleri, askerlerin kişisel eşyaları falan. Belki de küçüklüğümden beri böyle yerlere çok gittiğimden benim için işin hiç bir esprisi kalmamış olabilir. Ne bileyim sanki Kütahya'daki ile Afyon'dakinin hiç bir farkı yok. Ama oralara girdiğimde beni basan kasvet içimdeki vicdan azabının bam teline de dokunuyor. Acaba milli hissiyatım yok mu? O kadar mı bencilim ben. Ama sonra anti vicdan şahıs devreye giriyor. Hayır müzelerdeki eserler, fotoğraflar düzgün sergilenmiyor ki anasını satayım. Aslında bak bu doğru. Milli değerlerimizi öyle bir kutsallaştırmışız ki eleştirsek başımıza taş yağacak gibi hissediyor, bir şey diyemiyoruz. Misal Anıtkabir. Dur bak, farklı bir konuya dalıyorum. En iyisi satır başı yapmak.

Anıtkabir'in yerinin nasıl seçildiğini biliyor musunuz? Şimdiki bulunduğu yer eskiden Rasattepeymiş. Anıtkabir'in kurulması için uygun bir yer ararken şehre hakim yapısından dolayı burayı seçmişler. Ama aslında Rasattepe bir tümülüsten başka bir şey değilmiş. Yani üzeri yığma toprak olan bir antik mezar. Ancak bu hiç durdurmamış o zamanın insanlarını. Üzerine yapılacak ağır yapı çökmesin diye fazladan para harcama pahasına yükseltivermişler Anıtkabir'i. Yalnız ne ironidir ki Anadolu tarihi Atatürk'ün talimatıyla araştırılmaya başlanırken yine onun anıtı bir antik mezarın üzerine kuruluyor ve içinde ne var ne yok, hangi ünlü kişinin mezarıdır, araştırılmaya tenezzül bile edilmiyor. Halbuki antik dönemde tümülüslere sadece ceset konulmaz aynı zamanda onun öteki dünyada kullanacağı varsayılan eşyalarda beraberinde gömülürdü. Yani anlayacağınız şimdi Anırkabir'in altında kim bilir ne eserler var gün yüzüne çıkamamış. 

Şimdi bir çokları bu paragraftan dolayı bana sinirlenebilir. Olay ne anladınız mı? Bazı değerlerimizi yüceltirken aynı zamanda onları öyle gereksiz tabular haline getiriyoruz ki. Atatürk'ün ölümünden sonra yapılan Anıtkabir'in konumunu eleştirirken sizce Mustafa Kemal Paşa'nın hatırasına saygısızlık ediyor muyum ben? Yahu "Beni Rasattepe'ye gömün." diye bir vasiyeti bile yok!

Bir de bizde milletçe bir şey var. Bir değeri yücelteceğiz diye başka bir değeri yıkmak, gizlemek, yok saymak.

Ayasofya'nın başına gelenler örneğin. Az buçuk sanat tarihi vs. alanlar osmanlıların yaptıkları camilerde hep ayasofyayı kendilerine örnek aldıklarını bilirler. (Taa m.s. 537 yılında yapımı biten Ayasofya ayarında ibadethaneleri biz tee ne zaman yakalayabilmişiz. Misal Sultan Ahmet camii. Yapımı 1616 da bitmiş. ) İstanbul fethediliyor. Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'yı cami'ye çeviriyor. Üzerindeki o canım mozaiklerde, camide suret olamayacağından dolayı, çinilerle kapatılıyor. ve diyor ki "bu yapıyı cami haricinde kullananlara lanet olsun." Ancak bana göre yaptığı dahiyane bir siyasetten başka bir şey değil. Eski medeniyetin en görkemli yapısını al, kendi medeniyetinin parçası haline getir. Şey gibi "biz bu topraklarda hep vardık aslında." Bu varan bir. Peki varan iki. Cumhuriyet kurulur, hanedan kovulur ve Ayasofya camii bu kez müzeye çevrilir. Eski mozaiklere ulaşılabilmek için de, üzerinden yaklaşık beş yüzyıl geçmiş, artık tarihi eser olmuş, çiniler sökülür bu seferde. Yani yine eski medeniyetin izini silme politikası.

Kızmıyorum bakın olanlara. Sadece bir resim göstermeye çalışıyorum. Diyorum ki yeni medeniyet kurulurken eskilerimiz hep tahrip ediliyor, harcanıyor ve bunlar da öyle ulvi değerlerle bize pazarlanmaya çalışılıyor ki eleştirmeye kalksak önce kendi kendimizi kınıyoruz.

Yahu keşke kendi tarihimizi hatalarıyla sevaplarıyla olduğu gibi kabul edebilseydik. Keşke korkmadan, çekinmeden rahatça eleştirebilseydik. O zaman tarihi şahsiyetlerimizi marazi değilde sağlıklı bir şekilde severdik. Bizim olduğu için, bizden olduğu için.

* * *

Aman, nereden nereye atladım. En iyisi ben kaçayım.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Başıma Bir İş Gelecekse: Ankara


İstanbul'da dört sene kaldım, kaç tane yer gezdim başıma bir iş gelmedi de ne gelecekse hep Ankara'da geldi, korkuyorum.

Misal bu yaz koskoca bir otobanda yalnız kaldım. Gecenin bir vakti. Arkadaşın düğününün dönüşünde bizi servisle şehir merkezine bırakacaklardı. "Beni en yakın metro durağına bırakın yeter." dedim, demez olaydım. Servis şoförü, hala neresi olduğunu bilmediğim, bir köprü başında durarak "bu köprüden geç, metro orda." demez mi? Zaten ben iner inmez de gazladı. Köprüye bir baktım ana! Üst geçide kamyon çarpmış girişini mühürlemişler. Kaldım mı ben, gecenin on ikisi, bir otabanda. Artık amcamı aradım. Evi yakındı, gel beni al dedim. Ama neresi olduğunu bilmediğimden "İşte binalar var, yan tarafta koşu yolu var." gibi tariflerden çok geç gelebildi garibim. Hayır kıyafetlerim de hiç öyle işe çıkmış gibi değil ama kime ne ki? Amcam yarım saat sonra anca gelebildi ve benim yemediğim korna kalmadı. Gerçi taksiler de korna çalıyordu ya onların mı müşteri yoksa benim mi yolcu olduğuma karar veremediğimden binemedim de. 

Bu insanları da anlamıyorum he. Hadi ben katilsem, Eskiden tecavüze uğramış ve bu yüzden tüm erkeklerden öcünü almaya çalışan bir seri katilsem, hadi birazdan arabasına bindiğim heyecan peşindeki adamı önce kafasından vurup sonra malum yerini kesip atacaksam. Değil mi ama. Yalnız bakar mısınız? Kendim gezerken aklımın ucundan dahi geçmeyen kötü senaryolar, başkaları için ne de güzel sıralanıyor. Pozitif ayrımcılık! Neyse amcam geldi de gittik. Şükür! Ben de az malın gözü değilim he. Sırf bana "bu senin indiğin yerin uygunsuzluğu nedir?" diye bağırmaması için arabaya biner binmez servis şoförüne sövmeye başladım. Adamın ne şerefi kaldı, ne anası, ne bacısı.

Peki şuna ne demeli. Onca farklı yerde otur, insanlarla sohbet et. Ama git, Kızılay'ın göbeğindeki cafe'de bir şizofrene yakalan. Yaşlı adam ilk başta sadece andropozun mel'un ağına düşürdüğü kurbanlarından biri gibi duruyordu. Deri ceket, motorcu tişört, gençlerle konuşmaya çalışması vs. Tabi yavaş yavaş madalyon arkasını çevirmeye başladı. Adam ne arap baharını bıraktı, ne de tarikatleri. Hepsi kendi eseriymiş, bu kıyafetler onun kamuflajıymış. Niye yüksek sesle konuşuyormuşum, herkes bizi duyabilirmiş. Ajanlar çokmuş etrafta. Deli mi akıllı mı belli değil. İçim iyice şişti. Gittim garsona bu adam kim diye sordum artık. o ise "he o mu, aman delinin, palavracının teki. Zararı yoktur. Ama sizi rahatsız ediyorsa yerinizi değiştirelim." İçimden oha dedim o anda. Adam harbiden de şizofrenmiş. Kaç kızım kaç. 

Trenin yolda kalması mı dersin, trafik kazası mı dersin, hep Ankara'da oluyor. Yok yok ben gezerken daha güvendeyim be. Hatta en iyisi ben hiç bir yere yerleşmeyip, anca gezeyim. Hem böylece uzun yaşamayı da güvence altına almış olurum.

22 Kasım 2011 Salı

Gezgin Kızın Ekürisi


Şu yazı da bahsetmiştim. Yazın üç günde dört şehir gezip son durak olarak İzmir'e gitmiştim. Hani trende ağa dizilerinden fırlamış gibi biri oturdu yanıma demiştim. Hah işte o benden önce inecekti. İnerken numarasını vermişti. "Bir ihtiyacın olursa ara" lafı arasında, iletişimi benimle koparma ayağına. O Kütahya'da inmişti ben Afyon'da. Öğleden sonra ben de Kütahya'ya gittim. Uzun yolculuklarda yol arkadaşlığını normal görürüm. Bu yüzden aradım. Madem "Sen de Kütahya'yı geziyorsun, birlikte gezelim." Beraber bir kaç müzeye gittik, kaleye çıktık vs. Bildiğin kültür gezisi işte. Arada da üniversite dertleri, hocaların gıcıklığı vs konular konuşuyorduk, o kadar. Yalnız, itiraf etmem gerekirse, gün boyu çocukla gezmekten çok sıkıldım. Sanki akşamında Balıkesir'e yalnız başıma gitmeyecekmişim gibi, sanki sürekli korunup kollanmaya muhtaçmışım gibi bir hal takınıp duruyordu. Fenalıklar geçirmek üzereydim. Akşam Kütahya'da garda treni beklerken "Bak yarın çok erken kalkman gerektiğini söylemiştin, hadi bekleme. Ben alışkımın garlarda beklemeye." diye diye zorla göndermiş yanımdan, ardından da derin bir oh çekmiştim. Yalnız ve özgür gezeceğim derken resmen yarım günüm bebekler gibi korunmakla geçmişti. Zaten anladım ki ya doğru bir yol arkadaşı seçeceksin, ya da hiç seçmeyeceksin.

