Sayfalar

28 Ağustos 2012 Salı

Bu aralar...

Yahu herkes okuduğu kitapları paylaşıyor ama benim adım "Kitap Gibi Kız" ben hiç böyle bir şey yapmıyorum. Neyse efendim size bu aralar hemhal olduğum kitapların bir kısmını göstereyim.

Haydi ben kaçar.

Not: Bu aralar bir türlü yazı yazamıyorum. Neyse olacak olacak.

14 Ağustos 2012 Salı

Hastane Günlüğü

Bu yaz babaannemle sağ olsun deli gibi hastaneye gidiyoruz. Ahdetmişiz gibi sür'atle uğramadığımız tüm polikliniklere selam çakma hedefimizden şaşmadan koşturuyoruz. Zaten doktorlar da- bizim bu güya kendi kendimize verdiğimiz sözden haberdarmışcasına- o birim senin bu birim benim dolaştırıp duruyorlar bizi. Resmen hastanelerin her bir koridorunu ezber ettim. Ultrason mu çekilecek, daha sormadan hangi blogun kaç nolu odasında çekileceğini biliyor alışkın adımlarla yöneliveriyoruz. Kantin fiyatlarını adımız gibi ezberleyip bugün ne yesek acaba tarzında şirin eğlencelere gark ediyoruz kendimizi. Sekreter hanım kanıksadı artık yüzümü. Eskiden otur!, şıraya geç!, vezneye git! diye emirler veren kadın şimdi "merhaba canım" diye karşılar oldu beni. Hastalar desen hep tanıdık yüz. "Oo Ayşe teyze, daha bitmedi mi senin tedavin?" Maalesef hastanelerimiz "bugün git yarın gel" mantalitesini en iyi uygulayanların başında geldiğinden kimse işini bitirip gidemiyor ki. 

Eskiden sıradışı ve garip gelen şeyler, şimdi birer göz alışkanlığına dönüştü. Sedyedeki adam ne kadar zayıf diye hayrete düşerken şimdi beynim yorumda bulunmaya bile tenezzül etmiyor. İki askerin koluna girdiği mahkum hastalar da pek enterese etmiyor beni. Yani tam bir kanıksama halindeyim. Fakat hastanelerle bu kadar içli dışlı olduğumdan beri şu hiç aklımdan gitmiyor. Bir gün bu koridorlarda ömrümü çürütmemek için şimdiden düzenli cekap yaptırma fikri. Zira bakalım ileride beni hastaneye getirecek bir torun bulabilecek miyim?

12 Ağustos 2012 Pazar

Kitap Gibi Kız'ın Kelimelerle Ankara Günleri

Sakin: Zaman yavaş akıyor bu şehirde. En azından benim için. İş yok, ders yok, yükümlülük, çok fazla arkadaş da yok. Ev sakin, çok sakin. Zaman zaman "haydi sofraya"," evde hiç bir şey yok markete gidelim." haricinde pek öyle konuşmuyoruz. Televizyonun kendi kendine monologları ve boş boş bakan gözler var bu evde. Telefon çalıyor arada. Anneannem tabi. "annen bi bana uğrasın" diyor. Arkadaşlarımla falan konuşuyorum bende. Odaya gidiyorum o zamanlarda. Kahkahalı, şakalı, heyecanlı konuşmalardan sonra yüzüm hiç bir şey sezdirmeyen duvar halini alıyor ve öyle geçiyorum salona. Bakıyorum babaannem uyuyakalmış, TV hala gevezelikte.

Ramazan: Ev sakinlerinin bayan, hasta ve yaşlılardan oluşması münasebetiyle pek hissettiğimiz söylenemez. Ta ki vakti zamanı gelip de Nihat hatipoğlu programı başlayana kadar. Onu da ben dinleyemiyorum. Daha doğrusu ben okuyup zaten kitaplardan öğrenebileceğim bilgileri, menkıbeleri, hikayeleri, sohbetleri dinlemeyi sevmiyorum. Zira pasifsin arkadaş. Bildiğini söylemek mennu oralarda. Her şeyi hoca bilir edasıyla dinliyor insanlar. 

Özgürlük Savaşı: Evlenme çağı gelmişte geçen bir insan evladı olarak fark ettim ki daha bir baskı görür oldum evde. Giysilerim, davranışlarım, nerelere gittiğim bol bol incelenir ve eleştiri malzemesi yapılır oldu. Zira daha varlığını bile bilmediğim aday koca ve ailelerine asla kötü bir imaj vermemem gerekiyor. Tabi Bu durum bendeki fevri ruh halimin iç dünyamdan süratle salonun ortasına düşüp infilak etmesine neden oluyor. Komşuların benim hakkımda ne düşündüklerini bilmek dahi istemiyorum bu yüzden. 

