Sayfalar

27 Aralık 2010 Pazartesi

Utanıyorum: Dört Ayak Üstüne Düştüm


Sahnede yine "araştırma projesi dersi"... Hoca "pazartesi bilmem şu saatte toplantı var." diye panoya yazı asmış. Ben bu yazıyı dört beş gün önce okumuştum ya ne bileyim aklımdan çıkıp gitmiş. Dün gece hatırlayınca, dedim eyvah ne yapacağım ben. Elde ne makale var ne de tez. İşin daha da vahimi ertesi gün başka bir dersten sunumum var ve benim slayt hazırlamam, konuyu okumam lazım. Bu arada yarın için giyecek bir tane bile giysim kalmamış, bir iki parça elimde onları da yıkamam gerekiyor. Anlayacağınız iki ayağım bir pabuca girmiş durumda.

Neyse dedim artık hoca kızacaksa kızsın. Toplantıya gitmezsem daha kötü oluyor. Zira hoca arkandan "sınıfta kalacak bu." diye konuşmaya başlıyor ki fena. Bilgisayardan sunumumu hazırladım, giysilerimi yıkadım. Yattım uyudum. Sabah da kalkıp okula gittim.

Sormayın derste, arada, bulduğum her aralıkta nette litaratür araştırıp durdum. Zaten daha öncelerinde bir çok üniversitenin eğitim dergisini taradığımdan bakacak yer de kalmamış. Ara tara bir tanecik makale buldum milli eğitimin dergisinden. Üç tane de meğer çok önceden bilgisayara indirdiğim tez varmış. Baktım onları hocaya sunmamıştım, hepsini flash diske attım, sonra doğru çıktılarını almaya.

Bulduğum şeyleri okumaya bile vakit bulamadım, çıktıları alıp sınıfa gittiğimde toplantının başlamasına sadece dakikalar vardı. Yalnızca şöyle bir bakabildim kağıtlara. O da hoca bunlar ne dediğinde dut yemiş bülbül gibi kalmamak için.

Vakit geldi, hoca sınıfa girdi ama derste bir tek ben vardım. kadın nasıl sinirlendi görmelisiniz. Gelmeyenlere saymaya başladı, "Bu gelmeyenler bu şekilde geçebileceklerini sanıyorsa aldanıyorlar." dedi. Yalnız onca öfkenin arasında bana, geldiğime dair, imza attırmayı da unutmadı. Sonra geldi benim bulduklarıma baktı, inceledi. Meğer şuncacık bulduğum makale ve tezler tam da hocanın istediği gibi değil miymiş. Allahım resmen içimin yağları eridi. Kadın yanımda olmasa kacaman bir oh be koyverirdim herhalde.

Bir yirme dakika kadar sonra grupdaki diğer kızlar gelse de atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmişti bile. O kadar seçmelisinde derse katıldığım halde beni tanımayan hoca bu sefer adımı yoklama kağıdından öğrenmiş "kitap gibi kız'ın da dediği gibi... kitap gibi kız'a da söyledim... kitap gibi kız'la siz gelmeden tartıştığımıza göre... kitap gibi kız sordu..." diye diye nedeyse her cümlesine benim ismimle başladı ve bu arada anlattıklarını sürekli bana bakarak anlattı. Bir de gelen kızların hiç biri yeni bir araştırmayla gelmemiş. Bir de bana geldi mi oradan da bir puan daha.

Vel hasılı kelam resmen Allah yüzüme baktı da, resmen dört ayak üstüne düştüm. Yalnız bununla birlikte içimi bir utanmadır almadı değil. Sonuçta bu günkü toplantı için kadının düşündüğü gibi bir efor sarfetmememiştim. Bundan dolayı şimdi oturup eşşek gibi araştırma yapacağım. Vicdanımı rahatlatmam lazım anlayacağınız.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Eneee! Ne Zamandır Yazmıyordu Kitap Gibi Kız

Bir aralıktan beri, konusu bence oldukça salak, bir öyküye başladım. Günlerdir onunla uğraşıyorum. Aslında hergün uğraştığım da söylenemez. Elde olan şartlara göre şöyle bir taktik geliştirdim. Haftada üç dört gün akşam saat beşten sonra Kadıköy'de bir kafeye gidiyor, her seferinde hep aynı yere oturuyor ve akşam on buçuğa kadar yazıyorum. Tıpkı mesai doldurur gibi.  
Doğrusu böyle olması çok iyi oldu benim için. Bir kere programım mümkün olduğunca sabit olduğu için başka günlerde “Hiç yazı yazmaya vakit bırakmıyorlar ki.” diye çevreye sinirlenip durmuyorm. Sonra gün içinde yazdıklarım zihnimi meşgul etmiyor. Yazamıyorum diye vicdan azabı da çekmiyorum. Biliyorum ki akşam olacak, ben cafeye gideceğim ve o anda ilham perim yanımda bitecek.

..............

Ales'e girdim bu arada. Hesaplamalarıma göre 80'in üstünde alacak gibi duruyorum. (Keşke mantık sorularına daha çok çalışsaymışım.) İnşallah düşündüğüm gibi çıkar da size rezil olmam. Laf aramızda kız kardeşim de girdi bu sınava. Sormayın fena sinir oldum ona. Yahu kız sadece bir soru boş bırakmış- ki biz o sorunun hatalı olduğunu düşünüyoruz- geri kalanı da hesaplarına göre doğruymuş. Allahım yüz mü alacak ne? Neyse bakmayın şimdi kıskandığıma, eğer yüz alırsa sağda solda onun için hava atacak olan kişi de benim.

....................

Kitap aşermeye de tam gaz devam ediyorum. Okul kütüphanesinde klasik yazarlardan seçme yapılmış bir kitap buldum. Basımı 1930 küsür. Çevirisi hakikaten oldukça vasat fakat oradan yeni yeni bir sürü isme ulaştım. Kütüphanelerde bulabildiğim kadarıyla bir kısmını ödünç aldım, onları okuyorum. Ee, haliyle kitapların çoğu çok eski. Bir çoğunun basımı 1960 yılının bilmem kaçı. Bir de insanlar elimde görmüyorlar mı bu kitapları? Hemen “Ooo, eski kitap okuyoruz.” demeye başlıyorlar. Bir türlü anlatamıyorum ki kitabı dışı değil içi için aldığımı. Kimisi onlarla hava attığı bile söyleyecek kadar bile ileri gidiyor. Yeni baskısı yapılsa onu alırdık değil mi? Bir kere eski kitapların bazılarının çevirisi güzel dahi değil.
Aman ya boş ver. İnsanların her dediğine bakar, onlara açıklama yaparsak ohooo...

...........

Son sınıf olmak çok fena bir duygu yahu. Sürekli arkadaşlarla bir arada olmak için program yapıp duruyoruz. “Hadi tiyatroya gidelim, hadi İstanbul Modern'e gidelim, hadi “Body worlds”e gidelim, hadi sinamaya gidelim, hadi hadi hadi... ” Program kumkuması olduk yemin ediyorum. Sonra farklı seçmeli dersleri alsakta inatla birbirimizi bekleyip kantinde derin muhabbetlere dalıyoruz. Sanki böyle yaparsak sene sonunu geciktirebileceğiz. Oysa dönem sonu gelmeye başladı bile. Puff!

Böyle işte dostlar. Hayat güzel, hava güzel, ben güzelim, kafam rahat. Bir de blogu ihmal etmesem çok güzel olacak :)

11 Aralık 2010 Cumartesi

Ütü Odasından Sesleniyorum

Burası iki gündür kendimi odanın demirbaşları arasına kattığım, içinde ikişer tane ütü masası ve çamaşırlığın bulunduğu küçükçe bir yer.

Odanın birinden, rica minnet, bulduğum gazeteyi kaloriferin önüne serdim, üzerine yastığımı koydum, sırtımı da peteğe dayayıp minder görevini üstlenmiş yastığıma oturdum. Kendi kendime "annesine küsüp ütü odasına sığınan kız" oyunu oynuyorum ve uzun bir süre de bu rolden dışarı çıkmayı hiç düşünmüyorum.

Burada evdeymişim gibi davranıyorum. Mesela şu dışarıdan gelen 'vınn' sesinden anladığım kadarıyla saç kurutma makinesini banyodan çıkan erkek kardeşim kullanıyor. Ben de annemle kavga ettim ütü odasına attım kendimi. Gözlerden ırak, yazı yazıp kitap okuyorum. Annem bir ara odanın kapısını açıp bir "la havle"li iç geçirip, mutfağa yemek yapmaya gidiyor. Aslında annem ne "la havle" çekerek sinirlenir ne de mutfakta sürekli yemek yapar. Ama, nedendir bilmiyorum, annemin böyle yaptığını hayal etmek beni daha çok evdeymişim gibi hissettiriyor.

Oysa gerçeklere bakacak olursak, makineyi çalıştıran ikinci katın bilmem hangi odadaki tanımadığım bir kızı. Odaya ara ara girenlerse ya sıcakta gizlice sigara içmeye çalışan tipler ya da rahat rahat telefonla konuşmaya çalışanlar. Kapıyı açıp yere postunu seren beni gördüklerinde belki yüzüme karşı "la havle" çekmiyorlar ya eminim arkamdan küfretmeyi de ihmal etmiyorlardır. Açıkçası kuruması için serilmiş çamaşırlar olmasa ne sigaralarına ne de telefonlarına karışırım ben. Sonuçta burası, özel malım ya da "kim kaparsa onundur" türü mantıklı bir yer değil ki.

Vel hasılı kelam, son sınıftayım. Bana ait bir ev özlemi içerisinde şu sıralar kendi kendimi kandırmakla meşgulüm. Ama bundan rahatsız olduğum da söylenemez. Sonuçta kendime hemen bir özel mekan bulamayacağıma göre ya yurtta hiç ütü odası olmasaydı?

7 Aralık 2010 Salı

Ödüllü Kısa... Kısa...

Cuma günü annem geldi. Kız kardeşimle birlikte büyük adaya gittik. Ahanda yanda gördüğünüz fotoğraf da adalar vapurunda çektiğim ayaklarım. Biz annemi şuraya gidelim, buraya gidelim diye adanın iç kısmına doğru gezdirirken annem en sonunda patladı. "Kızım ben buraya deniz görmeye geldim, ev görmeye değil." Doğrusu kaç yıldır burada olduğumdan içerideki insanların denize hasret kaldığını unutmuşum. Halbuki eskileri hatırlıyorum da pikniğe falan giderken yolda minicik bir su birikintisi görsek hemen aşağı inip önüde fotoğraf çektirirdik. Hatta anneannemin gecekondusunun yakınlarında pis suların oluşturduğu gölümsü şeyde kurbağalar çıkmaya başlamıştı da "aaa!" diye heyecanla izlemiştik. Şimdi de eski hasretliğimizi unutmuş anneme "anne şöyle müze var, böyle saray var, akşam şu tiyatro var." deyip duruyoruz. Kadın deniz istiyor deniz!

................

