Sayfalar

31 Temmuz 2011 Pazar

Siz de Bir Dolar Kaldı MI

Efendim hepinize cümleten merhaba. Yaz sezonunun açılmasından mütevellit her tarafımız düğünle, davul-zurnayla, akordu bozuk elekro saz sesleriyle doldu. Karakolların gece telefonları sadece gürültü şikayetlerinden çalıyor. İşte bu şartlar altında bendeniz de Kırşehir'de bir düğüne katıldım ve tenkitlerimi size bildirmekten şeref duyarım. (E gözlem yap canımı ye demiş atalarımız.)

Efendim anlatacağım düğün amcamın kızının düğünüdür.

Düğün iki gün sürdü. Benim eleştireceğim şeylerse ilk güne ait bir kaç enstantane.

İlk gün süslendik püslendik akşam üstü oğlan evine doğru yola çıktık. Düğün evine vardığımızda kadınlarla erkekler ayrı ayrı yere oturacak şekilde birbirimizden ayrıldık. Garip ama haremlik selamlıktan çok daha farklı kültürel bir olay bu. Mesela erkekler çok kolay kadınların bölümüne girip oturabiliyor ama aynısını kadınlar yapınca ortamda nasıl soğuk rüzgarlar esiyor anlatamam. Resmen içeri besinleri geçiren ama dışarı organnelleri çıkartmayan hücre zarı gibi.  (Bizzat kendim şahit oldum. Benim için "Kitap Gibi Kız gene yüzsüzlük edip erkeklerin yanına gitti." dediler. Halbuki gittiğim yer bildiğin açık hava, bahçe; erkeklerse kuzenler, amcalar, enişteler vs.) Hem öyle kadınlar erkeklerin gözlerinden ırak falan da değiller. Kafalarını azıcık uzatsalar zurna eşliğinde gerdan kıran yemenili teyzeyi, mine etekli haticeyi, dağınık topuzlu kezbanı görebilirler pekala da. Ayrıca düğünün gedikli çaycısı da her daim kadınların arasında dolaşıp servis de yapıyor zaten. E şimdi burada ayrı ayrı oturmanın mantığını bana anlatacak olan beri gelsin. Zira herkes birbirini rahatlıkla görüyorken farklı oturmak niye anlayamıyorum. He, aslında anlıyorum da çaktırmıyorum. Bana bu durum biraz erkeklerin üstünlüğünü pekiştirmek için geliştirilmiş bir adetmiş gibime geliyor. Şöyle ki resmen acımızdan öldük de bir erkekler bölümünün yemek servisi bitmeden bayanlar bölümüne yemek veren olmadı. Kaşık oyunu gösterisi de onlara yapıldı zaten. Neyse gene damarım tuttu.

Bir de şu davul olayına gelelim. Kırşehir'de düğüne çağırdıkları davulculara para vermiyorlar. Çalgıcılar bildiğin bahşişe geliyor. Ama bu durum misafirlerin bunaltılmasından başka hiç bir şeye yaramıyor. Bir hava çalıyor diyelim. Davulcu gözüne birini kestiriyor. Sonra da güm be de güm güm davulunu o kişinin önünde inletip duruyor. Maksat bahşiş kopartabilmek. Bir de düğün alanına yeni giren her misafiri karşılamaya gidiyorlar. İllaki onlar da para atacak. Valla arkadaşlar cebinizde fazla para yoksa Kırşehir düğünlerine giderken bir kere daha düşünün derim. Ama durun, siz de bazı akıllı vatandaşlarımız gibi paranızı bir dolarlara çevirebilirseniz, paranızı fazla kaybetmeden de düğünü sağ salim bitirebilirsiniz. (Tabi döviz bürolarında diğer düğüncülerden size bir dolar kalabilirse.)

Neyse bu bahşiş bahsini geçip bir de damadı davulun üstüne çıkartıp oynatma mevzuna gelelim. Kardeşim bu kadar kabaca bir büyüklük gösterisi olamaz. Ne öyle damat herkesten 30 santim yukarda. Millette çevresinde gerdan kırıp duruyor. Allahım yarabbim üstüne bir de bir sürü para atıp duruyorlar. Yok yok Kırşehir'de erkeklerin büyüklük taslamaları kabaca ve çirkince para savurmalarında gizliymiş, anladım.