Anne: Yılların en serbest annesi ünvanını hükümetimiz gibi elinden uçurmak üzere. Ustalık dönemi en baskıcı hali. Tabi vakti zamanında verdiği kapitülasyonlar yüzünden sadece duygusal olarak yıpratıp elle tutulur bir yaptırımı olamıyor allahtan. Ben sinirlenip, bağırıp çağırıp gene istediğimi yapıyorum. Bu aralar kendimi ona her anlatmak istediğimde en çok kullandığım cümle "Ben senin istediğin kriterde bir insan değilim." Doğrusu ne kıyafet seçimim, ne saç kesimim, ne makyaj anlayışım, ne kilomla barışık olmam, ne arkadaş ve sevgili seçimim anneme uygun. Öyle işte. Bu aralar ilişkimiz düşe kalka ilerliyor. Galiba o benim artık yuvadan uçtuğumu kabullenemiyor, ben de onun yaşlandığını.

Babaanne: Anne'nin aksine aramız bu yaz acayip iyi. Birlikte rutin gezilerimiz var mesela. Hastaneler gibi. Haftada bir iki kere gidip kan ve idrar vererek "hasta"lık görevimizi yerine getiriyoruz. Doktorları canından bezdiriyor, koridorlarda kaybolmaca ve sıra kuyruğunda uyuklamaca oynuyoruz. He unutmadan, bu sene mutfağı tamamen ele geçirdi. Ne yemekleri ne de bulaşığı bize bırakıyor. Galiba beğenmiyor bizim hünerlerimizi. Gerçi yemekleri de bir güzel ki, yeme de yanında yat.

Anneanne: Aramız yer yer limonileşebiliyor. Laf aramızda en az sevdiği torun benim. Sakın duymasın vallahi vurur beni. Şöyle bir örnek vereyim. Teyze çocukları ve ben bir bayram sabahı onlarda oturuyoruz. İçinden geldi, koca koca adamlar oldukları halde çıkartıp teyze çocuklarına harçlık vermeye başladı. Aha diyorum sıra bana gelecek. Ama o sıra bana hiç gelmedi. Tabi ben altta kalır mıyım "Hani benim harçlığım" diye bastım lafı. "Sen çalışıyorsun, senin paran var." demez mi? Şimdi hakkaten çalışıyorum da sorun şu: o üç teyze oğlu da çalışıyor ve paraları da var! İlişkimizin böyle bir boyutta işte. Hoş zaman zaman sevgisi artar bana. Geçen gün elbise dikti mesela. (Annemin zoruyla!) Gerçi hakkını yemeyim, komik kadındır. Şu ve şu yazılarda olduğu gibi.

Gezmek: Şu an en az yapabildiğim şey. Ben de kısa gezilere yöneldim. Misal salonla tuvalet arası gezintisi, Salondan yatak odasına gece seyahati gibi. Tabi arada uzun gezilerimde olmuyor değil. Vahşi araba denizinin arasından sıyrılarak Bim'e gitmece, babaanne ile hastane maceraları ya da "sabah fatura yatırmaya gitti, saat kaç oldu dönmedi" tadında Kızılay'a firarlarım gibi.

Kızılay: Eğer ev bir ordu, ben de kaçak bir asker olsaydım inzibatların beni nerede bulacakları belli. Kızılay!

Özlem: Arkadaşlara, Tv sesi olmadan kitap okumaya, İstanbul'a, trene, Diyarbakır'daki ortamıma, işime olan duygumdur.

Diyet: Midemin, dilimin, nefsimin ve benim en nefret ettiğimiz yönetim şekli.

Kitap: Bu aralar en az okuduğum ama en çok satın aldığım nesne. Zaten fark ettim de ne kadar az okuyorsam o kadar çok kitap alıyorum. Kendime verdiğim bir teselli ödülü sanki. Yalnız bir sorun daha var ki, fena. Ben bu kadar çok kitabı nasıl götüreceğim Diyarbakır'a?

İstanbul: Canım sıkıldığında sığındığım bir liman gibi bu şehir. Otobüsten sabaha karşı inip de açık olan bir börekçide kahvaltımı yaptığım anda sıkıntım azar azar dökülmeye başlar. Hele şöyle biraz Kadıköy, biraz da Sultanahmet yaptım mı, iyice gevşemiş tatlı, şeker gibi birine dönüşmüş olurum. Hadi yok mu beni çayına atıp karıştırmak isteyen.

Diyarbakır: Ön yargılarımın guk diye nefesini tuttuğu şehir burası. Fazla söze gerek yok. Seviyorum lan ben bu şehri.  "Buraya gelip de giden bu şehri özler." derlerdi de inamazdım. Hakikaten doğruymuş. Öyle bir burnumda tütüyor ki anlatamam.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Ramazan Ayı'nda Bir Çocuğumuzu da SEN Güldürmek İster misin?


LÖSEV, Türkiye genelinde yaklaşık olarak 11.500 lösemili aileye mutluluk kolileri dağıtıyor.

Vakıf, zorlu tedavi sürecinden geçen lösemili ve kanserli çocukların moral kazanmaları için Türkiye’nin dört bir yanında Ramazan’da iftar yemekleri de düzenleyerek yüzlerce aileye ulaşıyor. Eğer sen de bir koli mutluluk armağan etmek istersen farklı paketlerdeki yardım seçeneklerinden en uygununu seçip bu kutsal ayda desteğini gösterebilirsin.


Detaylı bilgi için www.losev.org.tr sitesi veya www.facebook.com/losev0660 Lösev Facebook sayfasını ziyaret edebilirsin. Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile paylaşımlarınla destekleyebilirsin.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.