Neyse ben gezimi bitirdim, vardım İzmir'e. Ertesi gün bundan bir telefon "nerdesin, ben Ankara'dayım." İzmir'de olduğumu duyunca hayal kırıklığına uğradı. Ankara'da olsaymışım keşke, onu gezdirirmişim vs. İşkillendim hareketlerinden ya pek üzerinde durmadım. Unuttum gitti. Neyse efendim gel zaman git zaman ben polatlı'da öğretmen oldum. Ve bir telefon daha. Sen git, okulu yarım bırak, gel Ankara'ya yeni bir bölüm oku. Anlayacağınız şimdi yakamdan düşmüyor. Arıyor, çağrı atıyor, mesaj çekiyor. Bir kere de yolda karşılaştım bununla. O ara nasıl hastayım ama. Üzerimden kıyafetler dökülüyor. Yarın işe gideceğim diye kuaföre gitmişim de alınan kaşın kıllarını yüzümden bertaraf etmeye bile enerjim kalmamış. Öylece Polalı'ya gitmeye çalışıyorum. Yolda rastlaştık. O ana kadar benden zorla randevu koparmaya çalışan bu oğlan beni görünce şoka girdi. Rahatsız bir yüz ifadesiyle "ne olmuş sana" dedi. hatta daha da ileri gidip "traş mı oldun? Yüzün kıl içinde." bile dedi. Kaba şey ne olacak. İnsan bir "geçmiş olsun" der. Akşama bir telefon geldi sonra. "Şey yemek yiyelim diyordum ya memlekete erken gitmem gerek." Ee, nerde gezgin, enerjik, kız nerde bu yüzü kaş tüyü dolu hastalıklı kız. Zaten ısrarcı tavrından iyice gıcık gidiyordum oğlana, iyice nefret ettim o anda ondan. Ama bir yandan da iyiden iyiye sevindim. Düşünsenize tam olarak niyetini belli etmediği için düş yakamdan diyemediğim oğlanı kendimden uzaklaştırmak için doğa dile gelmişti resmen. Fakat ben öyle sanıyormuşum maalesef. Bayramdan sonraki hafta çağrı attı, aradı. Ama bu sefer, her ne kadar karşılaşma ihtimalim olsa da, iletişim kurmamaya kararlıyım. (Bu kadar korumacı, bu kadar kaba bir oğlan. Allahım Kütahya'da da belliydi böyle olduğu ya bu kadarı da fazla artık.) Ama ben cevap vermedikçe hiç bıkmıyor. mesaj atıp duruyor. Genelde hiç sesin soluğun çıkmıyor tarzı mesajlar atarken bazen arabeske bağladığı da oluyor. Yahu şu mesaja bakar mısınız "gönüllerde olanların coğrafyaları farketmez." Allahım, kusmak istiyorum.

Yahu hala anlamıyorum. ne yaptım da bu kadar saplantı haline getirdi beni. Hayır, gideri olan da bir çocuk. İstese o bol kaslı kollarıyla bir sürü kız çeker kendine. Niye ben ama niye ben. 

Not: Hani kızların bazıları hava atmak için söyler ya "Şu peşimden koşuyor, bu beni seviyor." diye ben bu olaydan farkettim ki nefret ediyormuşum böyle durumlardan.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Güya Kısacık Şeyler

- Her blogcu en az bir kere bu sendroma yakalanıyor herhalde. "Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum sendromu" Ben de az önce buna yakalandım işte. Boyun eğdim hastalığıma ve yeni kayıt buttonuna bastım. Ahanda saçmalıyorum işte. 

- Eşyalar yerine oturduktan sonra yerlerini zırt pırt değiştirenlere hasta oluyorum derdim. Aynısını ben yaptım. Dostlar, öyle alışmışım ki öğrencilik hayatına, devlet yurdunda ya da öğrenci evinde sıkışık küçük mekanlarda yaşamaya bana iki oda bile fazla geldi. İki gün önce oturma odasına koyduğum iki tek kişilik koltuğu yatak odasına getirdim. Bir de çalışma masası niyetine yuvarlak masa koymuştum oraya, onu da getirdim. Şimdi kalabalık yatak odasında her şeyimi yapıyorum. Ya hu ne bileyim, ya oturma odasına hiç ısınamadım ya da küçük mekanlarda her işimi halletmeye alıştım, bilemiyorum, fazla geldi o oda bana. Belki de canım sıkılıyordur he ne dersiniz? Plansız bir insan oldum çıktım zati şu son günlerde. (Hoş "S*ktir et" kitabı buna methiye düzüyor ya olsun.) okul bitip de çalışan bir insan olarak hala ders çalışmak koyuyor insana be. Ben en çok materyal hazırlama, plan yazma derslerine kıl olurdum, şimdi neredeyse tek yapmam gereken bunlar. Ana sınıfında her gün plan hazırlamak gerekiyor. Tamam, piyasadan, internetten bir sürü hazır plan bulabilirim ama sağolsun marmara öyle bir eğitmiş ki bizi, hazır planlara küçümseyerek bakıyoruz. Ama bilseniz gönül rahatlığıyla hazırları kullananlara ne çok imreniyorum. Ama yapamıyorum işte. Başkasının hazırladığı planı kullanırken fenalıklar geçiriyorum. Ah bir de elle yazma durumu var. Üçüncü sınıftaki staj koordinatörüm planları ille de elle yazacaksınız, iyice öğreneceksiniz dedi şu hale bak ki artık bilgisayarda yazarsam yanlış yapacakmışım gibime geliyor.

- Bayat filtre kahve iğrenç tadıyla nemlenmiş nescafeyi geçer herhalde. Korkunç bir kahve içtim az önce. Maalesef  Polatlı'da filtre kahve alamayacağıma göre hafta sonu Ankara'ya gidene kadar beklemeliyim. Bir daha asla 100 gr almayacağım. Adam gibi azıcık alıp bittikçe üşenmeden yenisini almaya gideceğim. Iyykk! Eskiden kahve demlenirken makinenin etrafa yaydığı müthiş kahve kokusu artık eskimiş kalorifer suyu gibi.

- Biliyor musunuz? Yazın İngiltere'de ki olimpiyatlara gidecek kadar param olmasını isterdim. He bir de vaktim. Neyse daha fazla saçmalamadan kaçayım. 

14 Kasım 2011 Pazartesi

"S*ktir Ediyormuşum Zaten"

Hayatımda ilk defa bir kişisel gelişim kitabına aşık oldum. Ama akabinde acı gerçek yüzüme şırrak diye iniverdi. Kitap beni bana anlatmaktan başka hiç bir şey yapmıyormuş. 

Kitap "S*ktir Git" hani haftalardır çok satanlar listesinde olan. Neyse rahat koltuklu kitapçıların birinde aldım elime bunu, karıştır allah karıştır. Diyorum ne müthiş kitap be. Plan yapma diyor sana, efendime söyleyeyim diyet yapmak yerine psikolojine göre takıl diyor, biriktirme keyfine göre harca, disiplin ve otoriteyi s*ktir et diyor. Okuyorum okudukça kendimde geçiyorum. Ama kişisel geliştiğimden değil bilakis ego tatminimden. Hani internetten kendi burcunuzu okursunuz da zaten bildiğiniz özellikleri okuyup marazi bir zevk alırsınız ya, hah işte aynen öyle. Düşünsenize bu zamana kadar kendimi hep dağınık, sarsak, plansız bohem bildim ve yer yer bunun için kendime kızdım da. Ama yazar kişi böyle insanlara methiyeler düzmüş kitapta. Neredeyse gözümü karartıp kitabı alacaktım ki dedim "Napıyorsun, kendine gel! Bu kitap sana hiç bir şey katmayacak ki." Ve hemen fikrimi değiştirip kitapçıyı terk ettim. Herhalde alsaydım en çok yaptığım şey, kitabın altını çizdiğim bölümleri arkadaşlara gösterip "Bak burası aynı ben." diye hava atmak olacaktı.

Aklımda kalan itibariyle şöyle şeyler diyor.

- Kendisine öz saygısı olanlar başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü önemsemezler.

                Hımm buradan çıkarabileceğim yegane sonuç muazzam bir öz saygıya sahip oluşum. Yahu başkalarının gülmeleri ve dudak kıvırmalarına aldırmayıp ücretli öğretmenlik için polatlı'ya geldim. Daha ne olsun.

- Diyet yapmak yerine canın o anda ne yemek istiyorsa onu ye. Vicdan azabını s*ktir et, O zaman yemeğe kafayı takmadığından daha az yediğini göreceksin.

                Diyet yapmayı bıraktığımdan beri hakikaten yemek daha az aklıma geliyor ve daha az yiyorum. Hiç uğraşmadan da kilo verebildim ayrıca.

