Sayfalar

24 Aralık 2013 Salı

Otostopçunun Diyarbakır Rehberi

Bir kaç hafta önce çalıştığım köye dört gün boyunca yalnız gitmek zorunda kaldım. Köye giden herhangi bir toplu taşıma aracı olmadığından ve benim de az param olduğundan sabahları taksiye bindim. İş çıkışları ise köyden geçen arabalara otostop çektim. 

Şimdi "Köy yerinde ne otostopu, tehlikeli değil mi?" felan demeyin. Zira böyle köylük yerlerde- hele oranın memuru iseniz- gayet güvenli de, tek sorun bindiğiniz arabaları seçemiyor oluşunuz. 

Birinci gün, bindiğim araba kia'nın lüks modellerindendi. Belli, köylü zengin. Zaten kızını da Maltepe Üniversitesi'nde okutuyor, üstüne de bir sürü para döküyormuş.

Adamın ilk sorusu nereli olduğumdu. Ben "Eyvah!" dedim içimden. "Şimdi, Ankara'lı olduğumu duyunca, gelsin sıkıcı siyasi konuşmalar..." Hakikaten de öyle oldu. Başladı "Diyarbakır'ı nasıl buldunuz?"la ve devam etti. "Yok şehri yanlış tanıyormuşuz, yok burası büyük şehirmiş. Batıdakiler bura insanını hiç anlamıyormuş. vs. vs. vs." Biliyorum adam haklı ama bu şehre geldiğimden beri aynı sorularla o kadar çok muhattap oldum ki, sıkıldım yahu.

Sonra bir de şu- Ankara'yı beğenmeme- mevzuu var. Allahım, sevmiyorsan sevme de niye illa yüzüme söylemekte diretiyorsun. Bu tip adamlar şey gibi- pusuda yatıp avını bekleyen vahşi bir hayvan! Bulunca Ankara'lıyı, şak diye yapıştırıveriyorlar "Ankara hiç güzel değil!" Lan, "Diyarbakır hiç güzel değil." desem üstüme yürürsünüz ama. Cidden de bak, şuraya yazıyorum, bir Diyarbakır'lıya "Şehrini beğenmedim." derseniz başınıza geleceklerden ben sorumlu değilim.

Bir de adam harbi garipti. Hem kızının özel üniversitede okutuyor, hem de oradaki yemekhane ve yurt fiyatlarından şikayet ediyordu. Üstüne üstlük bunun sorumlusunu da devlet olarak görüyordu. Kardeşim az biraz çalışsaydı kızın da düzgün bir devlet üniversitesine gitseydi. Dicle üniversitesinin yemekhanesi bir liraymış mesela.

İkinci gün, okulun internetini tamir eden teknisyenlerin arabasıyla şehre indim. Eh bunlar "Diyarbakır'ı nasıl buldun?" sorusunda daha insaflıydılar, fazla uzatmadılar. Yalnız, yanımda oturan adamın  karnı acıkmış olacak ki, poşetinden çıkardığı kokulu peynir ve domatesi ekmeğine katıp yapıp öyle çirkin bir iştah, öyle rezil bir şapırtıyla yiyordu ki gidene kadar öğürtülerimi zor tuttum.

Üçüncü gün, eski kız öğrencilerden birinin ailesinin arabasına bindim. Bu kızla da yan yana oturduk. Allahım, kız yeni ergenliğe girmiş belli, bizim okulda eskiden çalışan öğretmenini sorup duruyor. Gidene kadar "Hocam Civan öğretmenin telefonu var mı, hocam Civan öğretmeni görüyor musunuz, hocam Civan öğretmen nasıl?" Bir yandan da telefonundan öğretmeniyle çekilmiş eski fotolarını gösteriyor. Numarayı versem kabak benim başıma patlayacak, vermesem kız başımın etini yiyecek. "Canım Civan hoca numarasını değiştirmiş, bende bilmiyorum." dedim ya, yok, o zaman da Civan'ı tanıyan Fahri öğretmeninin numarasını istiyor. 
Ay, aşık öğrenciler de hiç çekilmiyor yav.

Dördüncü günse, karşımda "Otostopta son nokta!" dedirten bir araba vardı. Şöyle ki, arabanın yolcuları; sadece kürtçe konuşan yaşlı bir kadın, bu kadının her söylediğine türkçe yanıt veren ve yanıt verme haricinde sürekli kur'an okuyan genç bir kız, arabayı adeta bir kağnı gibi süren ve hiç konuşmayan orta yaşlı bir adam ve bir 'teke'den oluşuyordu. Evet evet, yanlış okumadınız, arabanın arkasında bir teke vardı ve zaten şöför de bu yüzden arabayı yavaş kullanıyordu. Allah sizi inandırsın, gidene kadar burnumun direği kırıldı yav.

Ayakları bağlı hayvan, tümseklerden geçildikçe içli içli meliyor, bi de zaman zaman ayağa kalkmak isteyerek kafasını arabanın içine uzatıveriyordu. Kız bu zamanlarda "Ayy!" diye korkarak başını kaldırıyor, sonra da hiç bir şey olmamış gibi mırıl mırıl okumasına devam ediyordu. Ah, bir de hiç kimse benimle konuşmuyordu.

Yolculuğun sonuna doğru da sarsıntının etkisinden hayvan arabaya dışkılamasın mı? Değmeyin ahırdan farksız kokuya! Ayıp olmasın diye burnumu da büzüştüremiyorum ama nasıl daraldım, nasıl daraldım, anlatamam. En sonunda yol bitti de indim arabadan. Sonra şöyle bir derin nefes aldım, ohh!!! 

22 Aralık 2013 Pazar

Ve Sonrası [Ameliyat]

Şimdi ameliyat oldum ya bir de bunun sonrasını anlatayım.

Ameliyathane koridorundan beni sedyeyle alıp odama çıkardılar. Ben tabi "Oldu da bitti, hadi eve gidiyorum." derken akşama kadar hastanede kaldım. Kolumda da bir serum.

Yatağımda uzanıp, bir sürü telefon görüşmesi yaptım. Kimle konuşsam "Canım sen dinlen, hadi fazla konuşma." deyip duruyorlar. Hoş zaten ameliyat sonrası az konuşmak gerekiyormuş. Bir de ben narkozun etkisinden öyle sarhoş konuşuyormuşum dediklerimden hiç bir şey anlamıyorlarmış. Ben de o hasta halimle "O kadar ameliyat oldum, kimse beni düşünmüyor." diyorum. 

Ameliyattan sonra bir arkadaşım beni ziyarete geldi. Sağolsun, akşama kadar da kaldı. Yazık kızın canı çok sıkıldı ya, tüm "Su ver, meyve suyu ver, hemşireyi çağır, kan var mı yüzümde?" gibi bütün kaprislerime katlandı. Haliyle bir ara uyuya kaldı. Yazık gece de o kadar geç yatmıştı ki. Canım benim gelirken bana tek bir kırmızı gül almış. Çok ince ya. Ee, kimin arkadaşı :)

Arkadaşım yanıma gelince çok komik bir şey oldu. Aslında trajikomik. Kızın içeri girmesinin üzerinden on dakika bile geçmemişti ki "Refakatçi yemeği." diye içeriye koca bir tepsi verdiler. İçinde de kızarmış tavuk, pilav, yoğurt, çorba, salata gibi bilumum lezzetli yemekler. Arkadaşım adına çok sevindim ama içim de kan ağladı doğrusu. Yahu bana içecek suyu bile zor veriyorlardı. Ühü Ühü!

Neyse sonra o kadar serum, saat başı tansiyon ölçmelerden sonra akşam oldu, doktor geldi. Gidebileceğimi söyledi. Yalnız yarın sabah gelip bandajlarımı çıkarttıracakmışım.

Ameliyattan iki gün sonraysa bir üst geçitte merdivenleren aşağı iniyordum ki ayağım ters dönmesin mi? Az kaldı merdivenlerden yuvarlanıyordum. Korkuyla öyle bir çığlık attım ki millet çevreme toplandı. "N'oldu, kırıldımı, çok mu acıyor?" demeye başladılar. Bense "Hayır burnum ameliyatlı!" diye bağırıyorum . Hiç bir şey anlamadılar tabi. Öyle yanımdan yürüyüp gittiler. Bilmiyorlar ki, bu halde burnuma darbe alsam artık tövbe iflah olmam!

19 Aralık 2013 Perşembe

Burnum Kaprislerinin Sonucu!

Hastalıklardan ne çektiysem, hep bu burnumun kaprisleri yüzünden çektim. Nefes almayı reddediyor, tembellik yapıyordu. Burun burun değil yüzümde bir et parçasıydı sanki. Ama bu böyle gidemezdi. Ben de sonunda bu isyankar organıma- Dur!- deyip burnumdan ameliyat olmaya karar verdim.

Tabi, hayatımda ameliyatı bırak doğru dürüst bir diş çektirmemiş, uyuşturucu iğnelerin fazla tadına bakmamış biri olduğumdan benim için bayağı ilginç bir macera oldu. 

Biliyor musunuz, beni en çok ne etkiledi? Açlık! Tamamiyle açlık! (Ameliyata aç karnına girmem gerekiyordu.)  Düşünün, ameliyathanenin buz gibi soğuk bekleme bölümüdeyim, üzerimde sadece kısa kollu bir cübbe var ve birazdan o çirkin yeşil renkli masaya yatacağım ama ben orada zorla lafa tuttuğum hemşireye " Karnım çok acıktı." diyorum.Tabi, kadın kaşını hayretle kaldırıp "Allah allah" demekle yetiniyor. Zaten o yarım saatlik operasyondan sonra kolumda beni besleyen serumla sırt üstü yatarken aklımda sadece ve sadece acaba ne zaman benim lahmacun yememe izin verecekler diye düşünmekti.  Hastane odaları da öyle sıkıcı ki, tansiyon ölçmek için gelen stajyer hemşireleri alkışlarla karşılıyordum.