Hastayım. Üşütmüşüm. Cumartesi günü arkadaşıma üzerimde incecik bir tunik ve pantolonla gidip de ertesi gün havalar bir anda soğuyunca kaldım mı dımdızlak. Kadıköy'de oturan arkadaşlarımdan çıktıktan sonra kardeşime gidecektim. Onun evi de öyle yerdeymiş ki trenden indikten sonra yirmi dakika yürüyorsun. Yani aslında normalde o kadar uzak değildi de incecik kumaşın içine içine giren rüzgarla yol hakikaten bitmek bilmedi. Peki sonuç... Karnım ağrıyor, öksürüyorum, boğazımda garip kekremsi bir tat var.

...............

Dün geçen sene gönüllü çalıştığım kütüphaneye kitap almaya gittim. Uzun süredir onları ziyaret etmiyordum. İnsanın bıraktığı şeyleri aynı eskisi gibi bulması ne kadar güzel bir şeymiş. Beni nerdesin sen diye öyle kızarak karşıladılar ki "Tamam ben vefasızın tekiyim" dedim artık. "ne deseniz haklısınız." Güya kitapları alıp hemen gidecektim iki saat'e yakın kaldım orada. Son dakika dedikoduları, insanların hayatında olan değişiklikler, yeni gelen çalışanı tanıştırma, başlanılan kurslar, düşünülen projeler, gıcık liseli okuyucular... kendimi bir ara sanki hala orada çalışıyormuş gibi hissettim.

...............


Beni NK ve life ödüllendirmiş. Ödüllerini daha yeni cevaplayabildim. Özür diliyorum. life'ye link koyamadım, zira bana ödülü verdikten sonra blogunu kapamış :(

1 Aralık 2010 Çarşamba

"Ahkam kesmemek" üzerine Ahkam kesiyorum, Peh!


Çevrede ahkam kesen birini görürüsen bil ki o konu hakkında bildikleri üç beş kelimeyi geçmez. (İstisnalar kaideyi bozmaz.)

Dün arkadaşım anlattı. Metrobüsteyken arkasındaki iki üniversite öğrencisi konuşuyorlarmış.

- Doktor  ilk önce otizm başlangıcı teşhisi koymuş ya meğer şizofren başlangıcıymış
- Aman canım boşver ikisi de delilik değil mi?
(Sorma otobüs de bir cahil kaynıyor, öğrensinler canım nedir ne değildir!)

Orada olmadığımdan konuşmanın ne şekilde devam ettiğini bilemeyeceğim ama bağıra bağıra konuşmalarından, etrafa bakıp göz süzmelerinden, kelimelerin ağızlarından fazla bilmiş çıkmasından belliymiş ahkam kestikleri. Ah ben orada olacaktım ki arkamı kibarca döner meraktan ölüyormuş gibi yaparak "Merak ediyorum otizm nasıl bir hastalık, başlangıcında ne gibi belirtiler var?" der sonra da verecekleri cevapları dinlerken sinsi sinsi gülerdim.

Ahkam kesmek "hey bana bakın gerizekalılar, sizden daha çok şey biliyorum, bilimsel terimleri cümle içinde kullanabiliyor, sentez yapabiliyorum." demek değil de nedir? Bir kere çok şey bilen insanın konuşurken doğru biliyor muyum diye hafif de olsa kendinden şüphe edebileceğini unutuyolar herhalde.

Bak bu konuyla alakalı bir şey daha var. İnsanın özgürce rahatsız olmadan bilmiyorum diyebilmesi için de ahkam kesmeyecek kadar bilmesi gerekiyor bence. Yanlış biliyorsa da doğrusunu öğrenince mutlu olmasını bilmek için de gerek bu. Zira sabitlenmiş fikrin insana konuştuklarıyla küçük düşmesinden başka ne etkisi olur ki. Anlaması gerekiyor insanın birşeyler öğrenmeye başladıkça dünyadaki bütün bilgilerin asla hepsini bilemeyeceğini. Bir sürü kitap var dünyada mesela. Hepsini insan nasıl okusun. Bu ahkam kesenler kendilerini öyle bir şey sanıyorlar ki kendi okuduklarını biz okumayınca mutlu oluyorlar. "Oley, onu geçtim!" diye mi düşünüyorlar ne.

Bak gördünüz mü ben de ahkam kesmemek gerek derken bile ahkam kesmiş oldum. Anlayacağınız daha öğrenecek çok şeyim var.
Dikkat ahkam kesenler buna benzeyebilir! (Soldakine)

29 Kasım 2010 Pazartesi

Figüran Bile Oldum Ya Şu İstanbul'da...

Marmara ikinci sınıftayım. Canım nasıl sıkkın ama neye olduğunu bile bilmiyorum. Tek istediğim yorganın içinde öyle boş boş tavana bakmak. Okula bile gitmemiş dahası arkadaşlarla iletişim kurmamak için telefonlarımı dahi kapatmışım. Benim olur ara ara böyle dönemlerim, bir kaç gün kafamı toplayana kadar gitmem okula. Kendi kendime bir şeyler yapar, kitap okur eğlenirim.

İşte tam da böyle sıkıntılı bir şekilde tavana bakarken birden arkadaşım daldı odaya.

"Figüran olalım mı?"
"Hönk?!"

Bu çatlak, ileride bir gün değerinin anlaşılıp oyuncu olacağına inanan arkadaşın başka bir çılgın arkadaşı oyunculuk ajansına bağlı çalışıyormuş. Figüran eksikleri varmış bunu aramış. yok mok dedim ama dinletemedim. Yalnız gidemezmiş ille de birlikte gidelim diye tutturuyor. Dedim "kızım ben türbanlıyım, ne rolünde oynayacağım ki?" Bu pat diye demez mi "Peşmerge!" diye. Hey allahım yarabbim, resmen basiretim bağlandı tamam dedim, gidelim.

Çıktık yola, neden sonra önümüzde içi terörist kız dolu bir minibüs gelip bizi aldı sonra doğru samandıra dağlarına. İlk önce bir köyde durduk, tuvalet ihtiyacını karşılayıp yola devam edeceğiz. Köylülerin bakışlarını bir görseniz, ellerinden gelseler bizi bir kaşıkta boğacaklar. Ama harbi kızlar da tam peşmerge gibiydiler. Tekrar yola koyulduk gele gele çamur içinde, ıssız, köpeklerin uluduğu, çıplak dağlara geldik. Allahım yola çıktığımdan beri pişmanlığı hiç bu kadar iliklerimde hissetmemiştim. Ne vardı ben de herkes gibi şöyle yoldan geçen, bakkala o anda bir şey soran bir kız olsaydım. Ya da esas kız esas oğlana tokadı basarken etrafta şaşıran kalabalıktan biri olsaydım mesela, "Aaa!" deseydim suratımı sahte sahte büzerek.

Kocaman kostüm arabasından bize yeni yıkanmış nemli yeşil şalvarlar, kazaklar, yelekler verdiler. Bir de ayağıma çok büyük gelen çamurlu mu çamurlu postal,elimize de ağır mı ağır sahte bir tüfek. Poşularla da iyice sarıp sarmaladık oh, al sana mis gibi dağdan inmiş kız.

Roller harbiden basit. Aslında etrafta rol diye bir şey yok ya neyse. Böyle sıra sıra yürüyoruz, tepelerden elimizde tüfekle koşuyoruz, oyuncu kadın ara ara bize "Hevaller" diye bağırıyor, dağ oyuklarında oturup dinleniyormuş gibi yapıyoruz, etrafa mahzun, sert bakıyoruz falan filan.

Güzdüz çekimleri böyle bittikten sonra hava kararana kadar dinlenmeye koyulduk. Bu arada ben etrafı gözlemliyorum. Bir ara yönetmen telefonla yeni oyuncu siparişi için ajanla konuşurken aynen şunları dedi. "Yav, gözünü seveyim yarın gönderdiklerin şöyle kara kuru, esmer olsun. Hiç sarışın terörist olur mu akıl var mantık var." O anda birden kendimi kontrol ederken buldum.
- Kahverengi göz, tamam!
- Koyu renk kaşlar tamam!
- Esmerlik, eh... (Yok yok ben iyiyim ya.)

Bir de ne laubali oluyor bu dizi insanları en çok ona uyuz oldum. Bir kere yönetmen yardımcısı sürekli "peşmergeler yürüyün!" diye bizle dalga geçip duruyor. İnsanların memleketini öğrenip hepsine bir kulp buluyor. Kendisi Ankara'lıymış, bir tek ona laf yok. Resmen kendi Ankara'lılığımdan utandım. Figüranların bir kısmıysa kendileriyle iki kelime edilemeyecek kadar boş kafalı. Kikirdemekten başka bir şey bildikleri yok. Yönetmense çekimden sonra taksimde sabahlayacağını söyleyen kıza salak salak nasihat ediyor, kızsa koca adama "Bana abilik taslama" diye bağırıyor. Tam bir curcuna anlayacağınız. Peki benim arkadaşa ne demeli. Konuşmadığı tanışmadığı kimse kalmadı. Sanat yönetmenine ne kadar iyi, terbiyeli bir aile kızı olduğunu anlatırken, yönetmen yardımcısına aslında matematik öğretmeni değil de hep bir oyuncu olmak istediğini anlatıp durdu. "Yönetmen bey, acaba ben iyi oynadım mı?" dedi. Baş rol oyuncusuyla muhabbet kurmaya çalışıp, havasından pek başarılı olamasa da, ajansa bağlı kızlara numarasını vermeyi başardı. Olur da oyuncu lazım olursa çağırsınlar mutlaka gidermiş. Hey yarabbim asla bir insanı tam olarak tanıyamazsınmış onu anladım resmen. Kızın tek yaptığı düzgün şey yeni sigaraya başlamış bir kıza elindeki sigarayı yere attırmak oldu o kadar.

Bu arada benim beğenmediğim bu sete, diğer figüranlar hayran kaldılar. Ben adam bizle dalga geçiyor diye sinirlenirken onlar bu "Ne güzel espiri bile yapıyorlar." deyip mutlu oluyorlar. Ben yemeklerini beğenmiyorum onlar "Bize yemek bile veriyorlar." deyip seviniyor, sorduğumuzda yüzümüze bakıp cevap veriyor, azarlamıyor diye el çırpıyorlar. Yazık yahu bu insanlara. Biz hadi bir seferlik eğlencesine geldik onlar her gün bu işi meslek olarak yapıyorlar. Bir de üstüne üstlük bir gıdım iyi muamele bile görmüyorlar. Aldıkları yevmiyeyse Benim Hacettepe'deyken verdiğim özel dersin bir saatlik parası bile değil. Şu insan hayatı ne kadar ucuz allahım!

Neyse gel zaman git zaman hava karardı. Yönetmen çekime başlamadan önce kimler yarın gelmeyecek diye sordu. Ben hemen el kaldırdım.
"Yarın gelmeyecek olanlar ölecek o zaman."
Sonra yönetmen yardımcısı geldi bize nasıl ölüneceğini öğretti. Tepeden aşağı sıra sıra yürürken "Paatt!" diyecek biri kendini yere atacakmış, sonra bir daha bir daha bir daha... Ben üçüncü patta ölecektim. Bİr de saf saf diyorum ki "oh oh, ölünce kenara çekilirim, eee rolüm bitti ne de olsa." Tabi bilmiyordum ki sahneler bölük pörçük, ordan burdan, yakın kareden uzak kareden çekilip duruyor. İnanın gece saat ona kadar yerde süründüm, yüz üstü bir dizimi karnıma çekip ateş ettim, kendimi yere attım, tepelerden kaç kere koşa koşa inip durdum, oyuncudan rol icabı azar yedim, sıranın baş tarafındaki eşek tarafından kovalandım, sonra tekrar süründüm, süründüm, süründüm. Elime taşlar battı, üşüdüm, karnıma kramp girdi, koşacağım derken ayağımı burktum, uykum geldi, eşek tepecek diye ödüm patladı ve orada "Tamam geliyorum" diyen dillerime bir kez daha lanet ettim.