Son olarak zorla ağlatma seanslarını da anlatıp bitireyim. Yahu mutlu, güzel bir gün bu. Neden zorla birileri "bir uzun hava çal da ağlayak." der ki. İlla da düğün sonunda bir hastane önü ne bileyim bir zahidem çalıp hüngür hüngür ağlama peşindeler. Kendi kendilerine acı çektirme midir nedir? Resmen onlar yüzünden amcam bir ara ortamı terketmek zorunda kaldı. Zaten kızı evleniyor diye durup durup ağlıyordu. Tam oldu. 

Neyse efendim ben de eleştiri bitmez. En iyisi fazla coşmadan kaçayım.

29 Temmuz 2011 Cuma

Evden Kaçtım Ama Parka

Bu sabah üç gibi uyandım. (Yoksa gece üç mü demeliydim?) Bir gün öncesinde çok fazla yorulduğumdan erken yatmıştım. Haliyle gece yatakta dön dön, en sonunda pes edip kalktım. Kalktığımda ne yapacağımı bilemedim. Mesane doluluğundan karnım felaket ağrıyor, midemin açlığı ise ağrıda onunla yarışıyordu. İlk önce hangi ağrıyı teskin etmeliyim düşüncesinin kafa ağrısıysa cabasıydı. Ama en sonunda dolu olan boş olana galip geldi. Önce banyoya gittim. Ardından doğru mutfak. Buzdolabını açtım. Hmm, dünden kalan pilav gözüme oldukça cazip görünüyordu. Açlık böyle bir şeydi anlaşılan. Karnımı doyuırdum. Sonra "ne yapsam, ne yapsam, bari kitap okuyayım, kaç gündür elimde sürünüyor bir tanesi." dedim. Ama evin tüm odaları uyuyan insan, mutfaksa bulaşık doluydu. Fakat başka   alternatifim olmadığından, el mahkum, mutfak masasında kendime küçücük bir yer açıp kitap okumaya başladım. Canım sıkıldı. Koridorda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Yok, insan gece gece sandalye tepesinde değil yatağında okumak istiyor. Kalktım, banyodan gelen cılız ışıkla odaya girip hala boşaltmadığım valizi el yordamıyla buldum, İçinden masa lambamı çıkardım, Fişe takıp yattığım yerden okumaya devam ettim.  Hava aydınlanmaya başladı bu arada ya gün benim için öğlene yaklaşıyordu aslında. "Dışarı çıkmalıyım." dedim. Hoş insan kendi şehrinde ha deyince çıkamıyormuş, tekrar tecrübe etmiş oldum. "Mahalleye çıkıyorsun, sen kimseyi tanımasan da herkes anneanneni tanıyor." düşüncesinden mütevellit doğru banyoya gittim. Tipime çeki düzen vermem gerekti. İlk önce dişleri fırçalandım sonra başımın ön bölgesini yüz yıkama jeliyle bir güzel pakladım, tonikle son bir rötuş yaptım. Ardından geri odaya geçip, düzgün pantolon, düzgün tunik giydim; uyumlu eşarp taktım. Mutfağa geçtim, peynirli, domatesli sandviç; mini termosa kahve yaptım. Ve oh, sonunda dışarı çıktım. (Ee, konu komşu ne der sonra!)

Neyse şimdi her zamanki parkta, her zamanki kamelyada, her zamanki yerde oturuyor ve bu yazıyı yazıyorum.

Not: Yazım bu sabah parkta otururken yazdığım günlükten.

