Sayfalar

11 Nisan 2011 Pazartesi

Kitap Meraklısı Keş Amca Ömrümü Yedin

 Dün kendi kendime bütün gün yurtta kalacağım diye söz verdim ya bu bünye öyle uzun süre kapalı kalmaya alışık olmadığından, gene dayanamadım attım kendimi dışarıya.

İlk önce Kadıköy'e gittim. Şöyle Mühürdar'da dolandım, hava aldım. Bir banka oturup kitap okudum. Yanımdan insanlar geçti. Rahatlamam gerekiyordu ama rahat değildim. Gittim Eminönü vapuruna bindim. Üst kattaki kantin bölümünde masaya oturdum, kitabımı okumaya başladım. Amacımın tamamen kendi kendime kitap okuyabilmek olduğuna karar verip vapurların bunlar için ideal yerler düşündüm. "Eminönü'nde iner sonra Üsküdar vapuruna geçip kitap okumama devam ederim." diyordum. Ancak inmeye yakın aklıma bir arkadaşla konuştuğumuz proje geldi. Birini belirleyecek, onu 15-20 dakika takip edecek, kendimizi fazla belli etmeden neler yaptığına dikkat edip eğlecektik. Dedim ki  "şimdi de yapsam ne olur ki sanki." Hemen karşı taraflarda oturan birini gözüme kestirdim. O kadar kendi halindeydi ki beni kesin fark etmezdi. Sarı kısa saçlı, uzun boylu, hantal bir oğlandı. Sırtında kocaman bir dağcı çantası, elinde bir sürü migros poşeti vardı. Vapur iskeleye yanaştı çocuk indi, sirkeci yönüne doğru seyirtti. Ama sadece seyirtti. Yürümedi. Allah kahretsin ki yürümedi. Durdu, poşetlerini yere koydu, çantasını açıp bir şeyler yapmaya başladı. Haliyle ben de biraz uzağında durdum. Adamımı gözden kaçırmadan etrafa boş boş bakışlar atmaya başladım. Herhalde nereye gideceğine karar verememiş kız pozunda olmalıydım ki taksilerin orada duran esmer, bıçkın bir çocuğun ilgisini çektim. Haydaa al başına belayı. Allahım ilk takip vak'amdaki olaya bak. Oğlanında kalkıp yürüyeceği yoktu. Dedim "Bari yürüyüp gideyim de başka birilerini gözüme kestireyim." Bıçkın çocuksa peşimden gelip "konuşabilir miyiz?" demesin mi? Ben gayet ukalaca "Sanki hayır desem konuşmayacaksın?" dedim, yürüdüm, gittim. Neyse allahtan peşimden gelmeye devam etmedi.

Şimdi gözüme öyle birini kestirmem gerekiyordu ki ne çok yavaş olsun ne de fazla hızlı. Çevresindeki insanlara da dikkat etmesin, hedefine odaklanmış bir halde yürüsün. Öyle uzun uzun seçme sansım yoktu, akşam üstüydü ve birazdan hava kararmış olacaktı. Uzakta, bayağı bir uzakta kırmızı trençkotlu, kahverengi dalgalı saçlı bir kadın gördüm. Biraz hızlandım peşine takıldım. Burada kendime not da çıkardım. Birini takip edeceksem mutlaka gözlük takmalıydım. Bir numara bozuk gözle kadını uzaktan net göremiyorsun ki anasını satayım. Neyse bayan yanındaki kahverengi kısa saçlı bir kızla galata köprüsüne doğru gidiyordu. Köprü kalabalıktı, her telden insan bir yandan denizi izliyor bir yandan karısı, kocası, arkadaşı, sevgilisi, çoluğu çocuğuyla konuşuyordu. Bense sadece kadına bakarak yürüyorum. Birden karşıdan üstü başı kir pas içinde, göbekli, kirli sakallı esmerliği kirden mi doğuştan mı olduğu belli olmayan yalpalayan bir adam yoktan var olmuş gibi karşımda peyda oldu. Adamdaki tek temiz şey elinde tuttuğu yeni yakılmış sigaraydı ve bu adamın mide bulandırıcı olmamasına hiç de yardım etmiyordu. "Allahım ne tuhaf adam sarhoş mu tiner mi çekmiş belli değil" diye kadını unutmuş adam hakkında fikir yürütürken önümde durup benimle konuşmaya başlamasın mı? Kulağımda kulaklık olduğundan ilk başta ne dediğini anlayamadım. Kulaklığımı çıkarıp korkudan fare sesi kadar tizleşmiş sesimle "beyfendi gider misiniz" dedim, gitmedi. Ellerimi adama doğru siper ederek. "Ne diyorsunuz anlamıyorum, param yok benim." dedim. Adamsa dili iyice dolaşmış halde "kitabına bakacağım" diye tutturmasın mı? Haydaaa! "Kitap mı, ingiliz edebiyatı tarihi." diye adama hesap verirken korkudan çıkan sesimi ben bile tanıyamıyordum artık. Adam dediğime inanmıyor illa bakacağım diye tutturuyordu. Ben bir kaç adım gerileyip kitabı açıp içini gösterdim "İngiliz edebiyatı tarihi inanmıyor musun?" dedim viyaklayarak. Resmen öl kızım şurda deseler ölecektim. O kadar korkunç bir adamdı. En sonunda arkadan iki oğlan "Hişştt, hoop, amca!" diye bağırdılar da bay sarhoş yanımdan okkalı küfürler savurarak ayrıldı. Hay Allah müstakını versin bu adamın. Resmen tüm pazar eğlencemin içine etti.