En sonunda, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen saatlerin sonunda gece yarısı yatağıma zar zor yattığımda her tarafım ağtıyordu. Kıpırdayacak hal kalmamıştı bende. Ertesi akşama kadar ölü gibi yattım. O günün ardından okula üç gün daha gidemedim. Arkdaşlarım bana bir şey oldu mu diye merak etmişler. Oldu demek isterdim onlara "Olmaz mı, eşek tepmişe döndüm."

...........

Arkadaşım herkese dizide oynadığını söyledi. "Baba beni bu şu gün izle, meşhur oluyorum." bile dedi. Beni zorla ekranın başına oturtup diziyi izlettirdi bile. Ama bir şey söyleyim mi evet çok komik, çirkin çıkmışım ama hep ben çıkmışım. Arkadaşımsa yazık ya biri önüne geçmiş, ya arkasını dönmüş ya da kafasını eğmiş. Bir tam çıkamamış. Bense öyle kabak gibi ekranı dolduruyordum ki çok sinir oldum kendime. Kimselere söylemedim, bakın şurada oynadım açın beni izleyin demedim, diyemedim. Hatta olur da beni gören olursa diye "İnanmıyorum, demek bana o kadar benziyor." yalanını hazırlayıp bir köşeye koydum bile.

26 Kasım 2010 Cuma

İstanbullular

Mezun olup da İstanbul'dan ayrılmama sadece aylar kalmışken bu incelemeyi yazmak artık şart oldu. Yalnız baştan belirteyim istisnalar kaideyi bozmaz.

* Bir kere İstanbul'lu adam yolda yürürken birisinin saati sorduğunu duysun kendisine sorulmamış olsa bile yanından geçerken dayanamaz söyleyiverir.

Örnek olay:

İki kız Üsküdar akşamı rıhtımda yürürken,

- Kuzu saat kaç ya, geç kalacağım yurda?
- Ay bilmiyorum ki şarjım bitti.
(O arada yanlarından geçen bir eleman kızların suratlarına bile bakmadan, kendi kendine konuşur gibi.)
- Ona çeyrek var.
- Hönk?!..

* İstanbullu genç otobüste, trende, tramvayda kısacası kalabalık araçlarda göz göze geldiği bayana yer verir, kafasını çevirip uyumaz.

* İstanbullu adam yol tarif ederken kendinden geçer. Anlamazsan üşenmez bir daha anlatır, olmadı krokisini çizer. Dahası sonradan sizi tekrar görürse bulup bulamadığınızı merak edip sorar bile.

* İstanbullu insan sıcak kanlıdır. Atılgandır. Siz arkadaşlarınızla hararetli bir konuşmaya dalmışken birden yoktan var olmuş gibi karşınızda belirir. Sanki kırk yıllık dost gibi zevkle tartışır konuyu.

* İstanbullu yardımseverdir. Ağır bir şey taşıdığını görünce koşup yardım eder. 

* İstanbullu sorduğun soruya duygu ve düşüncelerini katarak cevap verir. Bu arada cevaptan da fazlasını öğrenir, üstüne nur topu gibi cevap verecek soru sahibi bile olursun.

Örnek olay,

- 19D bu duraktan geçiyor mu?
- Ah be kızım kaçırdın, şimdi geçti otobüs.
- Neyse (kız konuyu kısa kesmeye çalışıyordur.)
- Sağlık olsun kızım, bekle sen bir daha geçer. Okuyor musun sen?
- Hönk?!..

* İstanbullu trende vapurda sadaka dilenenlere karşı kayıtsız durmasını da parkta bahçede çingeneden kendini korumasını da iyi bilir. Tehlike geçtikten sonra da arkalarından konuşmasını da asla ihmal etmez. (Senden benden çok kazanıyor bunlar.)

* İstanbullu insan her gittiği yerde kendini belli eder. Mesela Ankara'da teklifsiz konuşmasıyla insanları tedirgin eder.

* Vel hasılı kelam İstanbullu adam gözünden belli olur. 

Bu da temsili bir İstanbullu resmi :)

Bak Soruyorum

Size soruyorum, çok fazla kitap okuma isteği neyin belirtisi acaba? Geçen akşam Yerebatan sarnıcındaki ney akşamına gittim ve inanın konserde bile kitabımı çıkarıp çıkarmama konusunda tereddütte kaldım. 

Neyse efendim bu kadar kısacık kıpkısacık bir soru için yazdım bu yazıyı ama hakkaten okuma konusunda bu kadar doyumsuz olduğumu daha önce hiç hatırlamıyorum. 

Ah bir de unutmadan gözüm kaç numara oldu acaba? Gözlüğümün artık eskisi gibi işe yaramadığını hissediyorum ve daha da acıklısı acı gerçeği öğreneceğim diye doktora gitmekten de korkuyorum. Eyvah eyvah, kim bilir kaç numara oldu?

23 Kasım 2010 Salı

Elim Dolu, Kolum Dolu, Oldum Renga... Rengarenk


Kadınlar canı sıkıldığında ya saçıyla oynarmış ya alışverişe çıkarmış diye bir laf vardır. Ben burada alışveriş seçeneğinin kitapçı kategorisine dahil oluyorum sanırım. Hatırlıyorum da Hacettepeyi bırakma evresinde satın aldığım Vcd-Dvd ve Kitabın haddi hesabı yoktu. Hatta bir keresinde resmen 250 tl'lik kitap aldığımı hatırlıyorum. Allahım ne fenaydı aylarca kredi kartımın taksidini ödemeye çalışmıştım.

Bu gibi durumlarda canını sıkan şey büyük ölçüde geçiyor ya geçtiği ölçüde de başka bir pürüz de ortaya çıkıyor.

“Kitapları Annen görmeden eve nasıl sokacaksın?” pürüzü.

Hacettepe zamanında kolaydı. O zamanlar hep kocaman sırt çantalarıyla dolaşırdım. Çok iyi hatırlıyorum aldığım şeylerin büyük bir kısmını çantaya tepmiş elimde üç beş kitapla sakin, bir şey sakladığımı asla belli etmeyecek şekilde durduğumu zannettiğim görünüşümle girmiştim eve. Yine çok iyi hatırlıyorum annem “Yine mi kitap aldın, evde koyacak yer kalmadı, kütüphane kullan demiyor muyum sana?” demişti de öylecene durup sırıtmıştım.

İstanbul'a giderkense annem işi iyice abartıp elime bir bilgisayar çıktısı uzatmış ve al demişti. “Bunlar istanbuldaki kütüphanelerin listesi.” (Kadın hakikaten haklıydı yahu. Kitapları yerleştireceğim diye kız kardeşimin küçücük raflarını bile işgal etmiştim. Allahtan evlendi de benim bu zulmümden kurtuldu.)

“Şimdi bayram bayram Kızılay'dan dönüşte zaten kendi evine değil, amcanlara oturmaya gideceksin, bu kitapları da sabret yarın al değil mi?” Aaa, olur mu o kitaplar alınacak. Gittim şu yazıda anlattığım sahaftan kitapları oburlukla seçtim, seçtim, seçtim. Bazen seçerken bir tereddütte kalıyorum adam “Siz rahat olun, seçin, ben size yardımcı olacağım.” diyor. Bilmiyor ki- parası da elbette sorun ama- asıl rahatsız edici olan şey aldıklarımı nasıl gizleyecek olmam. Sormayın içine minicik netbook'mu bile alacak kadar bile büyük olmayan çantama tıkıştıra tıkıştıra kitapların incelerinden bir on tane sıkıştırmayı başardım. Bu noktada kalınlık değil, sayı önemliydi zira. “Az tane aldım.” diyebilmekti asıl derdim.

Ve sonuca gelirsek amcamlara gittim, herkesin derdi başından aşkın, konuştuğu mevzularla kendinden geçmiş olduklarından benim elimdeki poşette ne olduğunu kimse sormadı, eve gelince de annem kitap sayısının azlığını görünce hiç ses çıkarmadı. Ertesi gün de bir güzel valizimi yerleştirdim. Şimdi tek sorun yarı yıl tatilinde bu kitapların zaten hep rafta oldukları süsünü düzgün verebilmek. Fakat başaracağıma eminim. :)

Not: Kızılay'a bir daha ki sefere gittiğimde sahafı görmemek için yolumu değiştireceğim. 

20 Kasım 2010 Cumartesi

Bozüyük Bozüyük Dedikleri...

 Evet "Türkiye içinde gördüğümüz yerler" heybesine bir ilçe daha katmanın haklı huzurunu yaşıyoruz şu günlerde ve ben kanımda yeni yerler görme karıncalanmalarıyla dolanırken sizde aşağı da bizim Bozüyük maceramızı okuyun.

Bir kere bizim evde sabah erkenden bir yere gideceksek bu güne kadar asla tam vaktinde yola çıkamadık. Bu yüzden bir gün öncesinden dolmuşla on beş yirmi dakika sürecek tren garı için bir saat öncesinden yola çıkmalıyız dedim. Ee, biliyoruz yani huyumuzu. Haliyle yarım saat gecikmeli vardığımız durak sonrasında sabah sekiz trenine zor yetiştik. Allahtan valizimiz falan yoktu.

Bu aralar tcdd'yi gerçekten taktir ediyorum. Boğaziçi ekspresin vagonlarını yenilemişler, öyle rahat bir yolculuk yaptık ki sormayın. Bir kere annemi çok rahatsız eden takır tukur ray sesleri oldukça izole edilmişti ki bu beni ektra rahatlattı. Zira annemin rahatını yolculukta nedense daha fazla düşünüyorum. Ay, sormayın bir de genelde yolcuların yoğun olmadığı günlerde tren pek Ankara garında dolmaz, neredeyse boş çıkar, sincan ve polatlı'da adamakıllı dolar. Haliyle annemin "Hih, hiç kimse yok trende, başımıza bir iş gelmese bari." söylemlerine maruz kaldık. Neyse ki kendisi fazla abartamadan sincan garına varmış olduk.