- Disiplin ve iradeyi s*ktir et. (Bu konuyu fazla kafana takma rahat ol.)

                 Kendimi bildim bileli öyleyim zaten.

- Plan yapma. (Planlarda boğulma. Hayatının merkezine oturtma.)

                  Plan yapmaktan nefret eden biri olarak bu bölümü okuyunca kendimi taktir ettim. (!) (Ama bence geziye çıkarken mutlaka gezi planı yapılmalı. Tabi anlık gelişen şeylerde hayal kırıklığına uğramadan.)

vs. vs. vs. Bence bu kitap bohemliğe bir övgüden başka bir şey değil. Konusu, yöntemi herşeyi çok hoş. Ama siz de gördünüz. Benim için gereksiz.

30 Ekim 2011 Pazar

Merkezi Sistem Dediler Geldik

Polatlıdaki evimi merkezi sistem diye tutmuştum. Zira üşümek hiç bana göre değil. Kanım donuyor sanki. Üşüyünce battaniyenin altından çıkıp iki adım attığımda klozetin dibinde olacağımı bilsem yine de yerimden kımıldayamam ben. Onun için "az yerim ama sıcak sıcak yerim" deyip bu evi tuttum. Tabi işler ilk başlarda hiç benim düşündüğüm gibi gerçekleşmedi. Site yönetimi havalar sıcak gidiyor diye(!) ilk başlarda kazanı yakmayı reddetti. İnsanlar yakıta onca para ödedikten sonra evde elektirkle ısındıkları için neredeyse isyan çıkaracaktı. Tabi ben akıllı, annemin evdeki ufoyu götür demesine de aldırmamış ondan bile yoksun kalmıştım. Hatta peteklerin ısınmasından bir gün önce evde iki hırka, bir süveter, üst üste iki taytla geziyordum. Neyse sonunda yaktılar kazanı.

Akşam eve geldiğimde apartmanın içi bir değişik ılıktı. Hemen merdiven kenarlarındaki peteklere dokundum sıcacıktı. Dedim "Allah, simdi ev nasıl güzeldir." Fakat anahtarı çevirip kapıyı açtığımda yüzüme nasıl soğuk hava vuruyor, anlatamam. Resmen bir an apartman boşluğunda uyumanın nasıl olabileceğini bile düşündüm, o derece. Hemen karşı komşunun zilini çaldım, onlarınki sıcakmış. Benimkilerin havasının alınması gerekiyormuş, falan filan. Tabi "Nasıl yapacağım" diye umudumu yitirmedim. "Sıcak bir ev yolunda dökülen her ter mübahtır." deyip tin tin tin üst kat komşuya çıkıp kapıyı Marilyn Monroe gibi sigarası tutarak açan, yemenili kadından tornavida, kocasından da bir dilim tarif aldım ve hemen işe koyuldum. Yalnız havalarını almama, iyice sularını akıtmama rağmen bir türlü petekler ısınmıyorlardı. Artık yüzsüz yüzsüz tornavida sahibi komşuları evime çağırdım. Lami cimi yok, bana bu kalorifer havası alma iliminin sırlarını öğreteceklerdi. Sigara kokuları ve kendileri içeri girip mutfağa geçtiklerinde kadının lavobodaki bir yığın bulaşığıma bakmasından rahatsız olmamış gibi yapıp adama peteği gösterdim. Adam bana nasıl yapılacağını anlatıyor kadınsa bu apartmandan ev aldıkları için çok pişman olduklarını, hiç istediği gibi çıkmadığını anlatıyordu. Benimse aklım hala bulaşığa attığı bakışlardaydı. Bir şekilde bunun konusunu açmadan onları uğurlarsam gözlerim açık gidecekti. (Hanimiş de benim ev kadını psikolojim.)

Bir kaç dakika sonra becerikli komşu sorunumu çözmüş, diğer petekleri de tam alarak nasıl yapacağımı göstermişti. Lakin kadının nikotinli dedikodusu ve yakınmalarının bir sınırı yoktu. Ne yazık ki anlattıkları yarım kalarak evden gitmeye mahkumdu. Ancak komşuları kapıdan geçirirken "Ay sormayın, o kadar soğuk ki kaç gündür temizlik bile yapamıyordum, yardımınız için çok teşekkür ederim" diyerek lavabodaki bulaşık tabak konusunu da lafın arasına sıkıştırabildim.

Evet iki haftaya yakındır kaloriferlerim yanıyor, evim sıcak. Mutluyum, huzurluyum. 

Not: Tamam itiraf ediyorum. Temizlik konusunda kaytarmamın sebebi her zaman soğuklar değildi.

23 Ekim 2011 Pazar

Deprem

Daha önce hiç, bir depremi, yaşamadan, iliklerime kadar hissetmemiştim. Resmen gün boyu "Ay dur saçımı boyayayım, kuaföre gideyim, manikürüm gelmiş mi, anne çamaşırları yıkadın mı, ee ne yemek yiyeceğiz karnım acıktı." gibi aptal aptal şeylerle uğraşıp durdum. Hayır ben bir de medya özürlüsüyüm, anlayın depremin haberini tee ne zaman aldığımı. Aslında daha da haberim olmazdı da arkadaşın attığı mesaj sağolsun beni kendime getirdi. "Arkadaşlar Necdet iyi. Deprem olduğunda merkezdeymiş." Mesajı okudum ya annemle şoka girdik. "Allah kahretsin aç televizyonu aç aç aç. kanal değiştir kanal!" En sonunda bulduk haberi. Sonra bir telefon trafiği, aldı başını gitti. O bölgelere tayini çıkmış bir kaç arkadaşımla doğrudan haberleşebildim. Bazılarının iyi olduğunu gıyabında öğrendim ama daha hiç haberini alamadığım iki kişi var ve elimden onlarında iyi olması için dua etmekten başka bir şey gelmiyor. Allahım ne olur iyi olsunlar. 

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sizi Gidi İtici Emr-i Vakiler

Dün okula gitmeden önce kahvaltımı bir börek salonunda yaptım. Lan, diyorum gerçi bir yandan da, "sabah sabah yağlı börekle mideyi bozmasak bari." Ben böyle ulvi sağlık endişelerimle(!) börek siparişi verirken içeriye doğu şiveli yaşlı bir adam girdi. Yanımdan geçerken üst perdeden "afiyet olsun kızım" demeyi de unutmadı. Börek verdiler, "evladım param yok gene" dedi "olsun amca" dediler. Böreğin yanına bir de süt istedi başladı yemeğe. Ardından konuşmaya başladılar.

- Amca nerelisin?
- Adıyaman evladım. (Şive anlaşıldı, sıradaki soru lütfen.)
- Nerede kalıyorsun amca.
- Bilmem ne huzur evinde. (teklifsizce devam ediş) 57. hükümette çevre bakanıydım ben. Sonra beni çıkardılar, başka birini yaptılar. (adam şokta, ben daha şokta!)
- Hangi partidendin amca. Faziletteydim önce sonra demokratik sola geçtim. (Ohoo, amca iki zıt partide gidip gelmiş.) (bir teklifsizce devam ediş daha.) Emekliliğimi bağlatmaya çalışıyorum ben de. Olursa size de vereceğim.

Sonra sessizce böreğine devam etti, bitirdi. Ve birden benim "n'oluyor laynn" dememe kalmadı, amca yüksek sesle besmele çekti, dükkanın içini inleterek, börekçiye dua etmeye başladı. Ben gülmemek için dudaklarımı ısırıyor bu inadına teklifsiz adamın yaptığı emr-i vaki duaya el açıp açmamakta gidip geliyorum. Açtım ama gene de. Adam bir güzel duasını etti. Dükkan sahibine "allah razi olsun evladım" dedi ve gitti. Ben de çok oturmadım zaten, dersime az kalmıştı. Hızlı adımlarla ilköğretime doğru yürümeye başladım. Bir yandan da adamın yaptığı şeyin emr-i vaki densizliğiyle dindarlık arasında gidip gelen halini düşünüyorum. Ve fark ediyorum ki emr-i vakinin amacı ne kadar kutsal olursa olsun yine de itici. Sevmiyorum ben böyle şeyleri.

Not: 57. hükümette çevre bakanı kim, bilen var mı?

11 Ekim 2011 Salı

3+1 e 1+1 Muamelesi Yapıyorum

Evde kullandığım mekanlar iki tane oda, mutfak ve banyodan ibaret. Kalan yerler şöyle bir temizlendi ve kapısı kapatıldı. Hayır biliyor musunuz evde kiler bile var. Yani şöyle üç çocuklu bir aile rahat rahat at koşturabilir evde. 135 m2 resmen. Şimdi diyeceksiniz "ne hava atıyorsun evin büyük diye" ya ne yapayım ben de isterdim küçük kutu gibi bir evim olsun, temizlemesi kolay olsun ama maalesef polatlı da küçük ev yok.