Ameliyat işinin ön hazırlıkları da ne uzun sürüyormuş öyle. Ayy, tahliller, tahliller, tahliller... Sonra ekg, yok akciğer grafisi falan fıstık. Yukarı çık aşağı in, dört dolandım hastanede. Sonra kolumdan damar yolunu bulamadılar mı, sormayın kolum delik deşik oldu. Popomun iğne morartılarından sonra nasipte kol morartıları varmış demek. Damar yolunu elimin üstünden açtılar artık. O da, bilenler bilir, koldan daha acılı maalesef. 

Damar yolunu açıp, bir kaç tüp kan alındıktan sonra, ameliyat öncesi antibiyotiğini de bir güzel zerk ettiler vücuduma. Yav, o da mide bulantısı yapmıyor muymuş, ben ilacı aldıktan bir kaç saniye sonra, "Ayy! kusucam galiba." deyip tuvalete koşturdum. Gerçi mucizevi bir şekilde bir kaç saniyede gelen mide bulantısı yine bir kaç saniyede de puff diye gidiverdi. Gerçekten çok ilginç.

Hastaneye sekiz buçukta gittim ama ameliyata saat on gibi girebildim. Üzerimde lacivert çirkin bir cübbe, başımda aptal bir bone. Cart pembe önlük giymiş, sinirli bir hemşire "Şu masaya sırt üstü uzan. Başını da halkaya koy." dedi. Yastık yerine yuvarlak ortası boş bir yükselti vardı. "Bu halkanın amacı ne?" diye sormadım. Zira tahliller ve grafi çekimleri boyunca "Bunlar neden gerekli?" diye sorduğum halde hiç de doyurucu cevaplar alamadım. Hatta parmak ucu kanımı alan hemşireye "Benden kan alınmıştı, bu neden gerekli?" dedim. "Olur mu, parmak ucu kılcal damar oluyor." diye söyledi ve bıraktı. Ve ben kılcal damardan alınan kanla elimin üstünden alınan kanın farkını hala anlayabilmiş değilim. Efendim, konuyu fazla dağıtmadan devam edersem, cart pembeli sinirli hemşire burnuma uyuşturucu pamukları tıktı, hali hazırda açılmış olan damar yolumdan ilaçları zerk ettiler ve bumm! Uyuyakalmışım. Evet, lokal anesteziyi alıp uyuyakalmışım. operasyon sırasında tek hatırladığım şey, burnuma sokulan aletlerin baskılarıyla uyanıp, kıkırdaklarımın kırılmalarını anlık olarak hissetmem. Sonra bir baktım, sedyeyle dışarı çıkmışım ve "Kimse yok mu?" diye bağırıyorum. Ardından da derinlerden bir ses geliyor. "Birazdan seni odana götürecekler." Elimdeyse niye tuttuğumu bilmediğim kan lekeli bir gazlı bez var. Sonradan aklıma içini açıp bakmak geldi de anladım. Burnumdan çıkartıklarıymış. Altı yedi tane küçücük kemik parçaları. Onları görünce kendimi çok tuhaf  hissettim, kestiğim tırnakları saklıyor muşum gibi.

Sonuç olarak, burun ameliyatı zor olur derlerdi ya, aman nazar değmesin, turp gibi hissediyorum kendimi. Tabi burnuma dokunulmadığı sürece. Bir hafta işe gitmedim. İyice dinledim. Soğuk ve sıvı yiyecekler tükettim. İlaçlarımı kullandım ve tek eksiğim yiyemediğim lahmacunlar kalmıştı. Çok şükür onlara da kavuştum. Şimdi gelsin nefesler, gitsin karbondioksitler...

Not: Eczacı bir arkadaşım "Seni kandırıp genel anestezi yapmışlar bence." dedi. Doğru sanki.

12 Kasım 2013 Salı

İğneye Gel!

Şu anda bu yazıyı üzerinde oturmakta zorlandığım popomun acıları eşliğinde yazıyorum. Doktor baktı, verdiği antibiyotikler işe yaramıyor, daha güçlü olsun diye, iğnede karar kıldı. Daha doğrusu ben istedim. İyi de halt ettim.

Bir hafta boyunca her gün günde iki sefer bu iğneden vurulacağım. Ve hayatımda da daha önce hiç iğne vurulmamışım. 

Yahu, iki gün içinde popomdan bu kadar şikayet ediyorsam, galiba yedinci günün sonunda koltuğa sadece yan oturabileceğim demektir.

Ama allahı var, iğne de iğne ha, şak diye dinçleştiriverdi beni. Artık evde dolaşırken daha az yoruluyor, boğazımın hrıltısından daha az şikayet ediyorum.

Şimdi benim "iğne(!)" gözlemlerime gelirsek;

Bir kere ben doktorun iğne sıvılarını bir kutu içinde vereceğini sanmıştım. Sonra birden eczanede 14 kutu görünce şoka girdim. "Lan lan lan! Yoksa bir sene boyunca kalçam delik deşik mi olacak diye düşünürken, eczacı yüzümden anlamış olacak, "Her birinde bir ampul var." dedi de rahatladım.

Akşam iğnelerini, tabi, yakın hastanenin acilinden olabiliyorum. Ayy! Felaket oralar yahu. Bak, gözünüzde bir hayal edin. Bir tarafta hemşire ve diğer personeller şakalaşarak konuşuyor, diğer tarafta hastanın birinin öğürtüyle karışık kusma sesleri geliyor. Daha ötede yarı baygınca sayıklayan yaralı bir adamı kapıdan içeri sokuyorlar. Bense gözlerim şok ve korku dolu, hemşirenin iğneyi hazırlayışını seyrediyorum. Çıldırmamak işten değil. Neyse ki sabah iğneleri için aile hekimliğinin sakin ve sessiz koridorları var.

He bir de ilk iğne oluşumdan sonra, hani o bastırdıkları pamukla donumuzu yukarı çekeriz ya, hah, bende öyle yaptım, hastaneden çıkıp yolda yürürken bir yandan da istemsiz olarak, ara ara acıyan yerime dokunuyorum. Yav, yavaş yavaş dokunduğum yer iyice ıslanmasın, pantolonumun üstünden ıslaklığı ben hissetmeyim mi? Aha, dedim, "Popom şakır şakır kanıyor." Hayır yani kan kaybından ölsem, hiç şık olmaz. Düşünsenize, hakkımda çıkan haberleri."Gaddar hemşire R.S, R.B'nin poposunu iğne ile deşerek, kan kaybından ölümüne sebep oldu." Allahtan bir kaç saniye sonra, pamuğun- o steril sıvı neyse artık- onunla ıslatılmış olduğunu hatırladım da derin bir "ohh!" çektim

Vel hasılı kelam, hayatımda ilk defa iğne olan biri olarak diyebilirim ki, şu anda küçüklüğünden beri penisilin iğnesi vurulan insanlara bir acıdım, bir acıdım ki sormayın. Bu acı yeniden ve yeniden çekilir mi yav!

Not: Bir de benim hastanelerle ilgili şu yazımlarım da varmış.

Nereden nereye. Demek ki daha önceleri- ben çok hastalanmazken her şey daha toz pembe geliyormuş. Ama şimdiyse o öğüren adamın yerinde ben de olabilirdim diye düşünmeden edemiyorum. 

9 Kasım 2013 Cumartesi

Ben Hastalanınca...

Ben hastalanınca dünya başıma yılıkıyormuş gibi hissederim. 

Ayrıca sanki çevremdeki herkes benden nefret ediyormuş, benim gerçekten hasta olduğuma inanmıyorlarmış gibi hissederim.

Ben hastalanınca beni sevmeyen insanlara kafamı takarken yakalarım kendimi. Her an beni küçük düşürmek için planlar hazırlıyorlarmış gibi. Onlara o anlarda söylenecek bir sürü cümleyi hazırda tutarım mesela.

Ben hastalanınca kimse benimle ilgilenmiyormuş gibime gelir. Mızmızlanır da mızmızlanırım. Bana biri "Şunu niye şöyle yapmadın?" diye söylenecek olsa, "Şuna bak. Bir tas çorba yapıp da geçmiş olsun demiyor da hasta insanı sıkıştırıyor!" diye carlayıveririm.

Ben hastalanınca beni sadece "Oyy kıyamam!" diye başımı okşayanlar seviyormuş sanarım. Benimle ilgilendiklerini belli etmek için etrafımda dört dönmeleri lazım. (Misal anneannem)

Ben hastalanınca annemin benden habersiz alışverişe çıkması, kardeşimin bebeğiyle çok ilgilenmesi bile gözüme batar. ("Lan kızınız, bacınız burda ölüyor siz ney peşindesiniz!")

Ben hastalanınca psikopatlaşıyorum. Sonra biraz sosyopatlık da işin içine giriyor. İnsanları azarlamayı boynuma borç biliyorum mesela. Duygusal terminatöre dönüşüp ya ağlayıp milleti bunaltıyor ya da kelimelerimle işkence edip onları ağlatıyorum.

Ben hastalanınca her an ölebilirmişim gibi hissederim. Öksürdüğüm zamanlarda elime, mendilime bakarım mesela. Kan ve ya iltihap neyin olabilir değil mi?

Anlayacağınız ben hastalanınca manyak oluyorum. Deli oluyorum. Bana fazla yaklaşmamakta yarar var. O anlarda sadece "Kitap Gibi Kız eğitimini başarıyla bitirmiş olanlar" yanıma yaklaşsalar iyi ederler. Zira hırr! Isırabilirim.