Tren'de bir de yabancı bir gezgin vardi. Kucağında küçücük köpeği, bacağında eskiden rengi uçuk mavi olduğunu sandığımız, yırtık, kirden yer yer kapkara olmuş bir kot, sırtında pejmurde kırmızı ince bir mont ve kocaman, koskocaman, devasa bir sırt çantası. Bilet kontrolcüsü bu kısacık saçlı, yağlı kirli sakallı, cılız gezginin yanına yaklaştığında bir türlü anlaşamadılar. Adam türkçe bilmiyormuş, bileti de yokmuş. En son vagonun içine hitap edip "Yav, ingilizce bilen bir yok mu, bana yardım etsin de şu adamın derdi neymiş anlayalım." dedi de bizim önümüzdeki kız kalkıp biletçiyle gezgin önde o arkada ön taraftaki numarasız vagona geçtiler. Kız uzun süre dönmedi sanıyordum ya meğer ben uykuya dalmışım. Uyandığımda annemler kızın dediklerini bana anlattılar. Adamın bileti yokmuş fakat para da vermiyormuş. Ee, o zaman in demişler, inmem diye tutturmuş. Polis çağırırız demişler , polisle bir problemim yok ama bu trenden inmem allah inmem demiş, yerinden kıpırdamamış. Açıkçası aman diye geçmiştim bu olayın üzerinden ya Bozüyük'ten trene tekrar bineceğimiz zaman adamı garda tekrar görmünce işler değişti tabi. Kardeşimle dayanamadık adamın yan tarafındaki banka oturduk. Elinde koskocaman bir kitap, bacak bacak üstüne atmış, köpek yine kucağında bir yandan birasını içiyor bir yandan kitabını okuyor. Kimselere de bakmıyor. Kardeşimle uzun dakikalar ürettiğimiz fikirlere göre, biletsiz bine bine Bozüyük'e kadar gelmiş, harhalde şimdi de İstanbul'a devam edecek başka bir tren bekliyor. Zira geri dönecek olsaydı bizimle birlikte Ankara trenine binerdi. Bilmiyorum, belki de İstanbul'daki uçağına ulaşmaya çalışıyordur.

..........

Bozüyük'e indiğimizde saat bire geliyordu ve treni kaçıracağız diye kahvaltı da edemediğimizden trendeki bisküvileri saymazsak midemiz bomboştu. Gardan çıkar çıkmaz gözümüz hemen yemek yenecek yerleri taramaya başladı. Ben köfte yemeğe oturalım dediysem de tavuk dönercide karar kıldık. Böylece Bilecik il sınırları içerisinde Denizli Kokoreç'te sandiviçlerimiz yedik, ayranlarımızı içtik.

İlçe'yi maalesef sadece merkez olarak gezebildik. Zira annemin "gidelim hemen dönelim" mantığıyla aldığımız dönüş bileti akşam altıdaydı ve bir yere gitsek kesin kaçırırdık treni. Yakın olan mesire yerineyse bayram nedeniyle dolmuşlar çalışmadığı için gidemedik, yani biraz kısa ve boş bir gezi oldu. Fakat yine de ben bozüyük' ü çok sevdim. Hatta Kpss'de oradaki okulları da tercih etmeyi planlıyorum.

İlçe'de tek tarihi yapı diyebileceğimiz şey Mimar Sinan'ın eseri Kasımpaşa cami. Küçücük ama oldukça muhteşem bir yapı. İçine girince tavandaki işlemeler insanı fena halde cezbediyor. Bence sırf orayı görmek için bile gidilir oraya. Cami'ye sırtınız verdiğinizde sol tarafında muhtemelen eskiden aynı avlu içinde olan tek katlı uzun üçgen çatılı, tuğla bir yapı daha var. Bir kaç tane kapısı olan bu yapıda gasilhane, aşevi, ve okuma yeri diye yazan tabelalar vardı. Bize okuma yeri ve gasilhanenin yan yana olması hakikaten çok garip geldi ama. Ne yalan söyleyeyim güldük bayağı. Bu arada demeden geçmeyim, caminin sağ tarafında ise "Celalettin Köklü parkı" var. Çay bahçesi de diyebileceğimiz bu yerin hiç bir esprisi yok açıkçası. Yine sizi etkilemiş olmamayım ama orayı hiç beğenmedik.

Bozüyük'ün merkezinde bir kaç tane cadde olsa'da işlek, insanların piyasa yaptığı sadece tek bir cadde var. Belki de bayram nedeniyle oldukça'da kalabalık bir yer. Kafeteryalar, pastaneler, bakkallar, değişik alanda dükkanlar, daha neler neler. Caddenin bir tarafında kenarda içe doğru uzanan bir pazar yeri'de var. Bir ara orada gezeken canlı müzik yapan bir cafe'ye bile rastladık. Söyleyen kişinin sesi öyle yumuşak ve zarif bir biçimde caddeye taşıyordu ki sesi takip ede ede bulduk orayı. Üç dört katlı papatya cafe adında bir yermiş. Annem İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi şehirlerden başka pek bir yere gitmediği için Bozüyük'te böyle bir yer olacağına hakikaten çok şaşırdı. Ama işte insan bilmeyince hep başka yerleri hep köy gibi sanıyor. Neyse, müziğin izini sürerek bulduğumuz papatya cafe'de şifa niyetine bir tane bile oturacak masa olmadığından oturup da kadife sesli solistin sanatından maalesef istifade edemedik. Orada bizim gibi oturamayıp geri inen gençler de vardı bir sürü. Bunlardan bir grup kız kendi aralarında konuşurken "Ben diyorum size, Bozüyük'te hayat yok. Ondan her fırsatını bulduğumda Eskişehir'e kaçıyorum ya." dedi. (Eskişehir Bozüyük'e minibüsle sadece 45 dk uzaklıkta.) Canlı müzik yapan bir yerden çıkarken bunu söylemesi hakikaten manidar değil mi? Neyse oradan çıktık karşıda "İnci Coffee Eat" cafeye oturduk. Dışarıdan küçücük bir yer gibi dururken içeriden İstanbul'daki emsalleri kadar rahat, şirin, modern bir yerle karşılaştık. Üstüne üstlük bir o kadar da ucuz, garsonlar da oldukça saygılı. Bozüyük'e giderseniz dinlemek ve yemek yemek için mutlaka oraya gidin derim. Yalnız dikkat, Türk kahvesi bir felaket ama çayları oldukça iyi.

Bozüyük halkı sınırlı izlenimlerime göre oldukça saygılı ve seviyeli. Sokakta dolaşan grup grup gençlerden çıkardık bunu. Herkes kendi halinde geziyor. Etrafta taşkınlık yapan, çevreyi rahatsız eden kimse yok. Yalnız hakkaten ne kadar çok genç nüfüs varmış orada. Dışarıda şifa niyetine doğru dürüst bir iki tane yaşlı göremedik desek yeridir.

Evet, Bozüyük'de böyle bir yerdi işte. Gidin görün derim, benden söylemesi.

Not. Bir sonraki yazımı artık İstanbul'dan yazmış olurum. Bu gece Fatih Ekspresle İstanbul'a gidiyorum. (Evet bu sefer doğu ekspresi değil malesef. Çünkü annem "bir sefer de düzgün bir trenle git" dediği için Anadolu ekprese dahi binmeme izin vermedi. Buna kaldık. Neyse Allah'tan her bilet aldığımda ona neyle geldiğimi söylemiyorum.)

19 Kasım 2010 Cuma

Şimdi Nereye Gidiyoruz

Bu bünye bilmediği yerleri gezmekten asla yorulmayacak yemin ediyorum. Daha Bozüyük'ten geldiğimiz anda ilk düşündüğüm şey şu oldu "Eee, şimdi nereye gidiyoruz?"

Buket Uzuner'in yolda kitabındaki yolculuk yapmaktan yabanıl ve marazi bir zevk duyduğuyla alakalı yazısını okuduğumda hah! dedim, işte bende bu duygunun aynısını yaşıyorum fakat böyle güzel ifade edememiştim. Bir de erkek kardeşimle birlikte okuduk biz bu kitabı, ne zaman "Ne anlıyorsunuz şu gezmeden" diye sorsalar birbirimize bakıp "yabanıl ve marazi bir zevk duyuyoruz." deyip ardından patlatıyoruz kahkahayı. Yahu şu okul bir bitsin, bir öğretmen olayım, maaşımı alayım, yemin ediyorum en ufak bir tatil imkanında ver elini o anda nereyi daha görmemişsem.

Hani bir miras kalsa, piyangodan şu kadar para çıksa diye sorduklarında bir çok insan bir araba bir ev alırım der ya ilk önce hah, ben sadece "Oh! Artık gezmek için para sorununu da hallettik." derdim herhalde. Yahu harbiden vakit ve para sorunu olmasaydı ben bu yazıyı Ankara'da battaniyenin içinde değil bilmem hangi Anadolu şehrindeki bir otel odasında veya bir tren koltuğunda bilmem nereye giderken yazacaktım. Neyse kısmet bakarsın belki gerçekten bir gün çok param ve vaktim olur da bir gölge yolcu gibi oradan oraya yolculuk eder dururum.

Yazının başında Bozüyük'ten geldiğimizde ilk cümlem "şimdi nereye gidiyoruz?" olmuştu ya ben gelecek programı da düşündüm aslında. Şimdi net bir vakit tayin etmedim ama yer kafamda tamamen sabit. Bilecik-Söğüt'e gidip adam akıllı gidilmesi gereken her yerini ziyaret etmek. Zaten bir iki tane ayartılmaya müsait kız da var çevremde. Şöyle günü birlik gider geliriz.

Not: Aslında size Bozüyük'te neler yaptığımızı anlatacaktım ya şu duygu yoğunluğu beni farklı yönlere öyle sürükledi ki ben de bilincimi koyverdim gitti. Söz hepsi aklımda. Bir sonraki yazım Bozüyük olacak.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Bayramda Nereleri Gezecek Bu Kız

Bu tatilde de "Türkiye turu fragmanı" ma bir yer daha ekleyeceğim için mutluyum huzurluyum. Evet daha önce de yaptığım gibi yine Türkiye'den bir yeri daha keşfetmenin haklı gururunu yaşıyoruz erkek kardeşimle. Bozüyük'e gideceğiz. Ve tabiki trenle. Bu sefer annemde bizimle beraber gelecek, bundan dolayı oldukça kısa bir gezi yapmak durumunda kaldık. Mesela oradan Bursa'ya geçip ertesi gece Ankara'ya gelmeyi planlıyorduk. Gölyazı'ya falan gitmeyi hayal etmiştik ya neyse artık onu da daha sonra yaparız.

Şimdi Bozüyük'te hiç birşey yok ki niye gidiyorsunuz gibi laflar duymayım hiç birinizden. Bir kere bizim amacımız her gittiğimiz yerin mutlaka güzel olması değil, oraları görmek, bilmek,tanımak. Hem amacımız eninde sonunda tüm ülkeyi gezmek olduğu için şu yer çok güzelmiş, burası felaketmiş, aman burada göze hoş gelecek hiç birşey yokmuş gibi zırvalıklarla yer seçme gibi bir lüksümüz yok. Kaldı ki böyle demeye niyetimiz de yok. Zaten güzel yerlere herkes gitmek istediği için bir yol arkadaşı bulmak konusunda hiç bir derdimiz olmaz,bu yüzden şu anda mühim olan başkalarının gezmeye değer görmediği yerleri de görebilmek.

Neyse bakmayın böyle dediğime. Tamamen bilmediğimiz bir yere gidiyoruz. Belki de çok güzeldir oralar. İnternetten birazcık araştırma yaptım, Bozüyük'ün içinde sular akan bir mesire yeri de varmış. İçimden bir ses bu gezinin çok güzel geçeceğini fısıldıyor

Bakalım artık. Bayramın ikinci günü sabah treniyle hareket edeceğiz. Ah bir de son olarak anne ile gezgin olmak ne kadar zor olacak doğrusu onu da çok merak ediyorum şu anda.

