Sayfalar

25 Şubat 2013 Pazartesi

Benden Haberler...

Sinüzit ben öğrenciyken eğlenceliydi. Biraz başım ağrır, ben de yırtardım sorumluluklardan. Sonra da al bir ağrı kesici, yan gel yat keyfine. Ama simdi saatlerce sürüyor ve ancak uyuyarak katlanabiliyorum ağrılara. Bu hastalık yüzünden sürekli doktora gidiyorum. Yani daha doğrusu ilaç yazdırmaya. Zira hepsi aynı şeyi söylüyor. "Burun ameliyatı olmalısın." Burnumda kemik eğriliği var. Sağ burun deliğini tıkıyor. Yani ben yarım nefes alabiliyorum. Buram buram çiçek kokan bir tarlada sizin duyduğunuzun yarısı kadar bir koku. Hoş bazen iyi olmuyor da değil. Mesela iş arkadaşlarım arasında tezek zamanı kokulara en iyi dayanan benim.

Neyse lafı dolaştırmadan sadede geleyim. Ameliyattan korkuyorum. "Ben çekerim bu hastalığı" demek daha kolayıma geliyor. Ama devamında gelen uyku sorunu ve sonucu olarak da halsizlik yok mu, beni mahvediyor. He bak Diyarbakır dışında bu kadar yorgun değilim. Onu da sordum doktora, "Çalıştığın şartların stresi ve hava şartları." dedi. Yani bizim bol kömür dumanlı, tozlu topraklı köyümüzün yolları. Zaten okulda soba kurulalı beri rahatsızlığım artı. Tek temennim şurda on beş gün sonra önümüzün bahar olması. O zaman belki bu kadar daralmam.

(Yok yok kesin iyi olurum o zaman. Ameliyat da neymiş canım.)

23 Şubat 2013 Cumartesi

Şarkının Ters Çağrışımı

Bu aralar bir şarkı bende anlattığının tam tersi şeyler çağrıştırıyor. Şarkıyı dinledikçe ürküyorum adeta.

Volkan konağın söylediği "Orhan Gencebay" şarkısı bu aslında. "Gurbet"

                     
Aha da şarkı bu. Bir dinleyin ve şiir bölümündeki (3. dakikadan sonra) "çünkü ben senin her yanın çiçek açmış yemişlerle dolu fidana benzeyen güzel yüzüne hasret yaşayamam" bölümünde durun. Güzel bir kadın tarifi mi şimdi bu allah aşkına?!

Benim aklımdan geçenler şunlar.

Kadının yüzünün her tarafını kara dutlar gibi benler  basmış, dallar gibi yarık yarık yara izleri dolu. Ben böyle düşündükçe sanki "Oz Büyücüsü"ndeki uzun burunlu, benli, sivri şapkalı yaşlı cadıyı görüyor gibi oluyorum. Her seferinde bırr! diye iç geçirmekten kendimi alamıyorum. Yazık la adama diyorum. Cadı büyü yapmış herhalde. O cerahatli benleri dallardaki yemişlere benzetiyor.

Acaba "Orhan Gencebay" bu şarkıyı yazarken ne düşünüyordu.

He bu arada ben neyin kafasını yaşıyorum da böyle bir şeyle uğraşıyorum, o da ayrı bir konu.

21 Şubat 2013 Perşembe

Diyarbakır'da kafama takılan şeyler

- Neden sokaktaki köpek sayısı bu kadar az?
- Neden sanat sokağında herkes birbirine manzara muamelesi yapıyor?
- Neden yoldan geçerken kadın, erkek olsun bu kadar çok insanlar birbirine bakıyor?
- Neden pek çok insan elektrik, su saatiyle oynayıp vergi kaçırırken bir de bunu marifet sayıyor?
- Neden elektrik kaçırdıkları halde bu kadar çok kesilen elektrik için sinirlenip duruyorlar?
- Neden herkes bu kadar çok birbirine soru soruyor?
- Neden ufak bir kavgada tüm insanlar sülaleleriyle birlikte galeyana geliyor?
- Neden belediyeler uzak mahallelerin (merkez köy) yollarını bir türlü tamir ettirmiyor?
- Neden Dağkapı ve Bağlar'da bu kadar çok kapkaç yapılıyor?
- Neden benim aklıma bunlar takılıyor?
- Neden, neden neden...

12 Şubat 2013 Salı

Zaptedilemeyen Çocuk ve Onun Şirret Annesi

Dostlar, Diyarbakır'dayım. Gene! Moralim fena halde bozuk. Zira ben, saf yeni öğretmen bulunduğu şehirde beş yıl çalışmadan il dışı tayin isteyemediğini öğrendi. Hoş bazısı "Ne biçim öğretmensin, nasıl bilmezsin falan." diyecek ama bilmiyordum harbiden. Neyse yahu. Ben yolculuğumdan bahsedecektim aslında.