* * *

Sonra iyileşirim. Ve aklımdan o habis düşünceler, psikopatlıklar pırrr, birden uçuverir. Yaşamak güzel, hayat güzel, çiçekler, böcekler, hayvanlar güzel...

Tabi şeyler de var. Çevremde bana atılan tripler... Hastayken kaç kişinin kalbini kırdıysam artık.

Not: Hastayken pek insan içine çıkmam bu yüzden.
Not2: Bu aralar da yazılarımda hep kendimle uğraşıyorum. Anlamadım, gitti. 

8 Kasım 2013 Cuma

Kendine Nazar Değdirmece

Ben küçükken, bizim komşular arasında çok meşhur bir laf vardı., "Çok övme kendini, nazar değdireceksin." diye. Hah, ben  buna "Hadi ordan!" deyip gülerdim ya artık yıllar geçtikçe buna daha çok inanmaya başladım. 

Hoş belki de buna inandığım için başıma gelen şeyleri kendime değdirdiğim nazara yoruyorum. Ya da hakikaten ben çok acayip pis bir bakışa sahibim. Ve kapalı kapta kalmış akrepler gibi sadece kendimi sokabiliyorum. 

Neyse fazla uzatmadan neden bu kanıya vardığımı söyleyeyim.

- Mesela daha az önce "Öf bee, ne de güzel çay yaparmışım!" dedim. Pat! Çaydanlığı masaya devirdim. Az kaldı bilgisayarı haşlıyordum.

- Sonra ne zaman güzel bir kıyafet giyip "Yakıştı be, güzel oldum." diyerek yolda kurumlu kurumlu yürüsem, pat! Anında ayağım tökezler. 

- Ne zaman, bir önceki seferde mükemmel bir kek yapıp iyi bir ahçı oldum diye sevinsem, ertesi kekin kalınlığı bir santimi geçmez olur. Bir keresinde de bi arkadaşıma sana mükemmel bir sebze tava yapacağım demiştim de, yemek meydana geldiğinde lapa gibiydi. Kabakla patlıcanlar püre olup tabakta iğrenç bir şekilde içli dışlı yatmaktaydılar.

- Makarnama erkek kardeşim bayılır misal. Ama "Sen seversin, tam senin istediğin gibi şöyyle lezzetli bi spagetti yapayım da, ye." diyerekten yaptığım makarnamın rezalet olduğuna çok şahit olmuşumdur.

- Efendime söyleyim, güneş gözlüğüme hayran hayran bakarken elimden düşürürüm, cep telefonuma bayılıyorsam, kesin kaybederim, flash diskimin çok kullanışlı olduğuna dair düşüncelerimi mutlulukla ansam bir kaç güne kalmaz bozulur vs. vs. vs.

Tabi her tuhaf inanışı olan kişiler gibi ben de başıma gelenleri engellemek için bazı çarelere başvuruyorum.

Örneğin, kıyafetlerim yakıştıysa aynada fazla oyalanıp fikir beyan etmez, makyajımla alakalı aklımdan fazla yorumlar geçirmemeye çalışır, yaptığım yemeklerle alakalı övgülü konuşmamaya çabalarım. 

Ama maalesef, zaman zaman kendime verdiğim sözü unutup çayı işte böyle devirebiliyorum. 

* * *

Peki ey bu yazıyı okuyan kişizade. Sen ne diyorsun bu işe, söyle bakalım.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Telef hindi-Telef kaporta

Sonunda bu da oldu. Sabah sabah işe giderken yolda bir hindiye çarptık. Ee, yol köy yolu, arabayı kullanan hoca da hızlı sürerse olacağı budur. 
Olay şöyle gelişti.

Biz üç öğretmen otomobilimize binmiş okula gidiyorduk. Arabayı kullanan hocanın canı mı sıkıldı nedir, "Dur bu sefer farklı bir yoldan gidelim." dedi. Önceki gittiğimiz yol sürekli inişli çıkıştı olduğundan fazla hız yapamıyordu. Bu yeni denediğimiz yolsa dümdüzdü. Asfalt kaymak gibi. Yolda gelen gecen araba da yok. Adamımızın resmen kanı bitlendi. Bastı da bastı gaza. Hayır bir şey diyemiyorsun ki, hocam yavaş gidin desen ben nasıl kullanacağımı biliyorum diye tersleyiveriyor. Sonra tabi köyün içine girmeye başladık. Girdik girdik girdik, derken karşıdan karşıya geçen hindileri gördük. Tabi- hayatı tespih yapıp sallayan hindi kardeş- hariç. Bu hindi "yeter amk, batsın bu dünya!" diyerekten atlamasın mı önümüze. Fren yapsak savrulacağız, direksiyonu ani kırsak devrileceğiz, el mahkum çarpıverdik hindiye. Hindi bir tarafa savruldu, kaportanın parçaları öte tarafa. Ayy, hayvandan öyle tüyler uçuştu ki gözümün önünden gitmiyor ya. 

Kaportaya mı yanarsın, hindiye mi yoksa kazada ölen hindinin parasını ödeyeceğimize mi?

Neyse köye vardık sahibini bulduk. Hindi sahibi "Canınız sağ olsun." diyerek para almak istemedi allahtan. Zira böyle durumlarda hindi oluyor sana adeta bir manda, bir su aygırı. Öyle kıymete biniyor ki ne kadar para isteyeceklerini şaşırıyor manyaklar. 

Yahu kardeşim, hayvan sahibi de niye asfalt yolda başıboş gezdiriyor hayvanlarını?
Peki bizim hocaya ne demeli, niye köy yolunda 90'la gidiyorsun? Tamam o yola çocukların çıkmayacağını biliyoruz. Araba da çok az geçiyor. Ama ya hayvanlar?
Neyse dönerken akıllandı da yavaş yavaş şehre ulaşıverdik. 
Şimdi araba tamirde. Bakalım ne zaman yapılıp meydana çıkacak? 

11 Ekim 2013 Cuma

"Uçağı sevmiyorum" Densizliğim

Meğer ben "Neden doksan aldım allahım, neden yüz değil, neden neden neden!" diye şımarıkça üzülen öğrenci gibiymişim de haberim yokmuş. Hani şu millete hava atarcasına höykürerek ağlayıp kaşla göz arasında da milleti kesen cinsten.

Konu şu benim "Uçağı sevmiyorum." meselesi. Ne zaman biriyle biraz samimileşsem hep  "Aslında ben trenciyim biliyon mu, ama burda ne yapcan, allah seni inandırsın, kredi kartı ekstrelerim uçak bileti taksitleriyle dolu." şeklinde konuşuyorum. Ondan sonra gelsin zılgıt gibi bakışlar, alaycı tavırlar...

Lan ben manyağım he. Harbi bak. Bırak içinde kalsın uçak sevgisizliğin değil mi? Ama yo olur mu? İlla yaşlı nenelerin kimi bulsa "böğürlerim ağrıyor" faslı gibi anlatıp duracağım. Vay efendim Diyarbakır'a hızlı tren gelseymiş, uçağın yüzüne bile bakmazmışım, neler yaparmışım neler. 

Bugün biri yeter diye haykırdı sonunda. "Sana sinir oluyorum, bir sürü uçak biletini ucuz ucuz almışsın, bi de konuşuyorsun!" diye. Tam ıslak odunluğum  he. Dövün beni, valla.

Ne deyim, allah beni ıslah etsin!

Not: "Kendine sayıştırmışsın ama pehh, hala o yüz alamayan öğrenci şımarıklığı." diye düşünüyorsanız , ıslak odun kapınıza kadar kargoyla gönderilir. 

6 Ekim 2013 Pazar

Gezgin Alman Diyarbakır'da

Geçen hafta Diyarbakır'daki sakin hayatmızın tam ortasına bir "Alman" düştü. Ve olanlar oldu. Ondan sonra dibimize pandoranın kutusunu fırlatılmış gibi duygularımızın esiri olmaya başladık. Ta ki bu alman hayatımızdan geri çıkana kadar. 

* * *

Aa, bakmayın şimdi "Şişştt, kitap gibi kız ne oluyor öyle" diye. Ben sadece gözlemciyim. (Külahıma anlat.) 

* * *

Cuma günü işten çıktıktan sonra Diyarbakır'daki kemik kadrom olan iki arkadaşımla bir cafe'de buluşmaya gittim. Bi baktım bunların yanlarında kemiklerden birinin doktor ev arkadaşı ve bu doktorun da iki doktor arkadaşı daha. Ordan burdan konuşup tanışma fasıllarını bitirdikten sonra bir gün önce gezgin bir almanla tanıştıklarını anlatmaya başladılar. Bu fazla iri, sarışın ve milletimize göre yaşından çok küçük gösteren alman kardeşimiz bir buçuk senedir doğu avrupada dolanıp çello'suyla karnını doyuruyormuş. Ondan sonra, gezisine İran'da devam etmeye karar vermiş. Çünkü, İran'da müzik öğretenlere çok para veriyorlarmış (Evet, aynen ifadesi buydu!) Türkiye üzerinden İran'a geçecekmiş. Tabiki otostopla. Haliyle yolu geçen hafta da Diyarbakır'a düşmüş. Kocaman kara köpeğiyle dolmuştaki insanların hışmına uğrarken bu oğlanlardan biri kurtarmış onu. Almış evine getirmiş, misafir ediyorlarmış. Adı Wolfgang.