İki odadan birini oturma odası diğerini yatak odası olarak kullanıyorum. Fazla giysi almaya karşı olan bana asılacaklar için kapı arkası, katlanacaklar içinse kitaplığın raflarından biri yetiyor da artıyor bile. Evet kitap sayım giysiden kat be kat fazla. Sonra yatağım ve bir masam var odada. Oturma odasında şimdilik iki tane tekli koltuğum, bir komidinim ve masam var. Tek sandalyeli! Bir de alakasız olmakla birlikte öğrenci alışkanlığından kalma çamaşırlık var. Açık vaziyette. Komik ama mutfak en kalabalık olanı. ketıl, ocak, iki sandalye, masa, bir sürü tabak çanak, bardak, kaşık çatal vs bilimum mutfak eşyası. Aslında daha az olacaktı ama ev tuttuğumu duyan tabak çanak verip durdu. Bir çoğu da kalitesiz porselen. Annemin de zaten bu konuda onlardan kalır yanı yok. Bahanesi de hazır. Kızım taşınacağın zaman onları atar gelirsin. Zaten eski yollukları da bana kakaladı. Anlayacağınız kendisine gün doğdu. Şimdi halıcı halıcı dolanıp son moda yolluk modellerine bakıyor. Şu kahve makinesine gelince, nuh nebiden kaldı desem yeridir. Ben orta okulda mıydım ne almanyadan gelmiş. kocaman bir şey. Anneannem onu da götürdüğümü gördü ya "kızım- diyor- boş ver ben sana cezve vereyim." Ah anneanne cezve kahve demlemiyor ki.

Not: Yazı biraz depresif gibi duruyor ya akşamın melankolisindendir. Ben seviyorum evimi be!

Not: Polatlı'da çeken sadece üç dört tane radyo var ve daha beteri benim evimden sadece bir tanesi çekiyor. O da pencere önünden. Telefonu pencerenin önünden hiç almıyorum desem yeridir. Radyo Kent. 99.0 Polatlı'nın radyosu. Bilimum bütün dükkanlar bu radyoya reklam vermiş. Ana! diyorum dinlerken "Bu dükkan bana pahalıya ocağı kakalamaya çalışan beyaz eşyacı değil mi?" Allahtan güzel şarkılar çıkıyor da sinir olmuyorum gereksiz yere.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Ders Çalışmak Öyle Sıkıcı Bir Şey Ki İnsana Şiir Bile Yazdırtır


Bu yazıyı taslaklarımı karıştırırken buldum. Artık ne düşündüysem yayınlamamışım. Geride kalan öğrenciliğimden bir yazı olsun bu da. Hadi şimdi okuyun lütfen
.
***

Dün gece KPSS'ye çalışıyordum. Ama ders çalışmak gerçekten bana göre değil. acayip sıkılıyorum. Hatta sıkıntımı alsın diye zaten yapabildiğim geometri sorularını bile çözdüm bana mısın demedi. Ben de yazı yazmaya başladım. Baktım içim o kadar dolmuş ki bu öyle sıradan yazıyla atlatılabilcek bir şey değil. Sonra aklıma şiir yazmak geldi. İlham gelmeden şiir yazmaya çalışmak gibi tuhaf, aptalca bir şey yapmaya başladım anlayacağınız. Zaten hayatımda elle tutulabilir topu topu bir şiir yazmıştım. O da babamın ölüm yıl dönümündeydi zaten. Neyse dört beş mısrayı yazdım öylesine ama yok, ilham öyle benim şiir yazdığımı görüp arkamdan koşturmuyor maalesef.


Ben böyle olmuyor olmuyor diye kendimle cebelleşip dururken "Aaa!" dedim. Aklıma birşey geldiğinden değil tabi telefon çalıyordu ondan. Baktım arkadaşım. Hemen müsait misin diye sordu açar açmaz. Evet dedim, üsteledi aynı soruyu bir kaç kez. Zaten müsait misin cümlesini ne kadar bastırarak soruyorsa o kadar uzun konuşmak istiyordur bu arkadaşım. Öyle de oldu. Bir saatten fazla konuştuk. Sonra telefonu kapattım baktım bir mesaj. Başka bir arkadaşım acil konuşalım diye mesaj atmış. Onu da aradım. Oldu mu sana toplam bir buçuk saat. Artık aklımda ne şiir vardı ne ders.

Etüt'e geri döndüm eşyalarımı toplayıp yatakhaneye dönecektim ki yarım kalan şiiri gördüm. Dur dedim bir kez daha deneyeyim. Yazdım bu sefer kolayca biliyor musunuz?

Yahu ben insan hikayeleri dinlemeyi seviyorum. Çoğu insanın kafası kazan olur dinlemekten. Bense karakter heybeme bir sürü kişinin dolduğunu düşünürüm. İnsanları dinlerken onları tekrar tekrar keşfederim. Mutlu olurum. Hem doğrudan değil ama insanların anlattıkları zihnimin gerisinde bir yerlerde yer ettikçe vakti zamanı geldiğinde onlar bir şekilde bana yazılarımda yardımcı olmuş oluyorlar. Yahu rahatlıyorum be! Galiba bu yüzden öykü ve roman okumayı seviyorum ben.

Neyse fazla uzatmayım. Sonuçta şair değilim. Pek kendime de güvenmiyorum ya yine de yayınlayım dedim.

Diyalog

Dedim:
   Zihnimi doldurma
   Doldurma hayatımı
   Kabul et!
   Yoruyorsun.

Dedi: 
   Çöldeki kaktüs gibi yalnızım.
   Gövdesindeki su kadar boşum.

Dedim:
   Değilsin.
   Kaktüs su dolu
   Sen de hayat dolusun.
   Ama tavus kuşu gibi için.
   Kabarıyor, batırıyorsun.

Dedi: 
   Rahatlatıyorsun beni.

Dedim: 
   Yoruyorsun, anlamıyorsun.

Dedi:
   Yoruyorum, anlıyorum.
   Fakat, kabul et.
   Seni seviyorum!

***

Not: İnsan hikayeleri dinlemeyi o zamanlar seviyorum demiştim ama dinlediğim onca tuhaf hikayeden sonra artık sevmiyorum galiba.

7 Ekim 2011 Cuma

İlçede Normal Olamamak

Polatlı'ya geleli neredeyse üç hafta olacak, şimdiden bir sürü insanın dikkatini çekmeye başladım. Ne yapsam tuhaf tuhaf bakıyor, değişik yorumlarda bulunuyorlar. Ücretli öğretmenlik için taa Ankara(!)'dan kalkıp gelmem misal okul müdürünü bayağı şüphelendirmişti de sürekli işin altında bir çapan oğlu arıyordu.

Aslına bakarsanız Polatlı tutucu bir yer değil. Fakat nihayetinde küçük bir yer ve değişik davranan insanları garipsiyorlar. Ama ben de iflah olmaz derecede tuhafım galiba. (Yani bence değilim de onlara göre yani.) Dışarıda hareketlerimi hiç kısıtlamıyorum. Kısıtlayamıyorum daha doğrusu. Hatta kısıtlamam gerektiğini farkedemiyorum bile. Ta ki yanıma gelen zapıtanın derdimin ne olduğunu sorana kadar. Durup dururken yorulunca bir kaldırıma çöküveriyorum mesela. Bu da yetmiyormuş gibi bir gazete çıkarıp şöyle bir göz atmaya da başlıyorum. Ezbere bildiğim yollarda, okuduğum kitap da çok aklım kaldıysa, çıkarıp yürürken de okumaya devam ediyorum. Bir fıskiye kenarında, meydandaki musalla taşlarının yanında saatlerce oturup tüm günlük rutin işlerimi oracıkta yapabiliyorum. (telefonla görüşme, kitap, gazete okuma, yazı yazma, etkinlik planlarımı çıkartma vs.) Her gün aynı cafede, aynı masaya oturup, aynı siparişi verip garsonun gelişlerimi kendisinin üstüne alınmalarına çanak tutabiliyorum. Halbuki tek sebebi mekanın çok güzel, ucuz ve sakin olması. (Oralarda devamlı müşteri mi yok mu acaba?)

Galiba insanın normal görünmesi için nerede bulunuyorsa oradakiler gibi davranması gerekiyor. Belki de sebep benim hala İstanbul'daymışım gibi davranıyor olmamdır. Orada bir parkta, bir bankta, meydandaki bir duvar kenarında saatlerce oturunca yanına zabıta gelip "Bayan bir sorun mu var?" diye sormazdı.

Ama bazen bu durumu fazla abartıyorlarmış gibime de geliyor. Yahu yukarıdaki durakta dolmuş çok kalabalık oluyor diye aşağıdaki durağın yerini sormak ne kadar garip olabilir ki.

Neyse bakalım Polatlı mı bana alışacak yoksa ben mi Polatlı'ya uyum sağlayacağım, göreceğiz.

Not: Okul müdürüm sorduğu sorularla "Parçalanmış ve rahat bir aileye sahip olduğuma" karar vermiş olacak ki taa Ankara'lardan buraya gelmiş olmamı(!) anladığını söyledi. (Sağolsun.) Halbuki söylediğim şeyler sadece ablamın Fransa'da, kız kardeşimin de İstanbul'da evli olduğunu, erkek kardeşiminse bir mağazada çalıştığını söylemek oldu. He, bir de babamın ben küçükken öldüğünü ve annemin de memur olduğunu söyledim. Varın adamın tam olarak ne düşünmüş olabileceğinin yorumunu siz yapın.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Resmi Yazılara Savaş Açtım


Tüm resmi yazıların tabularını kırmak için içimde tarfi imkansız bir istek var. Yazıya özgürlük devrimi! Bir tez okuyorum örneğin o kadar sıkıcı ki içi bayılıyor insanın ama okunmak zorunda. Dilekçe yazıyorsun mesela hani son paragrafında "bilgilerinize sunar gereğinin yapılasını arz ederim" diyor ya onun altına notlar düşmek isterdim ben.