14 Kasım 2010 Pazar

Garibim Garipsin garip..


ilnevyA beni mimlemiş. Konusu da "Garip alışkanlıklarınız ve yapamadıklarınız"
İtiraf etmeliyim bu mimi sağda solda her gördüğümde acaba bana ne zaman gelecek diye hasretle bekliyordum. Zira konusu çok hoşuma gidiyordu. Şimdi gelelim garip alışkanlıklarıma.

- Çiğ kırmızı et, tavuk ve balığın tadına bayılıyorum fakat sırf sağlık kaygısıyla bu hislerime gem vuruyorum. (Bkz: Karnınızda kurt yapar.)

- Çiğ demişken yeşil fasülye hariç hemen hemen her sebzeyi de çiğ yemeye bayılıyorum. (Çiğ patates favorim.) Eh, bu diğerine göre daha makul bir gariplik. Bununla birlikte pişmeden yersem yemek yapacak hiç malzeme kalmadığı için yine bu hislerime gem vuruyorum.

- Diş macununu sırf dibinden sıkanlara inat ortasından sıkmaya alıştım, bırakamıyorum.

- Nescafe'yi ikisi bir arada olarak içiyorsam üzerine fazladan kahve döküyorum. Zira kahvesi yoğun olmayınca susağı susağı oluyor tadı, bulaşık suyu gibi.

- Bir ara yanımda pipet taşıyordum. Sırf yolda yürürken daha rahat meyveli maden suyu içebileyim diye.

- Yolda kitap okuyarak yürümeyi çok seviyorum. Hatta bir keresinde direğe çarptığım halde.

- Siyahla mor mürekkebi karıştırarak elde ettiğim özel renkle yazıyordum bir aralar. Şimdiyse derste bile bilgisayarda not tutacak kadar takıntılı bir şekilde bilgisayarda yazıyorum. Herhalde bu da geçer, bakarsınız yeşil mürekkeple yazmaya başlamışım.

- Son dönem çıkan türkçe şarkıları hep yurtta sabah kahvaltısı yaparken dinlediğim için ne zaman onlardan birini duysam ağzımda haşlanmış yumurta tadını hissediyorum.

- Okuduğum kitaplar benimse onları hırpalarım, altını çizerim yani eskimesinden marazi bir haz duyarım. Hatta kitabın eğer beğenmediğim, beni rahatsız eden sayfaları varsa o kısımları yırtmaktan, kesmekten hiç rahatsız olmam. Sonuçta satın aldım ve benim oldu, kitap benim için var, bana hizmet etmek için var. Eğer yenisine ihtiyaç varsa gider tekrar satın alırım olur biter. (Nadir bulunan kitaplar hariç.)

- Birine bir kitap ödünç verdiysem dediğim aynen şöyle olur. Yırtmadıkça, altlarını çıkmayan kalemle çizmedikçe (Kendi kitaplarımı ben çizmek isterim zira.) yazıları okunmayacak kadar deforme olmadıkça istediğin muamelede bulunabilirsin.

- Küçükken çok patavatsızdım bu yüzden zaman zaman beni sinir edenlerin yanında bu bahaneyi kullanıp bilinçli patavatsızlıklar yapıyorum. Sırf rahatsız olsun, ne yaptığını fark etsin diye. Eh, biraz da manevi tatmin.

- İstemsiz bir şekilde çevremde düzenli bilgi akışı sağlayan insanların bilgilerini beynimde arşivliyorum. Bu özelliğime sinir oluyorum. Durup dururken insanların hatalarını yakalıyorum zira. Gereksiz yere moralim bozuluyor.

- Çoğu kişinin aksine Coca cola'nın tadından hoşlanmıyorum. (Sanki içinde sakarin varmış gibi bir tadı var bence.)  Pepsi'le cola turka daha güzel geliyor. Hatta aslında meyveli maden suyu çok daha güzel.

- Yatarken uykum gelmiyorsa bu aralar kendi kendime hikaye anlatıyorum. Fakat nedense sabah kalktığımda hiç birşey hatırlamıyorum.

- Bedava olan şeylere dayanamıyorum. Sokakta dağıtılan eşantiyonları mutlaka alırım mesela.

- Çatal bıçakla yiyorsam bıçağı mutlaka sol elimle tutarım. Solağım n'apayım. Adabı muaşerete uyacağım diye kendimi kasmama gerek yok.

- Süslü defterlere asla yazı yazamam. Defter hediye edenlere sinir olurum bu yüzden. (Yazım çok çirkin zira.)

- Sabah uykum bir türlü açılmıyorsa kitap okurum ama kitap sürükleyiciyse bu sefer de kitabı bırakamamaktan dolayı okula geç kaldığım çok olmuştur.

- Seminerde, konferansta, derste beylik laflar edeceğim diye konuşmaya çalışıp da gülünç duruma düşenler hiç acımam. Yüzlerine yüzlerine gülerim.

- Ayağımda çorabım veya terliğim yoksa zemine topuklarımı basamam, istemsizce parmak uçlarımda yürürüm.

- Eğer canım çok çok  çok sıkkınsa ve hiç birşey geçiremiyorsa kütüphaneye gidip eski tercüman gazetesini okuyorum. (Neden bilmem ama çok rahatlatıyor.)

- Yağmurdan sonra çıkan salgangozları ezmemek için sekerek, dikkatli dikkatli yürürüm.

- Salepi tarçınsız, balığı limonsuz, ıspanağı yoğurtsuz, çayı, kahveyi şekersiz, ızgara eti tuzsuz seviyorum.

   Düşündüm düşündüm aklıma bu kadar geldi.

Yapamadıklarıma gelince

- hata tüm türkiye'yi gezemedim.

- Hala evde profiterol pişiremiyorum.

- Küçükken büyüyünce bir sürü lego alıp kendime kocaman oyuncak ev yapacağım derdim, hala yapamadım.

- Hala bırakın burnumu deldirmeyi kulağıma ikinci deliği deldirme cesaretini bile bulamadım.

- Alacakaranlık filminin ikincisini hala izlemedim.

Yapamadıklarım da bu kadar aklıma geldi.

Şimdi ben de şu insanları mimliyorum, arz ederim.

Öncelikle kız kardeşimi mimliyorum. Ee, aileye o kadar kıyak olsun değil mi? Limon çiçeği

sonra SmG
Atlas akın
kalbiyasakli

Lüks Düğünler: Ölümsünüz

Evet şu yazıda anlattığım düğüne gittim ve böylelikle yerim boş kalmamış, benim için gereksiz para da harcanmamış oldu. Hatta sürekli içtiğim meyve sularından dolayı yerimin hakkını fazla fazla bile verdim. ( Garson Vişne suyu!)

Bir yere ne kadar geç kalmak istersen o kadar erken gidiyorsun bunu anlamış bulunuyorum. Resmen düğüne 20 dakika erken gittim. Artık el-mamkum arkadaşımın ailesi tarafından karşılanıp lobide yalnız oturulmaya terk edilmiş oldum. Bir de benim ne zaman canım sıkılsa, beklemek zorunda kalsam, can sıkıntı sigortamı, kitabımı çıkarıp okur ya da yazı yazarım. Ama orada çıkarıp okumak da hiç doğru olmazdı. Hem sabah annem benimle oldukça haklı ve yerinde bir konuşma da yapmıştı. Orada oldukça şık olmamı, mutlaka bir hediye götürmemi ( altın demek istiyor) tam vaktinde mümkünse bir kaç dakika da erken gitmemi salık vermişti.  Zira arkadaşıma ne kadar sinir olsam da bunları yapmam kendime olan saygıymış. Haklıydı hem de sonuna kadar. (Ah, anne elimi kolumu bağladın.)

Şimdi kısa kısa düğünden bahsedelim. 

- Bir kere madem altın alacağım bari sade bir kolye alayım falan dedim ya "Hih! annecim!" bir incecik zincir bile ne kadar pahalıymış. Ben de, çeyrek altının da küçüğü olan yeni bir altın çıkmış, (Tam öğrenci işi) ondan aldım.

- Anlayacağınız bayramdan dolayı erken ve neden olduğunu pek anlayamadığım bir şekilde zamlı yatan azıcık paramla uzun bir süre mutlu olamadım bile. Yarısı şimdiden minik altına, çantaya, gece dönüş taksisine gitti. (Ah, anne yaktın beni! Yine istanbul'da yemek fişlerine talim.)

- Otelin düğün için tahsis edilen yerine girince bir anda kendimi şu lüks yaşamları anlatan dizilerden birinin setine veya başbakanın verdiği iftar salonuna girmiş gibi hissettim. Kapıda bir görevli listeden isimlere bakıyor. Sizin masanızı söylüyor gidip oraya oturuyorsun. Masa koskocaman yuvarlak şeklinde, çevresinde de yanılmıyorsam 12 tane arkası fiyonklu, süslü sandalye. Her masanın ortasına kocaman gri yapay çiçekler koymuşlar. Öyle ki düğün boyunca çiçekten karşıyı göremedim. (Dekotatif fakat, kolaylık sıfır.)

- Masaya erken gelenlerden biri olduğum için ilk ben oturdum. Benden sonra iki tane kız geldi. Biliyorum ki benim masam gelinin arkadaşlarının masası. Konuşmaya başladık kızlarla.

"Siz okuldan arkadaşı mısınız, şimdi ne yapıyorsunuz?" 
"Hacettepe'den, bölüm arkadaşıyım. Şimdi başka bir bölümde okuyorum. Marmara okul öncesi"
"Ne güzel, azminize bayıldım"

Bu arada daha komuşmamış olan kızın kafasına dank ediyor da bitirmiş miydiniz diye soruyor bana, hayır diyorum. Anaa, sanki ne demişsem bunların az önce beni tebrik eden yüzleri bir anda düşüyor. Onların "Ha, şu bölümü bitiremeyip bırakanlardan" tarzı bakışlarını bir görmeliydiniz yahu.  Böyle kendimi "Büşra" filminde Büşra'yı küçümseyen kokoş arkadaşlarıyla konuşuyormuş gibi hissettim resmen. Ama ben durur muyum? Dedim "siz de arkadaşısınız değil mi, nereden?" Allahım bir türlü nereden arkadaşı olduklarını söylemiyorlar, sanki çok gizli bilgi. "İş yerinden mi, okuldan mı?" diye üsteliyorum. Düşünüyorlar, düşünüyorlar, en sonunda "biz, şey çok eskiden beri arkadaşız" diye yuvarlak bir cevap vermeye karar veriyorlar. Doğrusu o önyargıyla haklarında hiç hoş şeyler düşünemedim.  Anlaşıldı yani dedim kendi kendime. Ya memleketinden, ya yazlıktan, ya ilk okuldan ya mahalleden, ya da komşunun kızları. Yani havalı bir otel düğününde söylenirse seni basitleştirecek (!) kelimelerden oluşan bir arkadaşlık. Off, hakikaten sinir oluyorum, nedir bu yapaylık ya.

- Bir de düğünde kendimi Harry Potter'ın okulundaki yemek salonundaymışım gibi hissettim. Yanımdaki arkadaşıma dönüyorum, gülerek bir şeyler söylerken bir de bakıyorum ki aaa, su bardağım dolmuş, bitmiş meyve suyum tazelenmiş. Ben oradan kalkıncaya kadar inatla doldurdular. Ben de açıkçası içmekten bir dakika geri durmadım. Tabi en sonunda kendimi tuvalete zor attım o ayrı bir konu. 