Oğlanın Türkiye'deki en favori yemeği lahmancunmuş. Bizim doktor bebeler oğlana jest yapıp kalabalık bir yemekle lahmacun yedirmek istiyorlarmış. Biz de gelmek istermiymişiz? "Tabi ayol, kaçırır mıyız?" dedik ve bir et lokantasına kuruluverdik. Neden sonra geldi Wolfgang. Köpeği arabadaymış. Maşşallah, hapur hupur götürdü lahmacunları. He bir de milletten otlandığı sigaraları. (Ki bu gün boyu ve ertesi günden devam edecekti.)

Neyse ordan çıktık, "Sülüklü Han"a götürdük bebeyi. Maksadımız oranın tarihi havası eşliğinde o kocaman yaylısını çaldırmak. Bu arada tek başına çello hiç de güzel değilmiş. Anlamış bulundum. (Tamam saldırmayın sanat severler!)

Ertesi günse bizim kemiklerden birinin evine "Türk Kahvesi" içmeye geldi. Yemek yedi. Muhabbet felan. Sonra İran'a gitmek üzere, kalktı gitti. Tabi şu tanıştığı doktor kadro eşliğinde.

* * *

Buraya kadar okuduysanız, "Ee, nerede şu vaad ettiğin pandora kutusu?" derseniz bekleyin az kaldı oraya da geleceğim.

* * *

Bizimkiler oğlandan o kadar çok hoşlandılar ki dibinden ayrılmadılar. Sanırsın elin almanı, aslında çamurlara düşmüş bir prens. Çocuk ne anlatsa "ooo! wavvv! oha! vay anasını! süper!" Ulan diyorum, flört etseniz ne olacak, bebe yarın akşam yok. Attaa, arkasından göz yaşlarıyla el sallarsınız artık. 

Peki doktorlara ne demeli. Bizimkiler çocuğun üstüne düşüp konuşmaya çalıştıkça "İlk önce biz bulduk parsayı siz topluyorsunuz." edasıyla kenarda somurtup duruyorlar. Utanmasalar oğlanı çekiştirip parçalayacaklar. (O bu sürtüşmenin farkında mıydı acaba?)

Wolfgang'ın bir de kara kocaman köpeği var demiştim ya hah, onu kahve içmeye gelirken yanında getirdi. Ve benim şalterlerim orada attı. Köpekten korkarım ben yahu. Bi de aksi gibi arkadaşın annesi de eve misafirliğe gelmişti. O köpekle değmeyin curcunaya. Kadın valla hiç çekinmeden oğlanın suratına "Iyyyk!" yaptı. Üstüne bir de oğlanın anlamayacağını bile bile oracıkta azarlayıverdi. Neyse ki daha büyük bir fırtına kopmadan erken gitti teyze. 

Anlayacağınız Diyarbakır apartmanlarında avaz avaz havlayan canavar bir köpeğimiz eksikti. Komşular şikayet etmediyse kadirşinaslıklarındandır yeminle. Zira hav havlardan hariç bir de biz korkak kızların çığlıkları vardı ki rezalet. Ee, ortalıkta üstüne üstüne gelen bir kara köpek. Ay karabasan gibi resmen.

Bu arada bizimkiler böyle ayılıp bayılıyorlar çocuğa ya bebe resmen otlakçı. Sosyal içiciyim diyor ya ala ala bizimkilerin kaç paketini bitirdi. Çocuğun ağzını doğru düzgün boş görmedim ki. Habire ondan bi dal, bundan bi dal. Lan anasını satayım, bu kadar çok içiyorsun madem, adam gibi söyleseydin de bi karton alaydık hayrına. Sosyal içiciymiş, laf!

* * *

Uff, yazıyı okudum da ne yüklenmişim bebeye yav. Ama sebeplerim var yani.

1- Bizimkiler bu kadar kendini kaybetmeyecekti.

2- O bilmem kaç sene tıp okuyup da üstüne asistanlığını yapmakta olan doktorlar böyle küskün çocuklar gibi etrafta gezmeyeceklerdi. (Hayır madem kıskanıyorsunuz, tanıştırmayacaktın.)

3- O köpeği eve almayacaklardı. İnanır mısınız, hala evdeki köpek kıllarını temizlemeye çalışıyorlar.

4- O bebe "Sosyal içiciyim." safsatasıyla ortada dolanmayacaktı.

* * *

Yahu aslında bunlar da değil be. Sinir oldum çünkü,

o geziyor. BEN DEĞİL! 

12 Eylül 2013 Perşembe

Sen de mi İntihar Ettin, Ey Sevdiğim Yazar!

Şu an yazımı şok içerisinde yazıyorum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi pır pır atıyor. Çünkü az önce kendisi hakkında hiç bir şey bilmediğim ama kitabını iki gündür deli gibi okuduğum, "Kesin tanışmalıyım bu adamla." dediğim yazarın, çok değil, bir sene evvel intihar ettiğini öğrendim!

"Kemal SUMAN" dan bahsediyorum. Fotoğrafını gördüğünüz kitabın yazarından.

* * *

Hoş, kitapla tanışmam da ayrı bir fiyaskodur zaten. Geçen sen yine Diyarbakır'da çok bunalmış ve sahafın birinde beni benden alacak bir kitabın peşine düşmüşken onu gördüm. "Kah orada kah burada" Yazarı Kemal Sunal. Atmaca gibi saldırdım tabi. Kitabı doğru düzgün incelemeden "Aa Kemal Sunal filmlerini anlatıyor." diye heyecanlarak satın aldım kitabı. Sonra eve geldim ve ne göreyim. Yazarın adı Kemal Suman değil miymiş. Benim yüzümün aldığı rengi bir görün hele. Tam bir- verdiği paranın boşa gittiğini evlat acısı gibi böğründe hisseden- bir enayi rengi. Anlayacağınız, tek kelimeyle mosmordum. Hemen hışımla attım kitabı elimden. Ta ki düne kadar. 

Dün, "Evde okunacak ne var?" diye yaralı danalar gibi aranırken gözüme çaptı malum kitap. "Gel bakayım başımın belası." diyerek aldım elime ve bir daha da bırakamadım. Allahım, meğer ne kadar da aptalmışım. Meğer nasıl da güzel, nefis, akıcı bir gezi kitabıymış bu. Boru değil, adam yıllarca tur gemilerinde gezi rehberliği yapmış. Üstüne bir de akide şekerli edebiyatını soslamış. Ortaya mükemmel bir gezi edebiyatı çıkmış. Okurken, kahkaha atıyorum, kızıyorum, üzülüyorum, onların yerine ben de utanıyorum ama ille de okuyorum. Artık öyle bir hal aldım ki "Yahu- dedim- kim bu, hayran olduğum yazar? Resmi falan yok mu internette?" diyerekten arattım adamın adını ve önüme gelen sayfadaki ilk cümlede dondum kaldım. 

 [ Kemal Suman borçtan intihar etti ]


Ne diyeyim, Allah rahmet eylesin. Üzüldüm hem de çok. 

Biliyor musunuz, bence intihar eğlenceli insanlara hiç yakışmıyor. 

5 Eylül 2013 Perşembe

Evim Evim Bozuk Evim

Tatilim bitti, Diyarbakır'a döndüm ve kapıdan girmemle anladım ki, en son evden çıkan sen değilsen eve ilk giren de sen olmayacakmışsın.

Daha doğrusu kapıdan giremeden. Zira kapı bende olmayan anahtarla kilitlenmiş. 

 Olaylar şöyle gelişti.

Akşam akşam uçaktan inmiş, yarın ki ilk iş gününün yoğun stresi altında eve girip yatmayı düşünüyordum ki Ana! Kapıyı açamıyorum. Vay anasını! Kapının üst kilidini benden habersiz kilitlemesinler mi? Kızlar nerede? Yok. Anahtar nerede? Yok. Yok oğlu yok. O akşam arkadaşımda kaldım ya ertesi gün de anahtarı ulaştırdılar allahtan. 

Hoş, eve girdim de ne oldu sanki. Bir kere sular kesik, doğalgaz yok. Klazetin rezervuarı kırık ve eve benden habersiz klima taktırmışlar. Bak bu son maddeye bir diyeceğim yok ama benden onay alınmadan böyle bir karar... Hele bir parasını istesinler. Hayatta ödemem!

Su vanasını açma işini kolay hallettim ama suyun olmadığını tuvaletteyken fark etmek hiç keyifli değildi açıkçası. Ardından da sifonu çekerken rezervuarın kırık olmasını öğrenmek... Sonra da doğalgazın olmadığını  tam duşun altında sıcak su beklerken idrak etmek... Off! Allahım tam bir kabus. Zaten onun vanasını bulmakta hiç kolay olmadı. Yahu kombinin yanında yöresinde bir sürü vana var, hiç biri de bana mısın demiyor. Ocağın vanasını açıp kapıyorum, ıhh, onda da iş yok. Bir ara içimden "Lan, faturayı mı ödemediniz, allahsızlar!" diye geçirip tam küfür etmek için telefona sarılıyordum ki "Kızım, saçmalama. Kesin bir yerlerde ana vana gibi bir şey vardır." dedim ve Bumm! Adeta bir slomdog milyoner gibi hatıralarım gözümün önüne geldi. Meğer ben bir gün başka bir evdeyken diyargaz görevlilerinin gelip, doğalgaz saatinin yanındaki vanayı açmadan gaz akışının sağlayamayacağını anlattıkları, bir anıya sahipmişim.. Hemen uygulamaya geçtim ve bingo! 

Haydi bakalım kitap gibi kız, şimdi istikamet tekrar banyo.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Anadolu kışa hazırlanmayı sever! AnadoluJet biletinizi hemen alın, bu kış sadece 39 TL'ye uçun!