Not: “hanıma selam.”
“Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.”
“Bizim şu iş olursa hayırlısıynan adak adadıydım.”
“Hacı ne olur, yapsan yapsan bir tek sen yapabilirsin.”
“En büyük kaymakam bizim kaymakam.” vs.
Ya da
“Hacı kaçtır dönüyor dilekçe ne iş?”
“Len ne zaman sorsam, görüşmede diyorsunuz. Biz bilmiyor muyuz kağıdın masada malak gibi yattığını?”

Aslında yukarıdakiler esas meseleye giriş mahiyetinde. Asıl konu şu. Ana sınıfında velilere ara ara notlar yolluyorum. Misal “Lütfen beslenme listesine uygun yiyecekler koyun.” ya da “Yarın çocuğunuzla gelirken parmak boyası önlüğü getirin.” vs. Halbuki böyle yazacağıma sinirli mektuplar falan yazabilseydim keşke. Bir örnek vereyim mi?

Sayın Veli

Nasılsınız? Valla beni sorarsanız iyi diyelim iyi olalım işte. Sizin bebelerin peşinde dolanıp duruyoruz. Lan bazılarınız nasıl yetiştirmiş çocuklarını, ağlayıp duruyorlar. Ben size kaç kere demedim mi ağlayan çocuğu getirmek yok diye. Peki şu hasta çocukların haline ne demeli. Aksıran mı dersin, kusan mı, burnu akan mı? Sınıfcak hasta olacağız yemin ediyorum. Ne bu canım. Derdiniz ne sizin? Çocuğu sınıfa koyup rahat rahat temizlik yapmak mı? Çay partisi düzenlemek mi? Oysa hiç “öğretmen de hasta olursa” diye düşünen yok. Ondan sonra hoca rapor alsın okula gelemesin, sizin bebelerde öğretmensiz kalsın. Yok ya! Var mı öyle üç kuruşa beş köfte. Yarından itibaren kimse hasta bebesini okula yollamasın. Veli meli dinlemem, alırım ayağımın altına!

Hadi bir örnek daha vereyim.

Aman velim canım velim.

Ben size kaç kere farklı beslenme göndermeyin demedim mi? Nedenini de veli toplantısında açıklamadım mı? Pehh! Bir kulağınızdan girip bir kulağınızdan çıkmış olmalı. Hayır yani anlamayacak ya da unutacak ne var anlamıyorum. Herkesin beslenmesi aynı olsun ki kimsenin canı gereksiz yere farklı şeyler çekmesin. Çocuklar “o yiyor ben yiyemiyorum” diye üzülmesin yani. Ama yok, herkes patates getirirken sen simit koy olacak iş mi? Hele bazı veliler var. Çocuklarının midesinde çokokrem ağacı çıkacak sayelerinde. Hergün hergün ne bu canım. Dişlerine yazık veletlerin. Yarından itibaren herkes listeye uyacak. Yoksa karışmam, ona göre.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Tutarsız Mutarsız ya İyi Kızım Ben Aslında

Bu aralar kendimi hiç bu kadar maymun iştahlı, bu kadar dengesiz hissetmemiştim.

Mezun olmak istemeyerek mezun olmamla başlayalım önce. Tek ders sınavına kalmıştım. Hocadan bir hayli korktuğumdan mütevellit az kalsın bir sene uzatacaktım okulu. Zar zor, ite kaka, rehberlik uzmanı bir akrabanın mini terapisi sayesinde gittim geçtim sınavı da mezun oldum.

Kpss'ye girdim sonra. Fazla çalışmadığım için 61 aldım. Haliyle atanamadım. Sonra da ortalarda dolanmaya başladım. "Ben öğretmen olmayacağım." Gittim, çatır çatır bir sürü işe başvurdum. Birinden cevap geldi. Asgari maaşa kasiyerlik. Allah'ım, bir macera. İşte yıllardan sonra ilk defa bu kadar farklı bir ortama gireceğim. Düşünsenize ilk iş deneyimim olacak. Annem, halam, amcam; bilimum tüm eş, dost, akraba kaygılı. Bu kız kendine yazık ediyor. Sen tut, dört yıllık fakülte bitir, git kasiyerlik yap. Olur mu hiç öyle şey  yahu. Hoş bana hala iş iştir gibi geliyor ya neyse. Fakat yine de büyük hayallerle girdiğim işten sıkıldım. Üç hafta ancak çalıştım ve çıktım. Öğretmen olmalıyım dedim. Daha doğrusu aklıma böyle bir fikir dahili ve harici mihraklar tarafından kafama yerleştirildi. Özel okullara başvurdum. Öyle düşük maaşlar söylediler ki kulaklarıma inanamadım.Benden istedikleri performansla devlet okulunda çalışsam bir sürü ek ders ücreti alıyor olacaktım. Fakat yine de iyi kötü kabul ettim birini. Bir milyarın azıcık üstünde söylediği için. Hani şu işi kaptım yazısıyla sizle sevincimi paylaştığım yazı. Ancak ilk çalışma gününde benim tamamen şalterlerimi attırdılar. Bir kere her yerde kamera vardı. Üzerimdeki elektronik gözleri hissettikçe kasıntıdan hiç bir şey yapamadım. Üstüne üstlük  herkesten duyduğum "ne kadar güleryüzlüsün" cümlesi de hiç orada itibar etmiyordu. benden yapay, coşkun, yalaka tebessümler; şen bakışlar bekliyorlardı. Onlara göre fazla asık suratlıymışım.(!) Kameradan her şey fazla yanlış anlaşılmaya müsaitmiş, dikkat etmeliymişim falan. Okul maalesef çocuk değil veli endeksli çalışıyordu. Tam bir müşteri memnuniyeti yani. Okul eğitim kurumu değil adeta bir ticarethane. Allahım, akşamı nasıl ettim bilmiyorum. He, bu arada ultra çocuk güvenliği(!) açısından tuvalet kabini diye bir durum da yoktu. Klozetler öylece ortalıktaydı ve bebek poposu görmekten içim dışıma çıktı. 

Akşam annemle konuştum, arkadaşımı aradım. İkisine de "valla ben çalışmak istemiyoırum ama siz bencil düşünüp git çalış derseniz sizin için çalışırım. Yoksa bu şartlar altında evde oturmayı yeğliyorum." dedim. Tabiki onların görüşleri de "sen nasıl mutlu olacaksan öyle olsun." yönünde idi. Ertesi sabah kreşi arayıp gelemeyeceğimi söyledim. Sonra aklıma başvuru yaptığım ücretli öğretmenlikler geldi. Aslında üç taneydiler. Keçiören Çankaya ve Polatlı. Çankaya'dan ses çıkmadı. Zaten başvuru yaparken de pek bir ukalaydı memurlar. Keçiören de bu uyuz kreşle anlaşma yaparken kaçtı. Kaldı mı elimde Polatlı. Telefon ettim kabul edilmişim. Şimdi tamam Ankara ilçesi ama bizim ev nere Polatlı nere. Ama birden bu dezavantajı kendi lehime çevirebileceğimi fark ettim. Hani hep "kendime ait bir evimin olmasını istiyorum." diye yazıyordum ya, hah, vekil öğretmen de olsam kendime ev tutamazmıydım. Biraz Don Kişot vari imkansız şeyler yapmaya çalışıyordum ya başardım. O gün günlerden cumaydı. Kalktım hemen hazırlanıp benden istenilen belgeleri toparladım. Polatlı'ya gidip öğretmenliği resmiyete kavuşturdum. Sonra okula gittim ve acı gerçekle karşılaştım. Sabahçıymışım! Yani bu ev tutabilmek için sadece iki tanecik günümün olduğunu belirtiyordu. Akşam eve geldiğimde hemen internetten ev ilanlarına baktım. Bir tane uygun buldum, aradım. Ertesi gün de annemle Polatlı'ya gidip netteki eve baktık. Beğendik ve hemen oracıkta kiraladık. Her şey tıkırında işledi çok şükür. Pazar günü de bir kaç tane temel eşyayı eve taşıdık ve benim bir evim oldu.

Şimdi hem eve taşınalı, hem de oradaki bir devlet okulunda öğretmenliğe başlayalı iki hafta oldu. Öğrenci sayım çok fazla. Tam 29 tane! Ama o bir güncük kreş deneyimimden sonra vallahi böylesi daha güzel.

He unutmadan, "Nasıl oluyorda azıcık ücretli öğretmen paranla ev tutabiliyorsun?" dediğinizi duyar gibiyim. Hemen söyleyim öyle ucuz bir ilçe ki millet tek maaşla aslanlar gibi yaşıyor. Benim zaten aylık bir miktar param da var. Üstüne bir de bu para. Oo yeterde artar bile. 

Anlayacağınız bir iki ay içerisinde öyle tutarsızlıklar yaptım ki en sonunda bu işte şöyle dikiş tutturmadan buraya yazmak istemedim.

Not: Ancak yine de vekil öğretmenliğin durumu belli olmayacağından hala dükkanlardaki eleman aranıyor yazılarına dikkat ediyorum. Ee, kırk yılın başı bir evim olmuş bırakacak değilim yani.

22 Eylül 2011 Perşembe

Ben Küçükken...

Her şeyden korkarmışım. Babam yanımda birisine bağırsın, benim kalbim güm güm eder, kendimi koltuğun arkasına atarmışım. Biraz da ürkekmişim anlaşılan. Birisi masaya sertçe vursun olduğum yerde zıplarmışım.

O zamandan belliymişim demek ki, sürekli evden çıkar uzak mahallelerdeki arkadaşlarımın evine gider akşam kadar dönmezmişim. Babaannem bağıra bağıra beni sokaklarda ararmış.