17 Temmuz 2011 Pazar

Boğazımda Taş

Bu sefer öylesine açtım yeni kayıt panelini. Yazacak bir şey düşünemediğimden de uzun uzun baktım ekrana. "Ulan ne yazacağım şimdi, geri mi kapatsam, yoksa düşünsem aklıma bir konu gelir mi?" Gelmedi tabi. İnsanın aklı bir sürü şeyle meşgulken içinden herhangi birini seçmekte zorlanıyormuş anlaşılan. Benimkisi de öyle oldu. Halbuki iki gün önce istanbul'a geldim ve trendeki herkesi Sakarya sporlu ve mhp'li yapmaya çalışan şamatacı genci yazabilirdim. Ya da trenden hareketle geçen sene büyük memur grevinde arifiye durağında koca bir tren dolusu insanla altı saat mahsur kaldığımı da yazabilirdim. Ya da bu konuları es geçip öylesine bir çocukluk anımı ya da yine bir düğün sebebiyle etraftaki insanların beni nasıl sinir ettiklerinden bahsedebilirdim. Vs. vs. vs...

Ama yazamıyorum, boğazımda kocaman bir taş takılı sanki. Hem de bir değil bir sürü şey için. Çoğu da benim kendi şahsi derdim de değil. Neyse yazıyı yazmayı bitireyim de şu taşı yerinden çıkarmaya çalışayım.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Anne Evi İyidir Ama Kendi Evin Candır!

 Artık mezun olup Ankara'ya kavuştuğuma göre şimdilik annemin evini mesken tutabilirim. Kendi evime çıkabilecek kadar parayı kazanana kadar tabi. Zira insan evden ne şekilde çıkarsa çıksın geri döndüğünde "benim evim" diye hanesini sahiplenemiyor. Ben de bu yüzden "Ne olur ne olmaz belki Ankara'da kalacağım tutar." diyerek şimdiden herkesi "ayrı evde yaşayabilirim" olgusuna alıştırdım bile. Yalnız büyük amcamın manevi desteğini almak bayağı zor oldu. Zira amcam "başınızda ben olsaydım (kendisi yurt dışında yaşıyor.) böyle olmazdınız." deyip duruyor. Yani ne şehir dışında okuyabilir, ne ayrı ev diye tutturabilir, ne de kafama estikçe şehir şehir dolanabilirmişim.


Amcama göre bazı zorunluluklar olmadıkça insanın kendi evine çıkmaması lazımmış. İşte benim kayış tam da bundan dolayı kopuyor ya. Çünkü bir insanın kendi hayatını kurabilmesi için illa da zorunlulukların baş göstermesi gerekli olmamalı. Hem, haydi itiraf edelim, bir çok zorunluluğu biz kendimiz oluşturuyoruz aslında. Başka bir şehirde okumayı seçiyor sonra da "Ama İstanbul'u kazandım ne yapayım" diyoruz. Veya bile isteye birisini sevip evleniyor sonra da "Ama yani evli barklı kadınım, kendi hayatımı kurmayım mı?" diyoruz. İnsan evlendiğinde ya da başka bir yere çalışmaya\okumaya gittiğinde tabiki kendi hayatını kuracak. Ama şimdi durup bir de benim açımdan bakalım. Hadi ölene kadar hiç evlenmedim ve hep Ankara'da yaşadım. Peki neden bundan dolayı "Annemin evi" nde  oturmak durumunda kalayım ki. Bakın annemin evini tırnak içine alıyorum, çünkü gerçekten de annemin evi. Tamam istediğim gibi girip, çıkıyor, kimseye hesap vermek zorunda kalmıyorum ama yine de bardaklarla tabakların yerini mutfakta bir değiştir de gör bakalım n'oluyormuş. Bir kere en azından annemin şöyle diyeceğinden yüzde doksan dokuz eminim. "Kızım ben sana karışmıyorsam sen de benim düzenime karışma!" İşte gördünüz mü? Ev onun evi, düzen onun düzeni. Benimse artık kendi düzenimi kurmaya ihtiyacım var. Evli ya da bekar. Ankara'da ya da başka bir şehirde.