Dün akşam uçağıyla İstanbul'dan Diyarbakır uçağına bindim. Havaalanı çok çok çok kalabalıktı. İlk aramadaki kuyruk devasaydı. Sonra check-in kuyruğu bezdirici, kapılara giden kuyruksa ölüm gibiydi. Erken gideyim oyalanırım dediğim havaalanında uçak saatine anca yetiştim diyebilirim. Tabi uçak rötarlı kalkmasaydı. sekiz buçuk uçağı oldu mu sana dokuz. Sonra birde havada tur attı, valiz bandında bavulum bir türlü meydana çıkmadı. Oldu mu sana gece on bir. Yani bu yorgunlukla, ertesi gün çalış çalışabilirsen.

Uçağın içindeyse az kaldı, bir ara avaz avaz bağırıp "Durdurun, inecek var." diye bağıracaktım. O kadar daralmıştım.

Uçağa zar zor binebildiğimde sıranın en arkalarındaydım. Ve düşünün ki valizim ağır geldiğinden dolayı el bagajıma daha çok eşya binmiş ve ağırlaşmıştı. Bir de üstüne üstlük pencere kenarındaydı yerim. Yerime bir ulaştım ki ızbandut gibi iki adam orta ve koridora yerleşmişler, beni görünce sırıtıyorlar. "Iykk. Kimlerle havada bir başıma kalacağım yav." demekten kendimi alamadım. Adamlardan birisi "İsterseniz biz kayalım siz dışa oturun." dedi. Belli ki pencere kenarını asıl kendi istiyordu da ona yer kalmamıştı. Neyse koca koca adamların arasında sıkışacak değildim. Minnetle kabul ettim. Sonra da yerleştikten sonra özellikle adamlarla göz göze gelmeyim diye bir kitap çıkarıp okumaya başladım. Ta ki tavan bölümündeki minik paneller açılana kadar. Kafamı bir kaldırdım yanımdaki insan irisiyle göz göze geldim. Gözlerimiz çakışınca adam ani bir hareketle otuz iki dişini çıkartıp, heyecanla "Siz öğretmen misiniz?" diye sormaz mı? Yahu kardeşim, insan yanındakiyle iletişim kurmaya çalışır da bu kadar mı itici olur. Adam ansızın konuşmaya başladığında kendime hakim olmasam "ayy!" diye küçük bir çığlık koparacaktım. Haliyle adama o dakikada sinir oldum. "Evet, ne alaka?" dedim en ukala halimle. "Kitap okuyorsunuz da." dedi saçma sapan bir gerekçeyle. "He öyle mi?" diyerek kafamı bir kez daha eğdim kitaba ve bir daha da kaldırmadım. Yav, biliyor musunuz? İnsanlarla göz göze gelmemek için kafayı bir yere sabitlemek öyle sıkıcı ki iyice bunaldım. Ya, işte bu yüzden durdurun, inecek var diyecektim. 

Zaten uçağa binerken belliydi yolculuğun kötü geçeceği. Tünelde ilerlerken zaptedilemeyen çocuk ve annesi lap lap gelmeye başlamışlardı. Sonra da şıp diye arkamda duruverdiler. Çocuk kadını bunaltıyor ama yetmiyormuş gibi elimdeki bagajıma ayağıyla tekme atıp duruyordu. "Şişş, çocuğum yapma!" dedim haliyle. Kadın yüksek perdeden "H'anfendi bir şey mi oldu?" demez mi? "Çocuğunuz valizime vuruyor." dedim kuyruğu dik tutmaya çalışarak. Kadın suçun tekrar kendi çocuğunun üzerine kalmasından mütevellit, çocuğuna daha çok kızdı. Ardından da ilerlemeye başladık. Kapının ağzında trafik iyice sıkıştı. Çocuk ittirip duruyor beni. Resmen düşeceğim. Gene "Şişş, yapma!" dedim artık. Kadın oğluna gene kızdı ama bana da burnundan soluyarak baktığından da adım gibi eminim. O arada yürümeye başladık. Kol çantamın kulpu, çocuğun ittirmesi yüzünden, önümdeki koltuğa sıkıştı. Çıkartayım derken kadının "Çocuğumu eziyorsunuz h'anfendi!" sesini duydum. Hem de avaz avaz. Beni millete "çocuk ezici, çocuk düşmanı" gibi lanse etmeye çalıştı belliydi. Altta kalacak değilim. "Pardon" dedim. Pardon çıkalı eşekler çoğaldı dese yeriydi. O kadar pervasız, o kadar pişkince. Kadın "İnşallah yan yana oturmayız." dedi tıslayarak. Sırıttım. Ama göstermelik. Nasıl sinir olmuştum. Bir de koltuğumu bulunca gördüğüm iki gıcık, sırıtkan izbandut. Off! Bu yolculuk hiç iyi geçmeyecekti.