Nohut yemeği yemezdim. Bir misafirlikte nohut yemeğinden çıkan kemikli etten tiksinince olmuş bu. Çok zor alıştım tekrar yemeğe. Ama hala aram iyi değildir.

Solakmışım ama zorla sağ elime kalem aldırıldığından beridir sağlak sayılırım. Ama yazım hala çok çirkin.

Çok dik başlı, inatçı ve kıskançmışım. Sırf bu yüzden o yumuşak huylu annemin dayağını kardeşlerim arasında sadece ben yedim desem yeridir.

İnatla annemden hep beni uyumsuz giydirmesini istermişim. Bir fotoğrafım var. Beyaz bermuda gömlek takım. Altına siyah çorap ve kırmızı ayakkabılar. Bir de dünyanın en şık kızıymışım gibi bir poz verişim var, dayanılmaz. (Yırtıp atacağım da anne engeline takılıyoruz işte.)

Sürekli soru sorar insanları bunaltırdım. Sonra bir gün annem "Kızım sorup durma, dinle öğren." dedi. O gün bu gündür sürekli insanları dinliyorum. Anlayacağınız sağımda solumda konuşan herkes dikkatimi çekiyor. Ev hanımı olsam apartman teyzelerine dönüşürüm herhalde.

Ali baba ve kırk haramileri beğenmemiş değiştirip başka türlüsünü yazmaya çalışmıştım. Şimdi ne yazdım hiç hatırlamıyorum.

Ben küçükken herkes gibi çocukmuşum işte.

14 Eylül 2011 Çarşamba

İşi Kaptım

Bir önceki yazıda bahsettiğim işi aldım. Okulun sahibi biraz huysuz gibi. Bilemiyorum. Ama içimde nedense "bu işte çalışmalısın." diyen bir his var. Okulu sevdim. Bir iki tane de yabancı çocuk vardı. Türkçe bilmiyorlar. Nasıl anlaşacağız bilmem. 

Şu yazımda bir hocama yardım edip para kazandığımı anlatmıştım ya o ana okulundaki öğretmen çocuklara sağlıklı besinlerden bahsederken domuz etini yememeleri gerektiğinden dem vurmuştu. Okul Ataşehir'deydi ve oralarda da, biliyorsunuz belki, yabancı ya da en azından anne veya babası yabancı olan çocuk çok fazla. Çocuğun teki kalkıp "Ama biz evde yiyoruz öğretmenim." demişti. Çok gülmüştüm. Umarım ben de beslenme konuşmaları yaparken o öğretmenin yaptığı hataya düşmem.

13 Eylül 2011 Salı

Bugün Evdeyim

- Erkek kardeşim kendine bir alışveriş merkezinde iş buldu. Annem de çalışıyor zaten. Bugün evde kimse yoktu. Ben de sabah uyandıktan sonra ne yapayım ne yapayım dedim, bari biraz gezeyim. Ama önce banyo yapmam gerek. Şöyle hafif bir makyaj ve güzelleşmek. Markette çalışırken kendimi malak gibi hissediyordum. Diğer kasiyer kız "Abla sen de benim gibi makyaj yapmıyor musun?" dediğinde fark ettim bu malaklığı tabi. Ama sonuçta akşama kadar çalışırken, üzerindeki market gömleğini bile kirletmeden zor üstünde tutarken bir de yok göz kalemim akmış mı, eyvah gözümü ovuşturdum tuvalete gitmem lazım mı diye bir şey yapamayacağıma göre malak olmak en iyisi. Ama bugün evde olduğuma göre işler değişir.

- Ağzımı bir karış aça aça esnedikten sonra attım kendimi banyoya. Ama bir şey eksik böyle küvetin kenarında. Çok önemli bir gereç. Tabi bunu saçlarım iyice ıslandıktan soınra fark ettim. Şampuan bitmiş. Ben de diyorum "Neden erkek kardeşim sabah sabah saçlarını yıkamaya anneannemlere indi?" Artık el mahkum attık elimizi beyaz sabuna. Ardından bari hora gitmesin dedim ablamın çocuklarından kalma dalinle de yıkadım saçlarımı. Ne güzel(!) Böylelikle sabunsu bir yapağılık ve bebeksi bir yumuşaklıkla kafası karışmış saçlarım oldu.

- İşten çıktım. Zira dış ve iç mihraklar tarafından esas mesleğimi yapma yönünde bir baskıya uğruyorum. Açıkçası ya bu güçler çok ikna edici ya da ben de sıkıldım dıt dıt kasiyerlikten, öğretmen olmayı istiyorum artık. Aslında asıl istediğim kendi başıma bir evimin olması ya neyse. Yarın saat 11 de bir iş görüşmem var. Ne olur dua edin de olsun bu iş. Tabi ortamı da güzel olsun. Acil öğretmen arıyorlarmış. Bakalım inşallah işe girerim.

- Erkek kardeşim üniversiteyi gene kazanamadı. Bu sefer de kendi puanından hep yüksekleri tercih ettiği için. Şimdilik ek yerleştirmeyi bekliyor. Bu arada boş durmamak için iş arayışına girmişti. Ben işten çıktım çocuk hoop iş buldu. Annem benim market işine alışıp asla öğretmen olamayacağımdan korktuğu gibi ondan da paranın tadını alıp asla okumayacağından korkuyor. Ki bence ikisi de yersiz. Bunu bir şekilde anlaması gerek.

- Markette çalışırken sabahları annemin servisiyle gidiyordum. Malum yol parasından tasarruf. Haliyle iş yerine çok erken varıyordum. Ben de market açılana kadar yakındaki bir parkta oturmayı adet edinmiştim. Bir gün bir kadın geldi uzaktan. Özür diledi yanıma oturabilir miymiş, sordu. Tabi dedim ama sabah sabah hırlı mı hırsız mı korkmuştum gene de. Öyle ya bir sürü boş kamelya varken neden illa benim yanım. Hemen konuşmaya başladı. Temiz yüzlü birine benziyormuşum. Bir kızı varmış, ticaret meslek lisesini kazanmış. Göndersin miymiş göndermesin miymiş? Bir iki tavsiye de bulundum, kızın kendisi bilir, karışmayın istiyorsa gönderin falan. Sonra bu yavaş yavaş açılmaya başlamasın mı? "Kızım erkekler çok kötü, kendine aman dikkat et" den bir girip o yeni liseyi kazanmış kızının korkunç cinsel deneyimlerini anlatmaya başladı. Yok yaralar çıkmışmış, yok kızına hap içirmişler falan. İyi hoş acıklı üzülüyorsun da beni aldı mı bir tırsma. Teyzecim bunları bana niye anlatıyorsun? Laflarının arasına "genç kızsın, bunlar da anlatılmaz ya kızım seni kendime yakın gördüm." diyor, zaman zaman da "olsun anlatayım, sen de kızımın bir ablası sayılırsın." diyordu. Ben yüzümde sabit, ne tarafa çeksen o tarafa gidecek bir tebessüm, telefonuma bakıp duruyorum. Anlasın da gitsin yanımdan. Tabi anlamadı. Artık dedim "efendim benim kalkmam lazım. Geç kalıyorum iyi günler." Anlayacağınız gene buldular beni. Zaten geçen gün arkadaşımla telefonda konuşuyoruz dediğine göre yüzümde öyle bir ifade, öyle bir gülümseme varmış ki insanlar "İşte aradığım, güvenebileceğim, derdimi anlatabileceğim kişi bu." deyip koşuyorlarmış bana. Hoş, dert analığı yapmaktan hiç bir zaman sıkılmadım. Ama bazen fazla geliyor. Şekil a da görüldüğü gibi.

- Son olarak üstü kapalı bir şey söyleyeceğim. Fazla soru sormak yok. Hep yanlış zamanda, yanlış yerde ama doğru adamlara vuruluyorum. Tabi haliyle hiç bir şey olmuyor. Neyse buna da alıştım ben.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Kasiyer Oldum

Bir markette kasiyerlik işine gireli tam on bir gün oldu. Sonuçta evde boş boş oturmaktan sıkılıyordum. Kpss'den de yüksek almamıştım ki zaten atanamadım da. Ben de yaklaşık bir buçuk ay öncesinde yaptığım bir iş başvurusundan gelen çağrıyı değerlendirdim. Sonuçta çalışıyorum. Market işi harbiden yoğun. Zaman zaman yorgunluktan eve sürünerek geliyorum. Annem onca okuduğum fakülteden sonra bu işte çalışmama hala çok sinir oluyor. Özel sektörde çalışmak kolay mıymış? "Dünyanın kaç bucak olduğunu göreceksin." diyor. Halbuki annem bilmiyor ki bu dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmeye gerçekten de can atıyorum. Düşünsenize şu yaşıma kadar tek bildiğim şey öğrencilik yapmaktı, o da baydı zaten. 

"Harbiden yahu çalışmak nasıl bir şey." Çalışmak yorucu bir şey. Ama, tamam kabul ediyorum zaman zaman özellikle laf anlamayan müşterilere papaz olsam da, market çok eğlenceli bir yermiş yav. Ne bileyim, bir kere akşam eve iş getirme gibi bir derdin yok. Öğrenciliğimiz okul dışında ödev yapmakla ya da ödevi ne zaman yapsam diye düşünmekle geçiyordu. Sürekli bir zihin çalıştırma gibi bir derdin de yok. Kasaya dikkat et. Açık çıkarma yeter. Yılların verdiği zihin sıkışmasını en sonunda rahatlattım bu iş sayesinde. Artık eve geldiğimde daha rahat yazı yazıyor daha rahat kitap okuyorum. Hiç bir şey zihnimi meşgul etmiyor.