                   
Halkın havayolu AnadoluJet, bu kış da ekonomik ve konforlu seyahatin kapılarını açıyor. 02  - 08 Eylül tarihlerinde geçerli olan AnadoluJet’in kış kampanyasından yararlanarak 1 Kasım 2013 - 15 Ocak 2014 tarihleri arasında iç hatlarda bilet alan herkes 39 TL’den başlayan fiyatlarla uçma fırsatı yakalıyor.

Yaz aylarının bitmesine sayılı günler kala; AnadoluJet, kış seyahatini planlamaya başlayan yolcularını unutmuyor. Halkın havayolu AnadoluJet, düzenlediği yeni kampanya ile bu kış da ailelerine, memleketlerine ya da kış tatili için seyahat etmek isteyenlere ekonomik ve konforlu ulaşım imkanı sağlıyor.

02 - 08 Eylül tarihlerinde AnadoluJet’ten 1 Kasım 2013 - 15 Ocak 2014 tarihlerinde gerçekleştirecekleri seyahatleri için bilet alan herkes 39 TL’den başlayan fiyatlarla uçma fırsatı yakalıyor. AnadoluJet’in iç hat uçuşları için geçerli olan kış kampanyasından yararlanmak isteyen herkes; AnadoluJet internet sitesi (anadolujet.com), çağrı merkezi (444 2 538), satış ofisleri ve acentelerden biletlerini satın alabilirler.

1 Kasım 2013 - 15 Ocak 2014 tarihleri arasında 39 TL’ye uçma fırsatını kaçırmamak ve kampanya detaylarını öğrenmek için anadolujet.com’u ziyaret edebilirsiniz.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

3 Eylül 2013 Salı

Uçağı Sevmememin Bilmem Kaç Sebebi

Uçağa binmeyi sevmiyorum.

"Aa, neden sevmiyorsun kitap gibi kiz?"

Çünkü basınçtan hep bebekler ağlıyor.
Çünkü koltuk ve koltuk araları çok dar.
Çünkü hostesler koridordan geçerken hep koluma çarpıyor.
Çünkü telefonumu açamıyorum.
Çünkü valiz kilogram hakkı çok az.
Çünkü valiz bandının başında beklemek tam bir ömür törpüsü.
Çünkü bulutlar ve küçülen evler dışında izleyebileceğim hiç bir manzara yok.
Çünkü müzik dinleyemiyorum.
Çünkü havaalanında çok sıra bekliyorum.
Çünkü...
Çünkü...
Çünkü...

Fakat bu "çünkü"lere karşılık kocaman "ama"m var. Zaten o yüzden katlanıyorum ya uçağa.

"Ama çok hızlı, hemencecik varıyorum."

6 Ağustos 2013 Salı

Şair Halil Sezai

Dün kütüphanede varlık dergisinin 1935'teki sayılarını karıştırırken birden karşıma "Halil Sezai" çıktı. Yo yo, kanlı canlı karşımda değil, dergideki şair kimlikli Halil Sezai Paracıkoğlu şeklinde.

Şimdi olay şöyle gerçekleşti. Can sıkıntısından kütüphaneye gidip biraz arşiv karıştırayım dedim. Hangisi, hangisi diye katalogları karıştırırken, Sait Faik'in izini süreyim bari, yabancıya gitmesin diyerekten varlık arşivini karıştırmaya başladım ve onu gördüm. Adı soyadı Halil Sezai Paracıkoğlu olan bir eski zaman şairini. Gözlerime inanamadım. Belki yanlış görmüşümdür diye gözlerimi ovuşturup bir daha baktım. Sonra bir daha bir daha bir daha. Hayır yanlış görmüyordum. İsim tastamam Halil Sezai Paracıkoğlu idi.  

Eve dönünce Google'da biraz aradım ya ıhh, şair hakkında dişe dokunur hiç bir şey bulamadım.

* * *

Şimdi neyi merak ediyorum biliyor musunuz? Bizim Şarkıcı-oyuncu Halil Sezai'mizin bu şairden haberi var mı? Sonra yoksa bu unutulmuş şair Halil Sezai'nin dedesi falan mı? Ya da Halil Sezai'nin adı gerçekten Halil Sezai mi?  

Tabi bunları sadece kendi kendime sormadım. Halil sezai'ye de bir mention attım. Cevaplar mı cevaplamaz mı, bakalım bekleyip göreceğiz.

Her neyse bu da şairin Varlık dergisinin 54'üncü sayısında çıkan bir şiiri. I. Teşrin (Ekim) 1935

Not: Resmin üstüne tıklayarak büyütebilirsiniz.
      


22 Temmuz 2013 Pazartesi

Sompo Japan Seyahat Sigortası yaptırın, tatilinizi riske atmayın!


sompo-japan-2
O kadar hazırlık yaptınız, tatile çıkacağınız gün uçağınız rötar yaptı. Sompo Seyahat Sigortanız varsa, dert değil. Beklenmedik bir rötar durumunda sigortanız devrede.

Aylar önceden ayarladınız ama beklenmedik bir şekilde turunuz iptal oldu. Dert etmeyin. Sompo Seyahat Sigortanız varsa, tatiliniz güvencede.

Uçaktan indiniz, siz buradasınız bavulunuz başka yerde! Dert değil... Bavulunuz kaybolsa da sigortanız devrede.

Tatilde cüzdanınız çalındı! Size bir şey olmasın, Sompo Seyahat Sigortası devrede!

Hiç istemeyiz ama hayat bu, diyelim ki tatilde olumsuz bir sağlık durumuyla karşılaştınız. Sompo Seyahat Sigortanız devrede. Nerede olursanız olun, yanınızda olalım, hastane ve sağlık giderleriniz güvencede olsun.

Tatildeyken, başınıza ummadık bir şey geldiğinde, yardım almak için kimi arayacağınızı bilemediğinizde... Örneğin pasaportunuz kaybolduğunda ya da bunun gibi beklenmedik herhangi bir durumda, hemen Sompo Japan Sigorta’yı arayın, nerede olursanız olun 7/24 size anında destek olalım.

Siz de Sompo Seyahat Sigortası yaptırın, tatilinizi riske atmayın. Ayrıntılı bilgi için:
www.sompojapan.com.tr
http://www.seyahatediyoruz.biz/oss.asp

Bir bumads advertorial içeriğidir.

Kilomdan Menmun Muyum?

Bir gün Diyarbakır sokaklarında fazla kilolarıyla mutlu mesut yürürken bir adam yaklaştı yanıma.

- Pardon Fatih Lisesi nerede acaba?
- (Tarif ettim.)

Adam yürüdü gitti. Fakat bir şey unutmuş gibi yanıma geri gelmeye başladı. "Aha!" dedim. Al başına belayı. Zira sorarken beni inceliyor, yol sorusunun bahane olduğunu fazlasıyla belli ediyordu. Zaten adamdan da pek hazzetmemiştim.

Adam gerçekten de dibime kadar geldi, kendini tanıttı. Ben "N'oluyo layn!" demeye varmadan birden yakasındaki  rozeti gösterdi.


KİLONU KONTROL ET. YOLUNU BENDEN ÖĞREN.


Sonra da pat diye "Kilonuzdan memnun musunuz?" demez mi? Oha! Sen yolda şişko mu avlıyon
 paşam?

"Ohoo!" dedim. Arkasından da bir kahkaha patlattım. "Benim bu forma ulaşmak için ne kadar çabaladığımı biliyor musun sen?"

Herif kaldı mı öyle lök gibi.

* * *

Hayır kardeşim, yok mu bunların büroları, muayenehaneleri falan. Yol ortasında böyle terbiyesizce.
Yakasına takmış dana gibi rozeti. Bir bekle bakalım, biz gelip soralım sana değil mi?

Yok yok bu dünyanın densiz insanları bitmez.

Not: Evet kilomdan memnunum:)

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Artık devir değişti, e tabi Explorer da değişti!

Değişim hayatın her alanında kaçınılmaz bir şekilde yaşanıyor. Konu teknoloji olunca değişimin hızına ayak uydurmak daha zorlaşıyor. Bir zamanların efsane tarayıcısı olan Internet Explorer da, çağa ayak uyduramadığı gerekçesiyle kullanıcılar tarafından bırakılmıştı. Ancak son zamanlarda Internet Explorer çıkardığı yepyeni versiyonuyla tamamen değiştiğini söylüyor.

''www.explorerdegisincebenben.com'' adında bir blog açan Internet Explorer, geçmişte eleştiri yağmuruna tutulduğu eski versiyonlarıyla bizzat kendisi dalga geçiyor. Yeni IE10’un eskisiyle alakası olmadığının altını çiziyor.

Bu değişim, blog’da pek çok görsel ve video ile anlatılıyor. Özellikle, 90’ların ünlü yıldızları ile Vine’ı buluşturan videolar bir başka dikkat çekiyor. Bu videolarda yıldızlar eski şarkılarından birer bölüm söylüyor, ardından da ‘’#explorerdegisincebenben’’ hashtag’ini gösteriyorlar. Videoları izlerken insanlar, özellikle 90’larda çocuk olanlar zamanın çok hızlı geçtiğini anlıyor. İzleyenler, kendi değişimlerini  #explorerdegisincebenben etiketiyle Twitter’da paylaşmaya başlamışlar bile.

www.explorerdegisinceben.com



Bir bumads advertorial içeriğidir.

5 Temmuz 2013 Cuma

İşkembe Sevmeyenler Okumasın

Kimi çok sever bu yemeği, kimisi nefret eder. Kimisinin canının çekmesi için sadece adını duyması yeterken, bazılarının kokusuna bile tahammülü yoktur. 

Ben, işkembe çorbası için ölen güruhtan oluyorum. Ve şimdiden söylüyorum bu işkembe çorbasına yazılan bir güzelleme olacaktır. Kaldıramayanlar lütfen okumasın.