Neyse ki kadın bayağı uzaklaşsa da gözden yitmemişti de hızlı hızlı yürüyüp ona yetişebildim. Ama benim sinirler perperişan. Takip etmek de yalan oldu iyi mi? Kadın köprüyü geçti tophaneye doğru yürümeye başladı. Ben "Yok- dedim- bana bu kadar macera yeter." Ancak kadını tophaneye uğurlamadan önce yüzünü görebildim yine de. Kırk yaşlarında, çıkık elmacık kemikli, zayıf, esmer, sinirli yüz hatlarına sahip bir kadındı ve beni kuşkuyla süzen gözlere sahipti. Anlaşılan köprü macerasından sonra kendimi farkettirmeme ilkeme hiç de uygun hareket etmemiştim. Geri döndüm, köprüyü hızla geçerken herkesin bana baktığı gibi salak bir hisse de kapıldım. Hatta travmanın şokundan ne kadar aptallaştıysam artık yanımdan geçen bir kadının ayakkabısına "Vay be artık iskarpinlerin kenarlarına minik ışıklar da yerleştiriyorlar." diye kendi kendime yorum bile yaptım. Meğer kadının ayakkabısı yanıyormuş. Kadının yanındaki çocuk "Anne ayakkabın..." dedi. Teyze ayağını yere sürtmeye başladı. Bir sürü kıvılcımlar çıktı iskarpininin altından.


Not: Bundan böyle Galata Köprüsünden geçerken kalın ve kahverengi ciltli kitaplarımı gazeteye sarıp onlara bir kalıp peynir süsü vermeye karar verdim. Düşünsenize adamın elimdeki kitabı kapıp gittiğini.

Not2: Korkulu bir macera geçirsem de bir seyyar satıcının elindeki sigarayı arkadaşına uzatarak, eşofman satışıyla alakalı sosyolojik çıkarımlarını duymadan da edemedim. "Yav kardeşim kadınlar hep siyah, lacivert alıyor, erkekler de nerde pembe, yeşil var ona gidiyor. Anlamadım gitti."

7 Nisan 2011 Perşembe

Aptal Pantolon Düğmeleri

Metal düğmeleri sevmiyorum. Hele dikiş iplerini kemiren dört delikli pantolon düğmelerini hiç.Yolda yürüyorsun sonra "Pıtt..!" Düğme düşmüş. Artık işin yoksa düğmeyi ara. Millete telefon et. "Gelirken iğne iplik getir." de.

Hayır düğmeler neden metalden yapılır hiç anlamam. O pislik dört delik, sen oturup kalktıkça gerilimden ipi kesip duruyor. İnsanın ömrünü çürütüyor.

Yo, suç bende ama. Bir gün de şu tuhafiye dükkanlarına girip düğmelerin en plastik, en ip kesmeyen cinsinden satın almadım. "Aman-dedim- bu sefer sağlam diktim kopmaz." Başka bir gün "vaktim yok uğraşamam."  dedim. Daha başka bir gün "Zaten eskidi pantolon, değmez." Sonra ne oldu, o metal canavar en olmadık yerde, en olmadık zamanda "Pıtt..!" diye koptu yerinden. Düşerken bir de ses çıkardı şerefsiz. Yanımdan geçenler "Pardon bozuk paranız düştü galiba" dedi. Ben utanarak "Evet" dedim. Tuniğin altından belli olmayacağını bilsem de yağmurluğumun önünü kapattım. Yere eğildim, düğmeyi miyop gözlerimle aradım, buldum, cebime attım ve yine kendi ihmalkarlığıma lanet ettim. Sonra yine aynı şey "Alo kuzu. Gelirken iğne iplik getir. Gene koptu pislik."