- Pasta kesim töreni de ayrı bir komedi bence. Ama sırf bu düğün için değil son dönemde yapılan düğünlerin hepsi için geçerli. Gerçek pasta getirmiyorlar artık. Plastik, süslü ama yapay olduğu her halinden belli büsbüyük bir pastaya kılıcımsı, kocaman bıçağı sürterek  kesermiş gibi yapıyorlar ki neden böyle yapıyorlar hiç anlamıyorum.

- Tamam kötü bir düğün değildi ama gelin hanımın densizliğinden dolayı bende oluşan bir önyargıyla sıkıntıdan tören boyunca bir kaç arkadaşımı mesajlarımla taciz edip durdum. ("Ah, ah sormayın, öyle meşgulüm ki insanlar mesaj atıp duruyorlar. tabağımdaki yemeği yiyecek vaktim yok valla.) Bir de dayanamayıp masanın altında sürekli bir şeyler yazıp durdum. N'apayım, yoksa fenalık geçirecektim valla.

............

Yok arkadaşım geç de olsa sonunda anlamış bulunuyorum. Böyle organizasyonlar düğünlere yakışmıyor. Evet kardeşimin kına gecesine sinir oldum, dışarıda duyduğum davul zurnalara sinir oldum, kabul ediyorum. Amma velakin düğün dediğin davullu zurnalı olacak, Ankara havalı olacak, halaylı, roman havalı olacak. Zira benim gittiğim gibi otel, lokal düğünlerinde insanlar "Kendimi rezil etmemek için, burnu büyük durmak için nasıl davransam acep" derken iyice gülünç duruma düşüyorlar benden söylemesi. Yok yok ben dersimi aldım, getirin kına gecelerini, getirin mahalle arası düğün salonlarını, getirin sokak arası, apartman arka bahçe düğünlerini, hepsine gidip bir güzel oynayacağım.

Yani demem o ki bu düğünden tek kazancım kendi sıradan, basit (?) düğünlerimizin kıymetini bilmek oldu. Mutluyum, huzurluyum.

12 Kasım 2010 Cuma

Safranbolu'nda Kendini Gezgin Sanan İki Kardeş


Erkek kardeşimle kız kardeşimin düğünü sonrası en sonunda birlikte ilk gezimizi yapmıştık. Düğünden hemen sonra cuma, cumartesi günlerini Safranbolu'da geçirdik.

...............

Düğün bitip bir iki gün sonra misafirler de gittikten sonra bizde bir karıncalanmadır başladı. Bu bünyeler gezmeden, gezgin olmadan bu kaşıntının geçeceği yok. Hemen nereye gidebileceğimizi tartışmaya başladık. Para sınırlı, söyle kısa ama dolu dolu geçecek bir gezi olmalı diye düşünürken imdada sevgili arkadaşım yetişti de (bir selam çakalım) bizi safranboluyu çıtlatıverdi. Safranbolu... hmm, herkes oraya gittiğinden bahsederdi de biz bir türlü gidememiştik.

Hazırlıkları bir iki günde tamamlayıp yola çıktık. Annem çok komik kadın "Sakın oralarda kendinizi turist olarak göstermeyin." diyor. Kardeşim ondan daha komik "Anne orası zaten turist kaynıyor, nasıl göstermeyelim. Ayrıca biz turist değil gezginiz."
Bu gezgin lafı da "Orhan Kural"'ın gezginin el kitabını okuduktan sonra dilimize yapıştı. Gezi boyunca gezginin 16 raconunu değiştirip değiştirip durduk.

Yalnız yolculuk pek de iyi başlamadı. Karabük'e varmamıza yakın ileride bir otomobil yanıyordu. Yarım saat itfaiyenin gelip arabayı söndürmesini bekledik. Zaten bu gibi durumlarda ortamı az çok tahmin edersiniz. Mutlaka birileri aşağıya inip sigara yakar, izmariti tarlaya atıverir. Sonra bir anda her taraftan birileri telefona sarılıp yakınlarına son dakika gelişmelerini haber verir. Ardından da her yerden yavaş yavaş telefon zilleri duyulmaya başlar. Anlaşılan duyanlar duymayanlara haber vermiş, onlarda kaynağına danışmaya karar vermişler. Her arayana aynı bilgi verilir artık ya asıl o fenadır. Dinleye dinleye kafanız şişer. Bir iki kendini akıllı sanan yanan arabayı kameraya almaya çalışır. Sonra araba söner, yanından geçerken "Oh, içinde kimse yok denilir. Bir iki sivri zekaysa arabanın markasını anlamaya çalışır. Yola devam edilirkense kaza çoktan gündem dışına çıkmıştır bile. İnsanoğlu işte. (Bu anlattıklarımın bazılarını biz de yaptık aslında.)

Safranbolu'ya girdiğimizde üzerimizde gereksiz bir polyanna'lık vardı sanki, nereye baksak sırıtmaktan kendimizi alamıyorduk. Ama bir zaman sonra kafamız dank etti. "Burada nereleri gezilecektik yav."

Kime sorsak, kime kime, hah! Duraktaki kıza. Yahu ne denir ki şimdi. "Şu eski evler tam olarak nerede müze falan."
Kız alışkanlığın verdiği bıkkınlıkla hemen derdimizi anlayıp bize "Eski çarşı mı, fotoğraf çeke çeke gidecekseniz yürüyerek şu yoldan, dolmuşa binmek isterseniz şuradan." diye hemencecik tarif etti. ve biz ara yollardan yürüye yürüye eski çarşıya vardık.

...........

Kısa kısa safranbolu izlenimlerine geçersek;

- Eski çarşıya inerken ara yolların birinde bir tavuk gördük. daha doğrusu kardeşim gördü de "Abla bak şu tavuk ölmüş, diğerleri de hiç iplemiyor" dedi.
Tavuk ölü gibi boynunu uzatmış, kanatlarını yere sermiş, başı yana kayık öylece yatıyordu ki birden kalkıp yemlemeye başlamaz mı? meğer sıcaktan mayışıyorlarmış.

- Herhangi biriyle bir dialoğa girdin mi hemen safranbolunun yerlisinin ne kadar cimri, ne kadar hain olduğundan bahsedip duruyorlar. Garip! Fakat kimdir bu yerliler, neden ortaya çıkıp hakkını korumazlar, yoksa yerliler gitti de sadece adları mı kaldı, anlayan beri gelsin.

- Safranbolu'da "buradan daha ucuz bir lokanta" bulamazsınız diyenlere sakın inanmayın. Aklı sıra müşteri avlayacaklar.

- Komik olan bir şeyse en pahalı çayın 1 tl en ucuz çayınsa 50 krş olması. Allahım istanbulda 1 tl ye çay bul öp başına koy. Bir de hafta içi çok müşteri yok diye çay yapmıyor çoğu küçük cafe. Bazılarıysa çay isteyene çay ocağından getittirip, 50krş'a gelen çaya aracı vazifesini üstlenip müşteriye 1 tl'ye satıyor. (Bakınız "Riceeeep!" diye bağıran cafe'ci kadın.)

- Oteller müşteri kapmaya çalışıyorlar resmen. Odalarını, konaklarını gezdirip kartvizit veriyor, indirim yapacaklarını vaad ediyorlar. Hoş biz de bu konudan pek muzdarip değildik. Sonuçta o kadar yoruluyorsun ki, içeride bir su içip soluklanmak iyi oluyor.

.........

Safranbolu'yu bu kadar anlattım işte. Gerisini gidip siz görün. Muazzam bir yer. İnsanın gözü gönlü, ciğerleri açılıyor. Ve gittiğinizde sakın Bulak-Mencilis Mağarasına gitmeyi unutmayın. Türkiye'nin, yanlış hatırlamıyorsam, dördüncü büyük mağarası. Yalnız üşümeyi göze alın. İçerisi yaz kış on beş derece.

HasTane Egzotizmi


- Teyzeee nasılsın?
- İyiyim yavrum sizi gördüm daha iyi oldum.
- Yaş kaç teyze?
- Seksen beş.
- Hay maşşallah teyzeme. Şekerin, kolesrolün var mı?
- Yok yok. (Bunu hasta yakını söylüyor.)
- Dur bakalım tahliller öyle demiyormuş. Hemşire hanım...

........

Hastaneler- eğer bir hastam yoksa veya kendim hasta değilsem- bana hep oldukça egzotik gelmiştir. Etrafta kolu, bacağı, gözü sarılı insanlar, elinde idrar ya da serum şişesiyle dolaşan amcalar yemeni ve pijamalarıyla tatlı tatlı sohbet eden refakatçiler ve geceleri hasta odalarından belli belirsiz yükselen müzik sesleriyle ayrı bir dünya gibidir hastaneler.

Ben de çok şanslıyım ki pamuk gibi yumuşak bir doktor arkadaşım var. Kendisi Ankara'nın büyük ve bilindik bir eğitim araştırma hastanesinde dahiliye asistanı. Onun yoğunluğundan yılda sadece bir ya da iki kere görüşebildiğimiz zaman dilimleri ne mutlu ki bana, hep onun nöbet geceleri oluyor. Zaten o da benim huyumu biliyor ya kontrollere giderken yanında benim de gelmeme ses çıkarmıyor.

İşte şimdi gene Ankara'dayım ve gene onunla bir gece daha nöbette geçirmeyi planlıyorum. Bakalım bu nöbet nasıl geçecek?

11 Kasım 2010 Perşembe

Ukalayım, Görgüsüzüm Emme Evleniyorum

Eski üniversitemden bölüm arkadaşım evleniyor. Maddi durumları oldukça iyi olan bu kızın ailesi maalesef görgüsüzlüğe vardıracak derecede hava atmayı, gösteriş yapmayı çok seviyor.

Düğünleri beş yıldızlı lüks bir otelde olacak. Evleneceği kişi de maaş yönünden oldukça şanslı olmasına rağmen öyle süper lüks otellerde düğün yapacak kadar zengin de değil. Sanırım, hatta sanırım değil kesinlikle, hava atmayı seven aile düğünü kendisi yapıyor. Ee, çevreye karşı rezil olmasınlar değil mi? Konu komşu akraba ne der yoksa. Bilmem ney beyin kızı basit bir lokalde mi evlenecek demezler mi, küçümsemezler mi adamı.