Hoş bunca lafı anlatmama gerek yoktu aslında. Zaten bir şekilde İstanbul'da yaşamaya çalışan ben, "İstanbul'da iş buldum." diye ortaya çıkabilirdim. Ama işte maksat çıkıntılık olsun. Zaten amcam da konuşmanın sonunda "Biz seni biliyoruz yeğenim, ne desek değişmezsin, sen önceden de böyleydin." diye konuyu kapattı.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Doğrudan Sorsam Ne olur Sanki

Bazen oluyor. Ara ara numarasını bilmediğim insanlar "Naber kitap gibi kız" diye mesaj yazdıklarında onların kim olduklarını sormaya utanıp "iyiyim sen nasılsın" diye cevap atmayı tercih ediyorum.  Zira diyorum ki "eğer benimle bu kadar samimi bir şekilde mesajlaşacak yetkiyi kendinde görüyorsa günlük hayatta çok iyi tanıdığım birisi olsa gerek." Ama kendimi koskoca bir riske de atmış oluyorum aslında. Çaktırmadan attığı mesajlardan onun benim neyim olduğunu çıkartabilmek riskine... Tabi işler maalesef hiç de istediğim gibi sonuçlanmıyor. Tıpkı şu vereceğim örnekte olduğu gibi.
1. Mesajlaşma

- Canım nasılsın?
- İyiyim ne olsun, pineklemece. ( Şimdi bu akrabadan biri ise pek lakayt oldu. Fakat tepki gösterirse, kim olduğunu keşfedebilirim.)
- Hmm, iyi bakalım dersler nasıl gidiyor? (Sınıftan değil, belli.)
- Eh işte, pek çalıştığım söylenemez. Sen? ( Öğrenci mi değil mi?)
- Valla ben çok çalışıyorum, yarın vizeler başlıyor. (Benimki de başlıyor. Bizim okuldan demek ki.)
- Kolay gelsin o zaman canım. tutmayım ben seni. (Sıkıldım. Hem sınıftan da değilmiş, kim olduğuna sonra bakarım.)
- Tamam canım sağ ol görüşürüz.

ikinci mesajlaşma

- Kitap gibi kız naber? (Eyvah gene aynı numara. Kız mı erkek mi, onu keşfedebilsem bari.)
- Ne olsun işte pineklemece, sen? (Aynı stil yazayım da tanımadığımı belli etmeyim.)
- Kpss çalışıyorum işte, ara verdim. (Hmm son sınıf!)
- Ee hangi şehir düşünüyorsun bakalım? (Memleketten ip ucu çıkar mı acaba?)
- Konya tabiki:) (Tara tara tara! Son sınıf konya'lı kim var?)
- Ne güzel, insallah kazanırsın memleketini (Konya'lı olduğunu kesinleştirme mesajı)
- teşekkür ederim canım. neyse görüşürüz, ben ders çalışayım. (Kız bu galiba.)

Üçüncü mesajlaşma

- Naber (Samimiyiz belli)
- iyilik senden (Bu sefer daha rahat yazacağım.)
- Ne olsun, sen de müzeyyen hocanın notları var mı diye soracaktım. ( Oha! Bizim sınıftanmış.)
- Hangi ders kuzu? (Aynı hocanın iki tane dersi var. Atağa geçtim, risk alıyorum.)
- E.K.Ö dersi canım, bilmiyor musun? (Eyvah çakılıyoruz.)
- Yok canım tabi biliyorum. Notlar ben de var kuzu. (Çamura yatma)
- Tamam onları bana getirir misin yarın? (İşte şimdi s.çtık. Soracağız el mahkum.)
- Eyvallah da şeyy, galiba telefonu değiştirdiğimden numaralar eski telefonda kalmış. Adını sorsam çok mu ayıp etmiş olurum? (Hep de aynı yalana yatılır.)
- Aşkolsun kitap gibi kız, beni nasıl hatırlamazsın, hani senle aşağı inen yürüyen merdivene tersten bilmiştik ya. (Allahım, galiba o kadar samimiymişiz(!) ki, ismi kayıtlı olmasa da onu tanımam gerekti. Bir de o değil de, ulan ben bir sürü arkadaşımla yürüyen merdivene tersten bindim yahu.)
- Şey gene hatırlamadım desem (Battı balık yan gider.)
- Zehra ben.
- Aa, zehra nasılsın? (Bu kadar heyecan yapmasa mıydım?)
- İyilik, neyse hadi görüşürüz. (Samimiyetimize(!) son nokta da böylece konmuş oldu.)

....................

Tam bir umutsuz vak'ayım değil mi? :(



3 Temmuz 2011 Pazar

Kim Bu La? Evden Mi Kaçmış?