2 Nisan 2011 Cumartesi

Örgü Örme Eylemi

İzmirde kendime tunik örerken sırf şakasına halama
"Aa, dur alışveriş merkezine giderken de yanıma alayım starbucks'ta otururken örerim." dedim. Halamsa
"Eğer böyle bir şey yaparsan seni tanımam!" deyip lafı kestirip attı.

İşte o anda kafamda şimşekler çaktı. Biz insanlar dışarıda davranışlarımızı hep başkalarına göre şekillendiriyoruz. "Elalem ne der", "kafede yan masadaki kadın ne söyler", "acaba şunu yaparsam bana gülerler mi?" gibi şeylere iyice kafayı takmış durumdayız. Ben de düşündüm ki madem böyle. Ben bir kaç arkadaş çağırayım yanıma, alalım şişleri, tığları, gidelim starbucks'a, kahveleri içerken bir yandan da örgü örelim. Hem bu eylemi bir tık öteye de götürelim. Boş boş konuşmayalım edebiyattan sanattan, bahsedelim. Ki eylemimiz iyice dikkat çeksin. Ve dediğim gibi de yaptık. Oturduk kahveleri aldık. Sakince sanki çok normal bir şeymiş gibi poşetten şişleri yünleri çıkarıp örmeye başladık. Dört kişiydik. Birisi örmedi. Onun eline özellikle kitap verdik. Bir arkadaş tığ ile dantel ördü. Ben ve diğer arkadaş ta mor yünden öylesine şeyler örmeye başladık. Yalnız ben bir ara, örgü örmeyi bırakmış, kendimi şişle masaya hayali olay örgüsü taslakları çizerken buldum. Dantel ören kişi "uff kitap gibi kız uğraştırıyorsun bizi." derken bir baktım, dantelin içinde kaybolmuş bile. Bizi ne görüyor ne dinliyor. Eylem falan hak getire. Eline kitap verdiğimiz arkadaş "banane ya ben de örmek istiyorum." diye kıvranıp duruyor. Anlayacağınız ilk başta çaktırmasak bile elimize örgümüzü aldığımızda yüzümüz kızarıyorken bir de bakmışız ki kabuğumuz çoktan kırılıvermiş.

Çevredeki insanların tepkiyse görülmeye değerdi doğrusu. Bir oğlan resmen arkadaşı uzun uzun kesti. Bir çift bizimle konuşmak için çeşitli bahaneler uydurdu. Yan tarafımızda oturan adam inatla kafasını çevirmeden bizi izledi. Ve içeri giren çıkan neredeyse herkes baktı, ilgilendi, güldü. hmm dedi vel hasılı kelam bizimle ilgilendi. He, bu arada kadıköy starbucks'taki baristalar da tepkisiz ve güleryüzlü olmak üzere eğitildiklerini bir kez daha ispatlamış oldular.

Bizim bunu yaparkenki amacımız hem kendi kabuğumuzu kırmak, hem insanların farkındalığını arttırmak hem de starbucks gibi kafeden öte anlam atfedilen yerlerde özellikle çıkıntılık yapmak, dikkat çekmekti. Ve amacımıza ulaştık.

Aslında asıl macera biz örgü örerken değil de ipleri satın alırken oldu. O çok komik işte. Haliyle amacımız sadece sarmak ve örmek üzerine kurulu olduğundan en ucuz ipleri arıyoruz ya tuhafiyedeki kadın soruyor. "Ne için alıyorsunuz?" diye. Bense içimden "Hiç sarmalık, örgü örmelik, öyle..." diyor dışımdansa hiç bir şey diyemiyorum. Düşünsenize starbucks'ta örgü örme eylemi yapacağız da diye anlatmaya başladığımı. İşin yoksa şimdi anlat dur.

Neyse efendim. Kadıköy'de işte böyle değişik, kurmaca bir macera yaşamış olduk. Mutluyuz huzurluyuz