Şimdi buraya kadar "Eee, bize ne bundan, adamın parası var yapıyor" diyebilirsiniz. Kazın ayağı öyle değil işte. Bir kere düğüne çağıracağı kişileri orada onların şanlarına leke düşürüp düşürmeyeceklerine göre çağırıyorlar. Anladığım kadarıyla arkadaşımın da ailesinden kalır yanı yokmuş meğer. Misal beni çağırırken yanımda kimseyi getirip getirmeyeceğimi sormadı bile. "Sana bir kişilik yer ayırtdım, bizim eski arkadaşların yanına." dedi. Sanki benim yanımda getirmek isteyebileceğim kimse olamaz gibi. Üstüne üstlük hiç bilmiyormuşum gibi uzun uzun kapıda ismimin yazdığını, ismi yazılı olmayanların giremeyeceğinden söz edip durdu. Yani diyor ki yanında birini getirmeyi aklından bile geçirme. (Deli miyim ben be! Ben oraya gittiğim için yanmışım bir de başkalarını da mı yakayım. Herhalde annem gelse bir daha asla bu kızla görüşme diye oldukça nadir yaptığı ültimatomlardan birini verirdi bana. Doğrusu orada garip durmamızdan değil, benim onun gibi bir arkadaşa sahip olmadan dolayı üzülürdü.) Bu arada gelmezsem yerimin boş kalacağını, benim paramı boşuna ödemiş olacaklarını da belirtmeden geçemedi. Yahu siz hiç bir arkadaşınızı düğününüze, en mutlu gününüze çağırırken "gelmezsen paranı boşuna ödemiş oluruz." der misiniz? Ah, bugün bir de tekrar aradı ve "bak geliyorsun değil mi, oteli bulabilirsin değil mi" dedi. (Biliyorum dedim şaşırdı haspam. Sanki otel bizim okul yolunun üzerinde değilmiş gibi.) Ve küçümseme en hat safhaya vardı ki bende en sonunda kayışlar koptu. "Şık gel tamam mı bak otelde olacak düğün." He bir de beni uzun süredir görmüyordu (Özellikle ben görüşmüyordum da denilebilir.) "zayıfladın mı sen" i de sayın gelinimiz yumurtlayıverdi. Ama bunu öyle bir korkuyla sordu ki anladığım kadarıyla onun oradaki statüsüne gölge düşürecek hiç bir şey istemiyor. Evet hakikaten de zayıfladım. (Ama ilk defa keşke zayıflamamış olsaydım, eskisi gibi yuvarlanarak gitseydim de görseydim o yüzünün halini diye hayıflandım resmen.) Anlayacağınız kendileri korkmasınlar. Gelinin arkadaşı olarak onu orada rezil etmeyeceğim. (Kahretsin!)


Şeytan diyor ki düğüne en spor kıyafetlerinle, boyasız ayakkabılarınla git. Al tavuk butlarını, on parmağını birden kullanarak ısıra ısıra ye. En olmadık yerde garip patavatsızlıklar yap, elindeki meyve suyunu gelinliğine yanlışlıkla(?) dök. Var ya oturacağım masada çok sevdiğim, çok kırılgan, tatlı ve şirin arkadaşım olmasa, yaptıklarımla onu rahatsız etmeyeceğimi bilsem bunların hepsini yapardım.

Fakat bununla birlikte oraya tekrar özel bir kıyafet almayı da düşünmüyorum. (Ne alcam be!) Kardeşimin düğününde ne giydiysem aynısını giyeceğim. Altın takmayacak, zaten solak olduğum için bıçağı sol elle tutacağım. Yani anlayacağınız kendi kendimi tatmin edeceğim yine. Sonra sen sağ ben selemet. Ne onlar benim semtime uğrasın ne ben onların.

Doğrusu böyle insanların hep filmlerde, dizilerde olduğunu gerçekte bu kadar olamayacaklarını, maddi üstünlüklerini sınıf farkı gibi görüp etrafa ukalalık taslamayacaklarını sanırdım, yanılmışım.


Ben bu kızın ufak tefek görgüsüzlüklerine (ki daha ziyade haddi olmadığı halde başkasını küçümseme de diyebiliriz.) hiç ses çıkarmamıştım bu güne kadar ya bu sabah ki telefon son noktayı koydu. Fakat bununla birlikte taa ne zaman söz vermiştim, gideceğim artık. Annem öncelerde "kızım altın götür, tak." diyordu ya inat değil mi hiç bir hediye götürmeyi düşünmüyorum. Zira şu düğünden sonra onunla zaten iyice incelmiş olan bağlarımı tamamen kopartmayı planlıyorum.

Not1: Pazar günü düğünle alakalı izlenimlerimi yazmayı iple çekiyorum. Bakalım daha neler göreceğiz.

Ayırıp Özletmeyin Bizi Efendiler

Aileye sonradan katılan gelinleri  saymazsak (ki onları ayırmak gibi bir niyetim yok, hepsini çok severim.) sayıca erkeklerin ezici üstünlüğüne sahibiz. Bundan dolayı topluca düğüne, ev oturmasına giderken kalabalıktan, gidilen yerdekilerin dini hassasiyetinden veya başka herhangi bir sebepten dolayı bizimkilerden ayrı kalmaya sinir oluyorum. Zaten bir tatillerde görüyoruz biribirimizi, bir de böyle ayrı oturma durumu yok mu gıcık oluyorum. İnanmazsınız o anda nasıl özlüyorum amcamları, kardeşimi, kuzenleri. Kocaman da kız olduk "Ee, amca nasılsınız, canım sıkıldı, yanınıza geldim" de diyemiyorum. Tabii kaderime razı olup oturmuyorum da, tetikte bekiyorum.

Misal sadece kalabalıktan mı ayrılmışız, o zaman gittiğimiz yerde anında son model, full hamarat, gelinlik kıza dönüşüyorum. Sofra mı kurulacak kim gönüllü? Ben. Erkek tarafında çaya kim bakacak? Ben. "Ay valla sen olmasan nasıl yetişirdik, sağolasın" cümleleri eşliğinde normalde sinir olduğum çay getirip götürme işlemini büyük bir zevkle yapıyorum. Hatta orada hiç sinirlenmem küçük amcama. Sünger gibi çay içer maşaallah. Bir dakika yerine oturtmaz kimseyi ama ben orada hiç ikiletmeden doldururum. Gelip giderken de bahane ya işte. "Yoruldum amca, iki şurada dinleneyim, çayı şimdi doldururum der, konuşmalarının kıyısına, köşesine katılırım. Peki ne mi konuşurlar? Ne olacak her zamanki şeyler. Siyaset, belediye, ekonomi, özal'ın liberalliği, Menderes'in idamı, Kenan evrenin diktatörlüğü vs vs. Arada bir değişik hava atımları da söz konusudur bu konuşmalarda. Yerinden çıkmış logar kapağını belediyeyi taciz ede ede zorla yerine taktırtma zaferi. Taksiye bindiğinde yaptığı pazarlık sonucu kar etme, çocukların karneleri, yanlarındaki gençlere nasihat falan filan. (Tabi yanlarında ben olduğumda da, "Kızım senin okul ne zaman bitecek?" diye soran olursa amcamlar, benim gül gibi matematiği bırakıp okul öncesi öğretmenliğine geçtiğimi anlatırlar. Normalde bu konuya hep sinir olmuşumdur ama bu konuşma benim bir anda o ortamın parçası olduğum anlamına da geldiğinden fazla ses etmem, neşeyle gülümserim.)

Aslına bakarsanız siyaset konuşmalarının alasını okulda yeterince duyuyorum. Apolitikliğimle ve siyaset özürlülüğümle katılmaya da çalışıyorum falan. Fakat işte ayırdılar ya bizi. Onların o her zamanki konuları bir anda kıymete biniyor. "Yahu" isyanına geçiyorum hemen. "Yahu biz burada bebek mamalarınnın püf noktalarından bahsedelim, onlar içeride ülke meselelerinden dem vursunlar. (Akıl akıl gel peşime takıl! Sanki devleti onlar ihya edecek.)

Yok, sevmiyorum ben misafirlikte sevdiklerimden ayrı kalmayı. Anca beraber kanca beraber.

Not: Bakar mısınız, kardeşimin düğünü bitti, İstanbul'da da Ankara'yı özledim ya bir anda u dönüş yapıp akraba delisi oldum. :))

10 Kasım 2010 Çarşamba

Üç Alakasız Konu: Alt Ranza Savaşı, Son Sınıf Olmak ve Hamarat Kardeşim


Alt ranzayı kapmak: İşte yurt tarihinde hiç bitmeyecek bir kavga. Ne canlar yanmıştır bu kavgada, ne saçlar çekilmiş ne çemkirilmiştir suratlar. Uykusuz yolculuklar sonunda rahatlamaya bile izin vermez bu kavga.Hoş, yurdun er meydanından başarıyla çıkan azdır fakat zafer şerbeti de fevkalade lezzetlidir. Doğrusu alt ranza müthiştir, uykun geldi mi bir anda kendini yatağa atabilirsin. Dışarıdan geldin mi çantanı şöyle bir üstüne bırakabilir, üzerinde başka odadan gelen misafirleri ağırlayabilir, kimsenin yatağına oturmak zorunda kalmazsın.

İstanbul'a gelişimin ilk günü koştur koştur yurda gittim. Dinlenmedim, yemek yemedim, su içmedim. Ah şu alt ranza hırsı yok mu bende, dayanamıyorum. Zaten Ankara'dayken yurdu aradığımda telefondaki ses "Ohoo herkes geldi." dedi ya tüm yolculuk boyunca içim içimi yedi. "Ya herkes odadaysa!" Ama bir girdim ki odaya in cin top oynuyor. Kimse yok. Bir ohh! koyverdim önce sonra gittim hemen nevresimimi aldım, geldim, serdim. Nevresimli yatağa kimse dokunamaz. (muhahahaaa-kötü adam gülüşü) Valizin içindekileri de şöyle üstün körü dolaba yerlestirdim mi doğru kardeşimin evine. Haliyle oraya varmam öğleni buldu. Sen misin alt ranza da alt ranza diye tutturan. Eve bir vardım ki pert olmuşum. Akşama kadar yattım.

........

Son sınıf olmak hakikatan garip bir şeymiş. Sınıfa her giren altın günündeymişcesine birbirini öpmekle, sarılmakla meşgul. Yalnız ben şu sarılmalara, öpüşmelere sinir oluyorum. Sevmiyorum işte kardeşim. Ben illaki öpeceksem sevgimi göstermek için öperim. Eee herkese de diyemiyorsun öpüşmeyi sevmiyorum diye ben de n'apayım sadece öpeni öpüyorum. Alınıp da beni öpmedi diyense sırf bu yüzden trip yapıyorsa olmasın benimle arkadaş zaten. Galiba en çok bu yüzden yurdu seviyorum. Orada kimse tanıştığı kimseye sarılmaz. Sadece tokalaşır. Hatta yurdun havasında suyunda mı vardır bu bilmiyorum ilk defa çıkanlar bile aynısını yapıyor.

Sınıfta hal hatır sormalar, "gezelim, program yapıp." demeler... Herkeste buruk bir kavuşma sevinci. Bakışlarda "Laaan son sınıf olduk" ifadeleri, hocaların bazılarınaysa "şu mendebur kadını bile özleyecek miydim?" bakışları ve daha bir sürü son sınıfın garip psikolojileri. Kısacası son sınıf olmak hakikaten başka bir duygu.

................


Kardeşimin evine ilk defa gidiyorum ya bir garip oldum. Bir kere normalde Ankara'da olsak asla "Aç mısın abla, yemek hazırlayım mı?" demezdi. Şimdi böyle sorup üstüne üstlük masayı özenle hazırlayıverdi,  yetmezmiş gibi de "Doymazsanız bir şeyler daha hazırlayayım." dedi ya ben artık en sonunda patladım. 
"Yok ben alışkın değilim senin böyle yapmana. Bana yemek falan hazırlama. Tuhaf geliyorsun, yabancı gibi."
Bunları harbi ciddi söyledim aslında ama herkes güldü nedense. Abes kaçmış olacak. Velhasılı kelam, ben alışkın değilim kardeşimin bana yemek yapmasına.