Şöyle sirkeyle çeşnilenmiş, hafif salçalı, minik taze kırmızı biberli. Sarımsak bak, olmazsa olmazı. İşkembe de öyle minik minik değil düzgün doğranmış olacak. Dişe değecek canım. Hangisi şirdanmış, hangisi börkenek, kırkbayır bileceksin. Dumanı üstünde, üfleye üfleye yemeğe çalışacaksın. Böyle içini bir hoş edecek. Of of of bir de üstüne limonu sıktın mı, değmeyin keyfime.

* * *

Anneannemlerin buzluğunda her zaman biraz işkembe bulunur ve ben ne zaman Ankara'ya gelsem, hiç kaçarı yok, o işkembe pişecek. Anlayacağınız Ankara'dayım. Dün de işkembe çorbası içtim ve tadı damağımda kaldığından dayanamadım bu yazıyı yazdım. Şimdi hararetle öğle yemeği zamanını bekliyorum. Dünden biraz daha çorba kalmıştı da.

2 Temmuz 2013 Salı

Hürriyet Seyahat 10 Yaşında!


Hayal kurmaya devam! Unutulmaz yolculuklar hayalle başlar. Hürriyet Seyahat 10 yıldır, yazarlarıyla, okurlarıyla dünyayı geziyor. Farklı kültürleri, coğrafyaları sayfalarına taşıyor, seyahat hayallerini kışkırtıyor.

Alkoçlar:
Deniz ve rüzgarın eşliğinde… Alkoçlar Alaçatı
Sadece birbirinize zaman ayırabilmeniz için… Alkoçlar La Boutique
Her şey dahil konseptine "Huzur" da dahil… Alkoçlar Adakule


ETS: Hoop diye yaz geldi. En avantajlı tatil fırsatları için etstur.com

Pegasus: Pegasus’la İstikamet Yurt Dışı!
Çok uygun fiyatları ve 29 ülkelik uçuş ağıyla yurt dışına uçuşun kurallarını yeniden yazan Pegasus; isteyen herkesi yurt dışına uçuruyor.
Hemen flypgs.com’u tıklayın, siz de uçmaya başlayın!

Rixos: Rixos’un küçük misafirlerine Disney Müzikali hediye... Rixos Hotels’de yaz boyunca konaklayan çocuklar hayran oldukları ve çok sevdikleri karakterlerin yer aldığı “Disney Live! Mickey’nin Müzik Festivali”ni ücretsiz izleyecek!

Setur: Yurt dışı seyahatlerinizde alışveriş keyfi sunan Setur Duty Free mağazaları, Türkiye’de ve dünyada en özel seyahat deneyimleri için Setur Turizm, zamanı değerli olanların tercihi Setair ve 7 denizdeki eviniz Setur Marinaları ile Setur hayatın her alanında hizmetinizde...


Tatilbudur.com: TatilBudur.com’da yaz fırsatları devam ediyor. Kısa bir süre ve sınırlı sayıdaki odalar için “ %35’e varan indirim, peşin fiyatına 12 taksit ve şimdi al, 4 ay sonra ödemeye başla” fırsatlarını kaçırmayın.

Teztur: Temmuz ayına özel yurt içi otellerde %35'e varan indirimlerle tatil fırsatlarımız devam ediyor.  01-08 Temmuz tarihleri arasında min. 4 gece "Uçaklı Kıbrıs Paket Turları"mızda Otel-Havalimanı-Otel transferleri ücretsiz olarak verilmektedir. Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı "Yurt Dışı Turları"mızda avantajlı fiyat ve paket seçenekleri temmuz ayında devam ediyor. Detaylı bilgi ve rezervasyon için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz. (www.teztour.com.tr)

Touristica: Belki de yılın en güzel günleri için bir tercihte bulunurken tatilinizi tesadüflere bırakmayın. En iyi fiyatlar, en iyi yerler için Touristica her zaman yanınızda.

TURA TURİZM: Her şey dahil tatile Avrupa’da devam ediyoruz. Şeker Bayramı’nda Akdeniz kıyılarında 4 ülke 7 şehir gezerek 47 yıldır olduğu gibi "Hayat Bayram Olsun" diyoruz. 5 yıldız konforunda her şey dahil konseptinde tüm gün alacağınız içecekler, sabah-öğle-akşam yemekleriniz dahildir.

VIP TURİZM: Her tatilde VIP Turizm’den mil hediye! Tüm Miles & Smiles üyeleri VIP Turizm’den yapacakları tüm tur ve tatil alışverişlerinde hediye millerin sahibi oluyor! Miles & Smiles üyeleri THY uçuşlu yurt dışı tatil programları için ödedikleri her 100 Euro karşılığında 100 Mil, yurt içi tatil paketleri ve konaklamaları için ise her 100 TL karşılığında 60 Mil kazanıyor.


Bir bumads advertorial içeriğidir.

26 Haziran 2013 Çarşamba

Bir Takım Mevzular...

Türkiye'de en  çok doğulan ayın ocak olduğuna karar verdim. Hatta bir ocak. Tabi bununla ilgili bir araştırma yapmış değilim. Benimkisi sadece sınırlı bir gözlem. Güney doğu daha doğrusu Diyarbakır gözlemi. Orada ne kadar bir ocak doğumlu insan gördüysem hep asıl doğum günlerinin o gün olmadığını, babalarının akıllarına gelen ilk tarih bu olduğu için bir ocak yazdırdıklarını söylüyorlar.

Aslında babalar da bir yerde haklı. Ee kırsal kesim; tarla var, hayvan var; sonra kışın karı, buzu, soğuğu var. Ha deyince nasıl şehre ineceksin? Düşünün bundan en az yirmi yıl öncesi. Tabi doğum günlerini eşlerine sorsalar iyi ederlerdi. Zira bilirsiniz, tarihleri genelde sadece biz kadınlar hatırlarız.

Bir de bu konudan hareketle aklıma saçma sapan bir soru geliyor. Bu insanların burçlarını nasıl tespit edeceğiz? Hoş, sanki burcunu bilmezsem tam olarak tanıyamazmışım gibi. Bunlar hem Amerika'nın empozeleri işte(!)

Tabi mevzularımın arasında sadece bunlar yok. Mesela yavaş arabaların neden sol şeritte gitmekte ısrar ettiklerini merak ediyorum.

Sonra bonesiz havuza giren insanların neyin ispatında olduklarını.

Sonra bozuk para tümleyen marketlerin sana lütfedermiş gibi darvanmalarını. Asıl ben lütfediyorum onlara. Yoksa az ilerideki diğer markete de gidebilirdim. Bozuk parasız kalınca kıvrım kıvrım kıvranıyorlar ama n'aber.

Sonra şu müşteriye doymuş kafelerdeki garson kibrini de beni öldürüyor. Daha şaşılası olan şeyse bu kibre bayılan insanların da aramızda var olması. Gerçekten he, böyle normal insan gibi yürüyor geziyor, bunlar.

* * *

Neyse bu düşünce yağmurları uzar. 
En iyisi ben gider, Bihter ölür, Behlül Kaçar:)

24 Haziran 2013 Pazartesi

Bu da Benim Metrobüs Anım

Metrobüse  bineceğim. Sabahın en civcivli zamanı. Biliyorum ne kadar beklersem bekleyeyim asla  o upuzun yolu oturarak gidemeyeceğim. Neyse el mahkum "bari sırtımızı rahat bir yere dayarız." diyerekten içeri sür'atle dalıyorum.

Sırtımı yasladığım yerin hemen yanındaki koltukta olağan bir kavga var. Bilirsiniz klasik yer kavgası. Tam kulaklığı çıkartıp telefondan müzik açacak kadar sıkıcı bir olay diyordum ki "Bakayım nelere benziyor bunlar, belki anlatacak malzeme bulurum." dedim ve birden mal bulmuş mağribi gibi oldum. Bir oturana,  bir de ayaktaki yaşlı adama baktım ki, bunlar aynı kişi! Bir an ayna yanılması sandım hatta. Hayır hayır siz ikiz diyebilirsiniz belki onlara ama bence ikizden de öte. Tıpatıp aynıydılar. Zayıflıkları, sekiz köşeli kasketin altından çıkan bembeyaz saçları, avurtları içine çökmüş yanakları, kamburlukları, gözleri, mimikleri hepsi hepsi aynıydı. Hatta bu yetmiyormuş gibi ceketleri, gömlekleri ve pantolonlarıyla da bir örnektiler. Hani küçük kardeşleri aynı giydirme gibi abuk bir hastalık vardır, bilirsiniz. Sanki bunların üzerine onulmaz bir şekilde yapışmış bu gelenek. Anlayacağız kavgalarını bıraktım, hayretle yaşlı amcaları izliyorum.

Tabi kavga benden habersiz dur durak bilmeden devam ediyordu. Ayaktaki adam ikizine "Niye benim oturacağım yeri veriyorsun?" diye kızıyor bir yandan da yerini gasp ettiğini düşündüğü şişko adama "kardeşim poşet konmuş koltuğa oturmak var mı?" diye sayıştırıyordu ki birden Aaah! diye çığlık atarak metrobüsten iniverdi. Yalnız bu arada çok güzel bir şey oldu. Oturan kopya amca da indi kardeşinin arkasından. Ben pusuda bekleyen kedi kaçırır mı? En ıslak kedi yavrusu bakışımı takınarak öyle bir baktım ki koltuğa, "Geç, bacım sen oturuver." dediler acıyarak. Hemen oturdum tabi.