Şimdilik bu zihin boşaması güzel şey. Ama yine de uzun sürmez. Bakalım gelecek ne getirecek?

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Yurdumdan Çakal İnsan Manzaraları No: 1


Amcamın kızının düğünü için gittiğimiz Kırşehir'de nasıl susuzluktan kırılıyoruz. Tabi alışmış herkes orada çeşme suyuna ya bizim gibi hazır su içicilerinin hali nanay. Ne ayıp olmasın diye dışarıdan su alıp içebiliyor ne de çeşmeyle yıldızımız barışıyor. Kuruduk anlayacağınız. Tabi biz böyle kara kara düşünürken sular kesilmesin mi? Benim hemen gözlerde şimşekler çakmaya başladı. "Ben bakkala gidip su alayım." diye attım kendimi ortaya. Ama yani siz de anlayın canım. Olacak iş mi? Gelinin başını yapmaya eve kuaför gelmiş, bir ikram edece soğuk suyumuz bile yok(!) Bakkal da uzakmış ya olsun. Hedefe giden yolda bir kaç damla terin lafı mı olur? 

Çıktım yola, az gittim, uz gittim, dere tepe yol gittim, azıcık yolu karıştırıp geri döndüm, başka bir tepeden uz gittim ve ufukta yeşil badanalı caminin karşısındaki o bakkalı gördüm. "Hanimiş de benim bakkalım, aman da aman, gel bakalım. Nasıl şirin, nasıl munis şeysin sen öyle." diyerek daldım bakkala. Aman allahım bulaşık deterjanlarının sıra sıra dizildiği sevimli reyonun hemen aşağısında, yerde beş litrelik kaynak suları durmuyor mu? Yavaş ve emin adımlarla hedefime doğru ilerledim. Suları incelemeye başladım. İki farklı marka vardı. Birinin ne olduğunu bilmiyordum. Herhalde Kırşehir yöresinden çıkan kaynak suyu olmalıydı. Ona bulaşmadım. "Şimdi içimini bilmediğim suyu alıp da çeşme suyunu aramayalım." dedim kendi kendime. Daha bilindik markaya, "Saka Su" ya yöneldim. "Gel bakayım annene" dedim, aldım elime şişeyi, parasını ödeyip çıktım. Tekrar yola koyuldum. 

Yürürken "Aman pek bir ağırmış. Bir buçuk litreliklerden iki tane mi alsaydım yoksa." diye soluklanmak için durdum. Gerçi hala suyumun güzelliğinden, tatlılığından vazgeçmiş değildim. Ama bir terslik var gibiydi. Böyle tarifi imkansız bir huzursuzluk. Kapak ne tuhaf demeye de o ara başladım zaten. "Manyak lan bunlar, insan kapağa kendi markasını koyar 'Damla' değil." diyordum ki ampul yanıverdi.  Leynnnn... diyerekten okkalı bir küfür savurdum. Çömelip şieşeyi iyice incelemeye başladım. Tutma yeri mavi değil turuncuydu mesela. Zihnimde tarama yapmaya başladım. Turuncu turuncu turuncu... Ana! Bu Seğmenler marka suyun rengi değil mi? Sonra kapağı çevirmek aklıma geldi. Peehh, emniyet şeridi falan hak getire. Allahım yarabbim nasıl kan sıçradı beynime. Şerefsiz bakkala bak hele. Biz terkos suyu içemediğimizden kaynak suyu alıyoruz, adam bize çeşme suyunu kakalıyor. Artık evde su bekleyenleri falan unuttum doğru bakkala gittim. "Amca!" dedim sinirli sinirli "ne bu?" Adam ya anlamadı ya da anlamamazlığa yattı. Tekrar ettim lafımı. Ardından da şişeyi gösterdim. Açıklamasını istedim. Yahu olaya bak. Şişe saka, kapak damla, sap seğmenler. Bakkal, pişkin, sanki yaptığı çok normalmiş gibi  "He, o mu- dedi- Yengen evden doldurmuştu, oraya mı karışmış?" Ulan bakkal! Ulan bakkal! "Ben bunu değiştireceğim." dedim sinirli sinirli artık. Sonra gittim şişeleri tek tek inceledim. Kapağı en emniyet şeritli olduğuna kanaat getirdiğim, az önce beğenmediğim yöresel kaynak suyunu alıp çıktım. 

Tabi evdeki insanların beni ne şekilde beklediğinden hiç bahsetmeyim bile.

2 Ağustos 2011 Salı

Aylak Kız

Tüm sülale benim kariyerim için endişedeler. Herkes kendi kafasına göre bir iş planı çiziyor. Tabi bana soran yok. Hoş benim de onlara "Sizce ne yapmalıyım?" diye sorduğum yok.

Ortak kararları tabiki öğretmen olmam. ("Öğretmen olmayacaktın da neden okudun onca yıl?") Yalnız kpss'den düşük aldığımdan dolayı (İlk başlarda çalışıyordum ya sonraları öğretmenlikten soğuduğumu fark ettim ve bıraktım. Şimdiyse olsam mı acaba, diyorum. Off, kafam çok karışık.) özel okulda mı çalışmalıyım, yoksa ücretli öğretmenlik mi yapmalıyım ya da annemin dizinin dibinde oturmalı ve yeniden sınava mı hazırlanmalıyım? Bir tek halam beni serbest bırakmış durumda. "Senin derdin belli, para kazanıp gezmek. Hangi mesleğe girersen gir seni elde tutamayacağız zaten." diyor. Bu arada halamın eşi de alttan altta 26'ıncı tercihi yapıp bahtıma neresi çıkarsa oraya gitmemi söylüyor. Ve ekliyor. "Herkesin hayatı tehlikede. Hatta şurada otururken benim bile. Öyle bir yeri beğenmemek olmaz." (Haklı mı acaba?) Annemse sürekli bana evde bir oda ayırma peşinde. Zira istanbul'a gittiğimden beri bir odam yok. "Anne- diyorum- dur, daha nerede hangi şehirde çalışacağım belli bile değil." Bazen de kendisine "Anne amcamlar seni yalnız bırakmamam konusunda uyarıyorlar." diyorum. "Bakma sen onlara-diyor- ben sizi böyle yetiştirmedim ki. İnsan evlenince zaten yeni hayat kuracaksa neden bu bekarlardan esirgensin ki." Ama yine de inatla oda yapmakta kararlı. Aslında biliyor musunuz o kadar kitabı, ıvır zıvırı yanımda taşıyamayacağıma göre bırakın da bir odam olsun değil mi? Tatillerde gelip sığınabileceğim.

Bu arada sen ne yapmak istiyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Valla kafam öyle karışık ki kimseyi ne dinliyor ne anlıyorum. Şu aralar aklımda sadece aylaklığımın keyfini çıkarabilmek var. Hoş düğündü, tek ders sınavıydı, ramazandı, daha pek bu konuda başarılı olduğum söylenemez. Neyse bakalım gelecek ne gösterecek?

31 Temmuz 2011 Pazar

Siz de Bir Dolar Kaldı MI

Efendim hepinize cümleten merhaba. Yaz sezonunun açılmasından mütevellit her tarafımız düğünle, davul-zurnayla, akordu bozuk elekro saz sesleriyle doldu. Karakolların gece telefonları sadece gürültü şikayetlerinden çalıyor. İşte bu şartlar altında bendeniz de Kırşehir'de bir düğüne katıldım ve tenkitlerimi size bildirmekten şeref duyarım. (E gözlem yap canımı ye demiş atalarımız.)

Efendim anlatacağım düğün amcamın kızının düğünüdür.

Düğün iki gün sürdü. Benim eleştireceğim şeylerse ilk güne ait bir kaç enstantane.

İlk gün süslendik püslendik akşam üstü oğlan evine doğru yola çıktık. Düğün evine vardığımızda kadınlarla erkekler ayrı ayrı yere oturacak şekilde birbirimizden ayrıldık. Garip ama haremlik selamlıktan çok daha farklı kültürel bir olay bu. Mesela erkekler çok kolay kadınların bölümüne girip oturabiliyor ama aynısını kadınlar yapınca ortamda nasıl soğuk rüzgarlar esiyor anlatamam. Resmen içeri besinleri geçiren ama dışarı organnelleri çıkartmayan hücre zarı gibi.  (Bizzat kendim şahit oldum. Benim için "Kitap Gibi Kız gene yüzsüzlük edip erkeklerin yanına gitti." dediler. Halbuki gittiğim yer bildiğin açık hava, bahçe; erkeklerse kuzenler, amcalar, enişteler vs.) Hem öyle kadınlar erkeklerin gözlerinden ırak falan da değiller. Kafalarını azıcık uzatsalar zurna eşliğinde gerdan kıran yemenili teyzeyi, mine etekli haticeyi, dağınık topuzlu kezbanı görebilirler pekala da. Ayrıca düğünün gedikli çaycısı da her daim kadınların arasında dolaşıp servis de yapıyor zaten. E şimdi burada ayrı ayrı oturmanın mantığını bana anlatacak olan beri gelsin. Zira herkes birbirini rahatlıkla görüyorken farklı oturmak niye anlayamıyorum. He, aslında anlıyorum da çaktırmıyorum. Bana bu durum biraz erkeklerin üstünlüğünü pekiştirmek için geliştirilmiş bir adetmiş gibime geliyor. Şöyle ki resmen acımızdan öldük de bir erkekler bölümünün yemek servisi bitmeden bayanlar bölümüne yemek veren olmadı. Kaşık oyunu gösterisi de onlara yapıldı zaten. Neyse gene damarım tuttu.