Üç günde beş şehir gezme turum sonunda bitti. Şimdiyse ukalalık yapma zamanı. Dikkat buyrun, hali hazırda size, tek başınıza gezerken dikkat etmeniz gereken dört tane şey söyleyeceğim.

- Yeni geldiğiniz bir şehirde adres soracaksanız kime soracağınıza çok dikkat etmelisiniz. Bir kişiyi gözünüze kestirdikten sonra ilk iş olarak onu gözlemleyin. Çok bilmiş havalarındaysa o adamdan son sürat uzaklaşın. Zira siz "Şu müze nerede?" diye sorarken o size "Aa, falanca camiye de gitmedin mi, kitabesini okumadın mı? Ne biçim gezginsin sen" diye sertçe çıkışabilir. Bu tip insanları biraz deştiğinizde, vakti zamanında kendi çapında bayağı bir gezip, etraf hakkında bilgi sahibi olmuş ama herkesin gezme tarzının farklı olabileceği ve buna saygı göstermesi gerektiği hakkındaysa bir türlü bilgi sahibi olamamış biri olduğunu fark edeceksiniz.

- Yine adres sorarken orta yaşlılardansa gençleri tercih etmek yararınıza. Gençler tamamen kendi halinde. Senin nereye, neden geldiğinle ilgilenmiyor. Sen onun için sadece adres soran çatlak, sırtında kocaman çantası olan bir kız ya da erkeksindir. Ama orta yaşlı öyle mi? Hemen sana kendi şehirlerinde ne işin olduğunu sormakla başlıyor ve akabininde seninle samimiyet kurmaya çalışırken duruma göre ya asılıyor ya da hayat dersi vermeye kalkıyor. Neymiş insanların başına türlü türlü şeyler geliyormuş, hadi içtiğin çaylara ilaç katıp kornealarını çalarlarsa ne olacakmış. Bre salak adam! Ona bakarsan illa bizi kaçıracakalarsa bunun gezgin olmakla ne alakası var. Böyle şeyler insanın başına gelecekse her zaman oturduğu cafede bile gelir. Oldu olacak biz herkesi kötü görelim, içecekleri de deligöz moddy gibi cep şişesinden içelim.

- Otobüste, trende biri sizinle konuşmaya başladığında durun ve karşınızdaki kişiyi şöyle bir tartın. Eğer onunla konuşmak istiyorsanız koyverin gitsin. Yok konuşsan beyninin içine edecek, hemen kendinize karşınızdakinin hiç ilgisini çekmeyecek bir kimlik belirleyin. Misal subaysınız ve yanınıza Erzurum'lu bir amca oturdu sonra da size "evladım mesleğin ne?" dedi. Şimdi ona askerim desen ohooo vatan millet sakaryadan bir girer, çıkamazsınız. Ama güzel sanatlar fakültesi modern dans bölümünde okuduğunuzu söylerseniz... Hı hı, evet doğru bildiniz amca döner arkasını ve uyur. (Verdiğim örnek bir tanıdık tarafından vakti zamanında denenmiş ve başarılı olunmuştur.)

- Küçük şehirlerde gezerken oturduğunuz bankta uykuya yenik düşerseniz bilin ki çok geçmeden biri sizi sertçe dürtüp uyandıracak ve "Hayrola hemşerim, bir sorun mu var?" art niyetli sorusuna maruz bırakacaktır. Sanki gündüz vakti orada uyusanız onun hanesine tecavüz edecekmişsiniz ne bileyim karısına kızına yan gözle bakacakmışsınız gibi. Ya da kızsanız size evden kaçmış körpe muamesesi de yapmaya hazırdır bunlar. En iyisi şöyle yapmak galiba. Bir kartona " Bak kardeşim, trenden sabah indim. Müzenin açılışını beklerken şurada iki kestiriyorum. Sakın rahatsız edip dürtmeye kalkışma.Yakarım valla!" yazmak ve üzerinize asmak.

Not: Aslında bunlar benim keşke şöyle yapsaymışım deyip de yapamadığım şeyler. Ühü Ühü...