Ve metrobüs hareket etmeye başladı. Dışardaki renkli fotokobiler hala birbirleriyle kavga etmekle meşgul. Bense şöyle bir baktım diğer insanlara, benden başka kimse bu ikiz ve hala birbirlerinin tıpatıpı olaya azmetmiş yaşlılara hayret etmemiş gibi duruyordu. 

5 Mayıs 2013 Pazar

Depresyon'dan Kurtulma Hikayem

Merhaba,

Her şeyle yeni ilgilenebiliyorum. Bir haftadır gereksiz yere psikolojik gerilimler yaşıyorum. Dışarıdan baksan "Hiç bir nane yok." dersin ama benim içimde fırtınalar kopuyordu adeta. 

Sıkıntılarım cuma başladı. Yani 25 Nisan. Kitap çekilişinden kazanan Handan Ergül'ün kitabını postaya verdikten sonra. Akşam üzeri. İlk belirtileri olarak telefonda, gereksiz yere can dostuma bağırdım. Sessizce dinledi beni. "Canım, sakinleş sonra görüşelim." falan dedi. Gereksiz bir inatlaşma yaşamıştık sanırım. Ben bu gibi durumlarda kendimi durduramayıp bağırıp çağırmaya başlıyorum. Telefonu kapattıktan sonra ne yapığımı fark etmiştim. Özür diledim ya ne fayda.
* * *
Her şey boğuyordu beni. Diyarbakır mesela. Doğunun Paris'i deniliyor ama çıkıp hava alınacak o kadar az yeri var ki. Tam anlatamıyorum aslında. Hani şu bana zaman zaman gelen kapana kısılmıştık duygusu. Hep de baharda gelir zaten. Ah bu bahar mevsimini silmeli takvimlerden.
Diyarbakır'ın iki merkez'i var. Dağkapı ve Ofis. Diclekent'i de var gezilecek ama orası da hep site site site. Kendimi Ankara-Ümitköy'de geziyormuş gibi hissediyorum. Halbuki bana görmediğim yeni bir yer lazım. Bak bu zamanlarda hep İstanbul'u anarım. Rastgele, mesela duraktan geçen yedinci otobüse biner, 17'inci durakta iner, 27 dakika da bulunduğum yeri gezerim gibi oyunlar. İstanbul'da farklı yer görmek hiç bitmeyen bir derya. Ama bunları akla getirmek daha da bir karamsarlaştırıyor. Diyarbakır'la istanbul'un arasında 1500 tane uzun kilometreler, üç basamaklı uçak bilet fiyatların handikaplarıyla içim sızlıyor.
İşte ben de bunun üzerine can dostuma "Neden benimle ilgilenmiyorsun?" bahanesiyle deli gibi kızdım. Gerçekten delirmiştim belki de. Haksız olduğum halde bana kızmıyor ya sonrasında iyice eziyor, un ufak ediyor beni. Ertesi sabahsa "Bir şeyim yok şimdi, endişenme sakın ama acildeyim." diye haber veriyor. Sitem değil amacı. Hastaneye gittiğini bana söylemezse kıyametleri koparacağımı bildiğinden yapıyor.
Hep sakinleşirdim önceleri. Hani iyileşmiş ya sonradan. Fakat bu sefer bir gün önceki haksız bağırtılarım geliyor. "Hasta ettim onu!" diyorum. "Dostumu hasta ettim, kapana kısıldım, okuduğum kitaplardan hiç bir şey anlamıyorum ve kendimi işe yaramazın teki gibi hissediyorum." 
(Depresyon belirtileri bunlar değil mi doktor?)

Hafta sonu boyunca sürekli ağladım. Ağlama teneffüslerinde kendimi yemek yiyerek rahatlatmaya giriştim. Yedim yedim yedim dünyayı yedim. Ama gözlerim bir gıdım geri kalmadı ağlamaktan.

Pazar akşamı kesildi yaşlar. Göz pınarları kuruduğu için mi? Yavaş yavaş berraklaşmaya başladı zihnim. Önce pişmanlık duygusu yeniden çöreklenir gibi oldu ya postunu bedenime sermesine izin vermedim. Acilen kendimi rahatlatmanın yoluna bakmalıydım.
Pazartesi işe gidemedim. Başım bütün gün külçe gibi ağrıdı. Kafam isyan bayraklarını en sonunda çekti ve kendine gel diye haykırmaya başladı sanırım.
Salı başım hala hafif hafif ağrıyordu ve kendimi çok halsiz hissediyorum. Ama okula gittim. Zira okul pikniği vardı. Temiz havada kendime gelebilirim diye düşündüm.
Çarşamba 1 Mayıs. Ağrılarım geçti, halsizlik az miktarda. Dinlenmek için büyük fırsat. Tabi odamın detoksu için de. Bunca zaman zarfında dağılan eşyalarımı toparladım. Fena dağıtmışım. Toparlamak hiç kolay olmadı.
Perşembe derse girdim. Çocuklar, sağ olsunlar, yormadılar bu sefer öğretmenlerini. Bu yüzden ders bittiğinde ekstra bir mutluluk vardı üzerimde.
Cuma "görevli izinli"ydim. Ve iyice kendime gelmeye başlamıştım. Yalnız hafta sonu geliyor, bu da beni korkutuyordu. Tamam tüm boş bulduğum aralarda kitap okudum, ama  bu "boş kalmak" terimini ortadan kaldırmıyordu. Ve bu seferki hafta sonu sınavını geçemezsem beni kıskıvrak yakalayıp tekrar depresyona sokması işten bile değildi..

Bu duygudan kurtulmak için, şöyle dedim kendime.
 "Öğrenciyken boşluğunu en verimli geçirmenin yolu gezmekti."
Aslında yakın civarı çoktan gezmiştim. Mardin, Batman, Urfa, Malatya, Adıyaman. Buralarda görülmeye değer ne varsa görmüştüm. Hatta Atatürk barajından feribotla geçmiş, Nemrut Dağı'na tipi yüzünden çıkamasam da dağ yamacında kartopu bile oynamıştım. Bununla birlikte Diyarbakır'ın ilçelerini gezmemiştim. Biliyorum pek çoğu küçücük, sınırları dahilinde görülmeye değer hiç bir şey barındırmıyorlar. Lakin bu sefer ki amacım Ofis ve Dağkapı'dan başka yerlerin de olduğunu görmek olduğu için aldırmadım.

Ve Bismil'e gittim.
* * *
Not: Bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Bismil'i anlatan yazımı da bir dahaki sefere yazayım.

Not2: Göçebe kitabı için bir daha çekiliş yaptım. SONUNDA! Biraz geç oldu, kendimi, kafamı toparlamam vakit aldığından.

Çıkan kişi "Betül Boğa"
Betül, adresini bana mail atabilir misin?
kitapgibikiz@gmail.com


24 Nisan 2013 Çarşamba

İlk Çekilişimin Sonuçları Belli Oldu. "Göçebe" ve "Yazın Öyküleri"

Dostlar hatırlarsanız çekiliş yapacağımı, bunun sonunda da kazananlara "Göçebe" ve "Yazın Öyküleri" kitaplarını hediye edeceğimi söylemiştim.


Efendim yoğun rağbetin(!) yaşandığı beş kişi arasındaki çekilişimi az önce gerçekleştirdim.
İlkel yöntemlerle tabi.
Bir kağıdı küçük parçalara böldüm.


 Yorum sırasına göre kişileri numaralandırdım.


 Ardından elimin altında olan ilk şeye, az sonra içeceğim kahvemin fincanın içine koydum.


 Ardından attım "Vira bismillah!" diyerek elimi. 
İlk çıkan talihli "2" numara oldu. Böylelikle "zehra" arkadaşımız "Göçebe" nin sahibi oldu:) 


 Sonra bir daha attım elimi. 
İkinci çıkan talihli "1" numara oldu. Ve "Handan Ergül" arkadaşımız da "Yazın Öyküleri" kitabının sahibi oldu:)


 Efendim şimdi sıra geldi demlenen kahvemi yudumlayarak, bilgisayarı açıp talihlilerin kimler olduğunu yazmaya:)

   

Katılan arkadaşlara teşekkür ediyor, "biricik" rumuzuyla bu aralar hiç bir yazımı yorumsuz bırakmayan dosta selam ediyor, kazanan arkadaşlarıma tebriklerimi sunuyorum.
 
Bir daha ki yazıya kadar esen kalın kuzular.

Not: İletişim ve adres bilgileri en geç 26 nisan'a kadar gönderilmezse hediye geçersiz olacak ve yeni çekiliş yapılacaktır. 
Mail: kitapgibikiz@gmail.com 

Not2: Ptt kargo ile göndereceğim. Adres vermek istemezseniz size en yakın ptt şubesini de söyleyebilirsiniz.

16 Nisan 2013 Salı

Xperia Z, Sony'nin efsaneleri tek telefonda


Çekim kalitesi mükemmel olan hatta suyun altından bile cam gibi görüntüler alabilen yeni nesil Sony telefonu. Kamerası 13 megapiksel ve cep telefonları için özel Sony Exmor görüntü sensörüne sahip. Ayrıca full hd video kayıt özelliğiyle de gönülleri fethediyor. Işığın tersten gelmesi, yeterli güneş olmaması sorunları tarihe karışıyor üstelik suya dayanıklı olduğu için suyun altında bile çekim yapılabiliyor. Telefonun pil ömrünü daha da uzatmak için eklenen stamina özelliği de büyük avantaj. Bu özellik sayesinde, ekran kapalı olduğunda pili bitiren uygulamalar otomatik olarak kapatılıyor ve ekran açıldığında tekrar devreye sokuluyor. Böylece telefonun pil ömrü dört kata kadar artıyor. Ekran kapalıyken bildirim almaya devam etmek istediğiniz uygulamaları seçip, sadece onların çalışmaya devam etmesini de sağlayabiliyorsunuz.