Bir de şu davul olayına gelelim. Kırşehir'de düğüne çağırdıkları davulculara para vermiyorlar. Çalgıcılar bildiğin bahşişe geliyor. Ama bu durum misafirlerin bunaltılmasından başka hiç bir şeye yaramıyor. Bir hava çalıyor diyelim. Davulcu gözüne birini kestiriyor. Sonra da güm be de güm güm davulunu o kişinin önünde inletip duruyor. Maksat bahşiş kopartabilmek. Bir de düğün alanına yeni giren her misafiri karşılamaya gidiyorlar. İllaki onlar da para atacak. Valla arkadaşlar cebinizde fazla para yoksa Kırşehir düğünlerine giderken bir kere daha düşünün derim. Ama durun, siz de bazı akıllı vatandaşlarımız gibi paranızı bir dolarlara çevirebilirseniz, paranızı fazla kaybetmeden de düğünü sağ salim bitirebilirsiniz. (Tabi döviz bürolarında diğer düğüncülerden size bir dolar kalabilirse.)

Neyse bu bahşiş bahsini geçip bir de damadı davulun üstüne çıkartıp oynatma mevzuna gelelim. Kardeşim bu kadar kabaca bir büyüklük gösterisi olamaz. Ne öyle damat herkesten 30 santim yukarda. Millette çevresinde gerdan kırıp duruyor. Allahım yarabbim üstüne bir de bir sürü para atıp duruyorlar. Yok yok Kırşehir'de erkeklerin büyüklük taslamaları kabaca ve çirkince para savurmalarında gizliymiş, anladım.

Son olarak zorla ağlatma seanslarını da anlatıp bitireyim. Yahu mutlu, güzel bir gün bu. Neden zorla birileri "bir uzun hava çal da ağlayak." der ki. İlla da düğün sonunda bir hastane önü ne bileyim bir zahidem çalıp hüngür hüngür ağlama peşindeler. Kendi kendilerine acı çektirme midir nedir? Resmen onlar yüzünden amcam bir ara ortamı terketmek zorunda kaldı. Zaten kızı evleniyor diye durup durup ağlıyordu. Tam oldu. 

Neyse efendim ben de eleştiri bitmez. En iyisi fazla coşmadan kaçayım.

29 Temmuz 2011 Cuma

Evden Kaçtım Ama Parka

Bu sabah üç gibi uyandım. (Yoksa gece üç mü demeliydim?) Bir gün öncesinde çok fazla yorulduğumdan erken yatmıştım. Haliyle gece yatakta dön dön, en sonunda pes edip kalktım. Kalktığımda ne yapacağımı bilemedim. Mesane doluluğundan karnım felaket ağrıyor, midemin açlığı ise ağrıda onunla yarışıyordu. İlk önce hangi ağrıyı teskin etmeliyim düşüncesinin kafa ağrısıysa cabasıydı. Ama en sonunda dolu olan boş olana galip geldi. Önce banyoya gittim. Ardından doğru mutfak. Buzdolabını açtım. Hmm, dünden kalan pilav gözüme oldukça cazip görünüyordu. Açlık böyle bir şeydi anlaşılan. Karnımı doyuırdum. Sonra "ne yapsam, ne yapsam, bari kitap okuyayım, kaç gündür elimde sürünüyor bir tanesi." dedim. Ama evin tüm odaları uyuyan insan, mutfaksa bulaşık doluydu. Fakat başka   alternatifim olmadığından, el mahkum, mutfak masasında kendime küçücük bir yer açıp kitap okumaya başladım. Canım sıkıldı. Koridorda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Yok, insan gece gece sandalye tepesinde değil yatağında okumak istiyor. Kalktım, banyodan gelen cılız ışıkla odaya girip hala boşaltmadığım valizi el yordamıyla buldum, İçinden masa lambamı çıkardım, Fişe takıp yattığım yerden okumaya devam ettim.  Hava aydınlanmaya başladı bu arada ya gün benim için öğlene yaklaşıyordu aslında. "Dışarı çıkmalıyım." dedim. Hoş insan kendi şehrinde ha deyince çıkamıyormuş, tekrar tecrübe etmiş oldum. "Mahalleye çıkıyorsun, sen kimseyi tanımasan da herkes anneanneni tanıyor." düşüncesinden mütevellit doğru banyoya gittim. Tipime çeki düzen vermem gerekti. İlk önce dişleri fırçalandım sonra başımın ön bölgesini yüz yıkama jeliyle bir güzel pakladım, tonikle son bir rötuş yaptım. Ardından geri odaya geçip, düzgün pantolon, düzgün tunik giydim; uyumlu eşarp taktım. Mutfağa geçtim, peynirli, domatesli sandviç; mini termosa kahve yaptım. Ve oh, sonunda dışarı çıktım. (Ee, konu komşu ne der sonra!)

Neyse şimdi her zamanki parkta, her zamanki kamelyada, her zamanki yerde oturuyor ve bu yazıyı yazıyorum.

Not: Yazım bu sabah parkta otururken yazdığım günlükten.

17 Temmuz 2011 Pazar

Boğazımda Taş

Bu sefer öylesine açtım yeni kayıt panelini. Yazacak bir şey düşünemediğimden de uzun uzun baktım ekrana. "Ulan ne yazacağım şimdi, geri mi kapatsam, yoksa düşünsem aklıma bir konu gelir mi?" Gelmedi tabi. İnsanın aklı bir sürü şeyle meşgulken içinden herhangi birini seçmekte zorlanıyormuş anlaşılan. Benimkisi de öyle oldu. Halbuki iki gün önce istanbul'a geldim ve trendeki herkesi Sakarya sporlu ve mhp'li yapmaya çalışan şamatacı genci yazabilirdim. Ya da trenden hareketle geçen sene büyük memur grevinde arifiye durağında koca bir tren dolusu insanla altı saat mahsur kaldığımı da yazabilirdim. Ya da bu konuları es geçip öylesine bir çocukluk anımı ya da yine bir düğün sebebiyle etraftaki insanların beni nasıl sinir ettiklerinden bahsedebilirdim. Vs. vs. vs...

Ama yazamıyorum, boğazımda kocaman bir taş takılı sanki. Hem de bir değil bir sürü şey için. Çoğu da benim kendi şahsi derdim de değil. Neyse yazıyı yazmayı bitireyim de şu taşı yerinden çıkarmaya çalışayım.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Anne Evi İyidir Ama Kendi Evin Candır!

 Artık mezun olup Ankara'ya kavuştuğuma göre şimdilik annemin evini mesken tutabilirim. Kendi evime çıkabilecek kadar parayı kazanana kadar tabi. Zira insan evden ne şekilde çıkarsa çıksın geri döndüğünde "benim evim" diye hanesini sahiplenemiyor. Ben de bu yüzden "Ne olur ne olmaz belki Ankara'da kalacağım tutar." diyerek şimdiden herkesi "ayrı evde yaşayabilirim" olgusuna alıştırdım bile. Yalnız büyük amcamın manevi desteğini almak bayağı zor oldu. Zira amcam "başınızda ben olsaydım (kendisi yurt dışında yaşıyor.) böyle olmazdınız." deyip duruyor. Yani ne şehir dışında okuyabilir, ne ayrı ev diye tutturabilir, ne de kafama estikçe şehir şehir dolanabilirmişim.


Amcama göre bazı zorunluluklar olmadıkça insanın kendi evine çıkmaması lazımmış. İşte benim kayış tam da bundan dolayı kopuyor ya. Çünkü bir insanın kendi hayatını kurabilmesi için illa da zorunlulukların baş göstermesi gerekli olmamalı. Hem, haydi itiraf edelim, bir çok zorunluluğu biz kendimiz oluşturuyoruz aslında. Başka bir şehirde okumayı seçiyor sonra da "Ama İstanbul'u kazandım ne yapayım" diyoruz. Veya bile isteye birisini sevip evleniyor sonra da "Ama yani evli barklı kadınım, kendi hayatımı kurmayım mı?" diyoruz. İnsan evlendiğinde ya da başka bir yere çalışmaya\okumaya gittiğinde tabiki kendi hayatını kuracak. Ama şimdi durup bir de benim açımdan bakalım. Hadi ölene kadar hiç evlenmedim ve hep Ankara'da yaşadım. Peki neden bundan dolayı "Annemin evi" nde  oturmak durumunda kalayım ki. Bakın annemin evini tırnak içine alıyorum, çünkü gerçekten de annemin evi. Tamam istediğim gibi girip, çıkıyor, kimseye hesap vermek zorunda kalmıyorum ama yine de bardaklarla tabakların yerini mutfakta bir değiştir de gör bakalım n'oluyormuş. Bir kere en azından annemin şöyle diyeceğinden yüzde doksan dokuz eminim. "Kızım ben sana karışmıyorsam sen de benim düzenime karışma!" İşte gördünüz mü? Ev onun evi, düzen onun düzeni. Benimse artık kendi düzenimi kurmaya ihtiyacım var. Evli ya da bekar. Ankara'da ya da başka bir şehirde.


Hoş bunca lafı anlatmama gerek yoktu aslında. Zaten bir şekilde İstanbul'da yaşamaya çalışan ben, "İstanbul'da iş buldum." diye ortaya çıkabilirdim. Ama işte maksat çıkıntılık olsun. Zaten amcam da konuşmanın sonunda "Biz seni biliyoruz yeğenim, ne desek değişmezsin, sen önceden de böyleydin." diye konuyu kapattı.