Bir bumads advertorial içeriğidir.

15 Nisan 2013 Pazartesi

Eski Ev Arkadaşım Nasıl Evlendi?

Geçen cumartesi yine "Evde pinekleyeceğim, hiç dışarı çıkmaya halim yok." diye evin içinde sütçü beygirleri gibi dolanırken arkadaşım, 
"Kitap gibi kız, bizimkinin nikahı varmış bugün. Sana söylemeyi unuttum." demez mi? 
Ona da dün haber vermiş. "Lan, dedim, bunlar karnı şişirdi de yıldırım mı yapıyorlar?" 
Valla ne yalan söyleyim. Kötü düşündüm. Meğer bayağıdır uğraşıyorlarmış da bize yeni haber vermişler.
 
Çekinmiş olabilirler tabi. Sonuçta yeni eve çıkarken kıza "Sen gelme!" demişim. Ama şu yazıda anlattığım üzere, haklıydım yani.

Neyse saat sabahın on buçuğuydu, telefon ettim. "Kız nikahın varmış, adresi ve saati ver de gelelim." dedim. Acayip sevindi. Hatta fazla sevindi ki tuhaf gelmişti bana. Sebebini gidince öğrenecektim.

Lakin öncesini anlatayım bir.

Öğle vakitlerinde, ev nikahı olacakmış. Belki bu işler böyle yürüyordur ama bana garip geldi doğrusu. Düşünsenize, nikah memuru "Siz hazır olunca beni evimden alırsınız." demiş. Randevu usulü değil miydi bu işler, yoksa ben mi yanlış biliyorum? Efendim, bu soruyu bir kenara bırakırsak, törenin başlaması için herkesin toplanması gerekiyormuş. Biz de ev arkadaşımla beraber fazla bekletmeyelim diye koştur koştur hazırlanmaya giriştik. Vaktimiz çok azdı. Belki iki saat içinde banyo yapmış, giyinmiş, süslenmiş, fön çektirmiş ve makyaj yapmış olmalıydık. İkimizde gardrobumuzdan kurtarıcı elbiseler aramaya başladık. Bulduk bulmasına ya benim çorabım, arkadaşın da uygun ceketi yoktu. Hızlıca evden çıkıp hayatımızın en hızlı kıyafet alışverişini yaptık. Sonra son bir sürat, doğru eve... Makyajı yaptık ya föne vakit kalmadı. Arkadaşım saçını topuz yaptı bense tel tokalarla basit bir şekil verdim. Gene de bayağı bir şekle girmiştik.

Eski ev arkadaşımın yeni konutuna ilk defa gidiyordum. Çağırmıştı ama ne bileyim pek hazzetmediğimden hiç içimden gitmek gelmemişti. Fakat nikah deyince işler değişiyor. Bir görev duygusuyla gidiveriyorsun işte.

Ev küçük bir şehir kenarı site dairesiydi. Salon ancak dokuz bilemedin on kişi alırdı ve zaten biz de o kadardık. Ben, ev arkadaşım, onun erkek arkadaşı, gelin kızın iş arkadaşı ve onun ev arkadaşlığından kontenjanlı biri daha. Damadınsa sadece tek bir arkadaşı vardı! Ah bir de nikah memurunu unutmamak gerek. İşte gelenlerin hepi topu bu! Meğer bizim gelin kızın hiç arkadaşı yokmuş. Yani geçen dönem bir iki arkadaşını görüyordum ya neden gelmediler ben de merak içerisindeyim. Bazıları "Ee insan o kadar aksi, iğne dilli olursa..." diye yorum yaptılar. Ayy, dedikodular, dedikodular...

Anne yok, baba yok, kardeş yok. Nikahta hiçbir akraba yok! Arkadaşlarsa; bir iş arkadaşı ve onun arkadaşı. Bir de biz yani yeni evlerine "Gelme" diyen eski ev arkadaşları. Durum bu kadar vahim dostlar. 

Simdi anladınız mı "Geliyoruz nikaha." deyince neden çok sevindiğini.

Kızı oğlanın ailesi istemiyormuş, onlar da nikahı kıyıp emri vaki yapmaya karar vermişler. Oğlan da herhalde ailesine yetiştirmesinler diye diğer arkadaşlarını çağırmamış. Kızın ailesi zaten ülkenin ta öbür ucunda. Hoş uçak denen bir şey var ya niyeyse onlarda gelmemiş. Böyle buruk fakat mutlu bir törendi işte. Şaka maka üzüldüm yahu. Gerçi bakın, yine de yüzleri gülüyordu. Başarmanın sevinci desek yalan olmaz.

Minik bir beyaz pasta, meyve suyu, kola almışlar. Onu kesip elleriyle servis ettiler. Hep bereber hatta- nikah memuru da dahil- hepimiz yedik, içtik, bol bol fotoğraf çektik. Sonra da yeni evlileri fazla rahatsız etmemek için erkenden yanlarından ayrıldık. Balkondan gülümserek teşekkürlerle el salladılar bize. 

Demiştim pek hazzetmiyorum diye. Fakat "Yiğidi öldür hakkını yeme." demişler. 

Helal olsun onlara!
Ah, unutmadan tabi,

ALLAH MESUT ETSİN DOSTLAR
DARISI TÜM EVLİLİK DÜŞÜNENLERE...


13 Nisan 2013 Cumartesi

The Beetle. Yeniden yepyeni.


O, yıllar boyunca yüzünden hiç eksik etmediği kocaman gülümsemesiyle kalpleri fethetti. Ama şimdi bize farklı bir yüzünü gösteriyor. Çekici hatları ve sportif duruşuyla herkesin aşık olabileceği, seksi, güçlü ve etkileyici bir yüz.



21.yüzyıla özel Beetle karşınızda.

Yıllar önce milyonların ayağını yerden kesti.
Şimdi nefesleri kesiyor.

Beetle yollara ilk çıktığında yakıt tasarrufunda devrim yaratmış ve herkesin ulaşabileceği bir hareket özgürlüğü getirmişti. Sonra yakıt tasarrufuyla performansı bir arada sunan TSI ve TDI motorlar geldi ve bu, yakıt veriminde yeni bir dönüm noktası oldu.

İşte bu motorlar sayesinde, günümüzde sürüş keyfinden ödün vermeden tasarruflu bir şekilde araç kullanmak mümkün. Tıpkı Beetle’da olduğu gibi... Yeni Beetle’ın motorlarının gücüne ve DSG şanzımanın sunduğu sürüş keyfine karşı koymak çok zor. Yolda ona yetişmek isteyenlerin işi, daha da zor.

The Beetle 1,2 lt TSI 105 PS, 1,4 lt TSI 160 PS benzinli ve 1,6 lt TDI 105 PS tiptronik DSG motor seçenekleriyle sürüş keyfini doruğa çıkarıyor.

Şimdi daha sert görünüyor.
Ama her zamankinden daha eğlenceli.

21.yüzyılın Beetle’ı, navigasyon-radyo ve eğlence sistemleriyle Beetle ruhundaki eğlenceyi dışa vuruyor. Renkli dokunmatik ekranı, 30 GB dahili hafızası, harici ses girişi ve SD kart yuvasıyla eğlencenizi her yere yanınızda taşımanıza olanak tanıyor. Üstelik mobil telefon hazırlığı, Türkçe dil seçenekli navigasyonu ve bluetooth gibi özellikleriyle yolculuklar hiç olmadığı kadar keyifli.

Dışına yansıyan, içinin güzelliği.
Beetle’ın sıradışı tasarımı, yalnızca dış görünüşüyle sınırlı değil. Beetle ruhu, içeride de kendini hissettiriyor. Çift bölgeli tam otomatik klima sistemi klimatronik, çok fonksiyonlu deri direksiyon simidi, şık bir krom çıtayla süslenmiş gösterge paneli ve alımlı deri döşemeleri, ambiyans aydınlatması ve daha pek çok ayrıntı, iç mekanın diğer şık ve işlevsel ögeleri.





21.yüzyılın Beetle’ı ile tanışmak ve onu yakından görmek istiyorsanız sizi Volkswagen Yetkili Satıcılarına bekliyoruz.

http://tr.beetle.com/tr/tr/home



Bir bumads advertorial içeriğidir.

12 Nisan 2013 Cuma

İlk Çekilişim: "Göçebe" ve "Yazın Öyküleri"

Selam Dostlar, nasılsınız;
Valla bir çekiliştir gidiyor. Herkes bir şeyler hediye etme peşinde. Ben de kenardan öyle konuk sanatçı gibi izliyordum ki bugün artık harekete geçip "Yahu, benim neyim eksik." dedim
Ve bir çekiliş yapmaya karar verdim:)

Şimdi armağanlara bakalım.

"Stephenie Meyer - Göçebe" ve "Buket Uzuner - Yazın öyküleri"

Şartlar;

- Öncelikle nerede hesabınız varsa oradan çekilişin duyurusunu- görseli ve linki de ekleyerek- yapacaksınız. Yani blog, twitter ya da facebook.

- Ardından linkinizi bu yazının altına yorum bırakarak haber verecek ve çekilişe katılacaksınız.

- Hepsi bu:)

Çekilişte ilk çıkana "Göçebe"yi ikinci çıkana ise "Yazın Öykülerini" vereceğim.

Çekiliş tarihini 24 Nisan olarak belirledim. Kazananları blogta aynı gün ilan edeceğim. Eğer ödül sahibinin sesi 26 Nisan'a kadar çıkmazsa çekilişi ertesi gün tekrar edeceğim.


Haydi Vira Bismillah!