Not: Bu yazıyı tee eylülün 21'inde yazmış taslak olarak bırakmıştım. Demek şimdiye kısmetmiş.

Kafam, Dikiz Aynası ve Kaza

Bir önceki mim yazımda ehliyetimin olmadığını yazmıştım ya aklıma neden araba kullanmak istemediğimi yazmak geldi.


10 yaşındaydım. Annem köfte yapacaktı “gitte köfte harcı al da gel.” demişti. Normalde asla ilk dediğinde koşup gitmeyen “banane banane kardeşim alsın” diye tepinen ben herhalde köftenin aşkına son sürat markete koşturmuştum. Çok iyi hatrlıyorum üzerimde kırmızı kot pantolonla oduncu gömleği vardı. Ayağımda da turuncu terlikler.

O yaştaki çocukları bilirsiniz, herşeye koşarak giderler. Ben de koştum koştum koştum caddeye geldim, gene koştum koştum koştum. Yol ortasında ayağım tökezledi yere düştüm. (Yani ben düştüğümü sanmıştım.) Terliğimin teki ayağımdan fırlamış. Fakat ne hikmetse vızır vızır arabaların geçtiği koca caddede hiç araba yoktu. Ayrıca herşey nedense oldukça flu görünüyordu. Sonra birden yolun karşısında amcamı gördüm. Elindeki sigarasını Cüneyt Arkın gibi hışımla atıp uçuk sarı gömleğini rüzgarda havalandıra havalandıra bana doğru koşuyordu. Ben hala “terliğim terliğim” diye önümde duran arabaya aldırmadan yolda aranırken o beni kucakladı, göğsüne bastırdı, orada ne işi olduğunu anlayamadığım arabanın içine birlikte bindik ve dosdoğru polikliniğe gittik. Bu arada kendime geldikçe amcamın göğsündeki kanı da farketmeye başlamıştım. Filmlerde göğsünden vurulmuş insanlar gibiydi aynı ama nedense hiç acı çekmiyordu.

Polikliniğe varınca hemen dikiş atmak için beni sedyeye yatırdılar. Dikiş atacaklarını anladığım anda çıldırmaya başladım. Çünkü sınıftaki çocukların anlattığına göre dikiş atarken o kadar çok acıyormuş ki ben o acıyı yaşamaktansa bırak alnım dağınık kalsın demeye razıydım fakat o yaşta böyle cümleler kurmaktan aciz olduğumdan onun yerine çırıl çırıl ötmüştüm işte. Ben böyle feryat figan ederken baktılar ki kafama dikiş attırmayacağım uyuşturucu iğne vurmaya karar verdiler. Sonra da doktor benimle sohbet etmeye başladı. Klasik şeyler işte. “adın ne, yaşın kaç, derslerin iyi mi?”falan filan. Sonra aaa, kalkabilirsin demesin mi? Oh be dikişten yırtmışız diye sevinirken doktor amcama “pazartesi gelsin de dikişlerine pansuman yapalım.” deyince aklım başıma geldi. Alacağı olsundu o doktorun. Allem etmiş kallem etmiş atıvermişti dikişi.

Sonradan olayları öğrendiğime göre karşıdan karşıya geçerken gelen arabayı görmeyip hızla koşmaya başlamışım. Otomobil o hızla bana dikiz aynasıyla çarpınca ben bir yana savrulurken terliğimin teki de başka bir yana savrulmuş. Bu arada ayna da benim kafama dayanamamış o da kırılmış. (Uzun bir süre arabanın aynasını kafamla kırdığım için dalga konusu oldum zaten. Sakın siz de yapmayın, karışmam!) Cüneyt Arkın amcamsa koşup beni yerden kucaklayınca gömleği alnımdan akan kanla boyanmış, annemse öldüm sanıp, haber alana kadar, ufak çaplı bir baygınlık geçirmiş.

Bu olaydan sonra bir ay caddeye çıkamadım. Sonraları ufak ufak yola çıkmaya başlasam da, on beş sene geçti aradan, hala karşıdan karşıya koşa koşa geçiyorum ve ne şimdi ne de ileride asla ehliyet alma gibi bir niyetim yok. Hem, ne gerek var, bir yerden bir yere gitmek için yeterince vasıta var zaten. (Bu da züğürt tesellisi olsa gerek.)
............

Neyse sonuç olarak, iki kere ÖSS sınavını yüksek puanla kazanabildiğime göre kafam hala yerinde demektir. Tabi burdan şöyle bir sonuç daha çıkıyor. Araba çarpmasaydı ne zehir, ne süper bir zeka olurdum kimbilir. :))


Not: Yukardaki konuyla alakasız olacak ya kız kardeşimin şu yazısı beni korkutmaya yetti. Tamam kabul ediyorum yazısı oldukça komik ama okuduğum zaman, içinde gerçekleşen olayın üzerinden bir gün geçtiyse ve aradığımda telefonları cevap vermiyorsa insanın hakikaten etekleri tutuşuyor. Artık edemedim eşine telefon ettim, neyse ki yaşıyormuş. (!)

9 Kasım 2010 Salı

MiM No: 2 :))

Bir mim için ön hazırlık yapılır mı? Harbi harbi bu sefer yaptım. 

Rengarenk beni hem mimlemiş hem de ödüllendirmiş. Kendisine teşekkür ederim.

Mimin konusuna geçersek;

"Yaşadığımız tüm sıkıntıları geride bırakıp, sevmediğimiz insanlardan, yapmaktan daral gelen işlerden uzağa bir tatile gidiyoruz. Bizi yolcu etmeye gelmiş üstelik gıcık olduğumuz herkes. Alayına çalımlı bir bakış fırlatıp arabamıza bindikten sonra, geride kalanları çatlatırcasına müziğin sesini sonuna kadar açıp, tozu dumana katarak oradan uzaklaşıyoruz. Şimdi sizden istediğim, mimlediğim herkes bindiği arabanın resmini ve son ses açtığı şarkının adını, sözlerinden bir bölümü ve söyleyen solistin resmini yayınlayacak." şeklinde.

Hmm... doğrusunu söylemek gerekirse aklıma binmeye can atacağım hiç bir araba markası gelmiyor. Yahu araba arabadır işte. Ne bileyim ayağını yerden kessin, seni istediğin yere götürsün yeter. Zaten ehliyetim yok ve almayı da düşünmüyorum. Neyse şimdi kendime seçtiğim arabaya geçelim. Aslında tam olarak bir araba sayılmaz, traktörle su motoru karışımı birşey. Bu işte.

Araba kullanmayı bilmediğim için şöförüyle beraber resmini koydum. Adı "Pat Pat" Isparta'ya gittiğimde binmiştim. Su motorunun traktöre çevrilmiş hali. Oldukça tehlikeli bir araç olmasına rağmen kasasında üzüm bağına giderken oldukça eğlenmiştim. Bu araçla fazla da uzağa gidilmez değil mi? N'apalım elimde bu var, idare ederiz artık.

Ah bir de müzik seçmem gerekiyor değil mi? Nasıl yapacağız acaba. Bu arabanın müzik dinlemekle alakalı hiç bir aparatı yok. Tek müzik "pat-pat-pat-pat-pat-pat..." Ama kasanın içinde otururken herhalde "Hey onbeşli, onbeşli, tokat yolları taşlı, onbeşliler geliyor, yarimin gözü yaşlı..." türküsünü söylerdim galiba.

.........

Evet söz sizde

francesca mckennitt
A&H
Şirvan
iLhan
Maya

4 Kasım 2010 Perşembe

Anormallere Bayılıyorum


Hacettepe'li hezeyanlarımı saymazsak ilk defa tatilde bir sürü ödev yapacağım. Öncelikle pazartesine kadar ulusal tez merkezinden bulduğum tezlerin özetini çıkaracak ardından ALES'e çalışmaya devam edecek, pazartesiyse (inşaallah) ufak bir Ankara kaçamağı sonrasında Hacettepe, Ankara ve Gazi üniversitelerinin kütüphanesine gidip internette yayınlanmayan tezlerini inceleyeceğim. He bir de milli kütüphaneye gideceğim. Aslında bir değil iki ders için araştırma yapmam gerekiyor. Anne-Baba eğitimi dersi hocamız "Bilimsel araştırmalar dersi aldığınıza göre bu dersin ödevini bilisel makale şeklinde yazmalısınız." diyince zaten en tırt ödev için bile bir sürü ciddi araştırmaya giren grup arkadaşlarımın bu sefer etekleri harbi harbi tutuştu. Bu demek oluyor ki onca litaratür taradıktan sonra konuyla alakalı en az elli kişiye anket doldurtup onları değerlendirmemiz de gerekiyor.  İtiraf etmeliyim, bu sefer böyle araştırmalarla uğraşmak çok eğlendirecek beni . Belki de eski okulumu ziyaret edecek olduğum için ya da Gazi'nin çok güzel bir kütüphanesi olduğunu duyduğum için bilmiyorum. Belki de hiç birisi değil sadece sonunda Ankara'da boş boş oturmak yerine bir şeyler yapacağım için olacak bu. Ama n'apayım içinde eğlenmediğim hiç bir şey yapmayı sevmiyorum ben. (Misal konforlu şehirler arası otobüs yolculukları. Iyykk!)

Şimdi eğlence ile kütüphaneyi nasıl yakıştırdığımı merak ediyor olabilir bazılarınız. Hemen belirteyim ben de dahil düzenli kütüphane kullanıcıların neredeyse hiç biri normal değil. Ve ben normal olmayan insanları izlemekten son derece keyif alıyorum. (İstisnalar kaideyi bozmaz.)

Örneğin şu anki okulumda sırf bu yüzden drama, eğitim felsefesi, psikoloji derslerinin hocalarıyla eğitici materyaller hazırladığımız atölyenin ve şu anki staj yaptığım sınıfın hocalarını çok seviyorum. Onlarla konuşmak çok eğlenceli. Bayılıyorum onlara.

Bir de benim hem samimi hemde ödevlerde grup arkadaşı olduğum arkadaşlarım var. Dört çatlak kız! Birincisi aklına her takılan konu için ulusal tez merkezine bakan, ikincisi Hindistan'la alakalı her şeyi araştıran, gittiği tiyatro oyunlarını çok iyi eleştiren, üçüncüsü sürekli garip ve anarşik fikirleriyle siyaseti sorgulayan, dördüncüsüyse biz garip dört arkadaşını anaç mı anaç kollarıyla sarmalayan tatlı ve tek evli arkadaşımız. (Hey, ne oluyor bana. Ankara'ya gelir gelmez hemen onları özlemeye mi başladım yoksa.)

Son olarak bu kadar anormali saymışken anneannemi es geçmek olmaz değil mi? :)

Not: Anormal şeylerden bahsederken hep "kime göre, neye göre sorunu" yla da karşı karşıya kalıyorum ya bunu "BANA GÖRE" ifadesiyle belirginleştirsem iyi olacak.

Not2: Blog yazılarını google reader'dan okuyorum ve an itibariyle 596 tane okumamış olduğum yazı var. İstanbul'da biraz üşengeç oluyorum galiba. Neyse kendime ödev: Bütün yazıların hepsini okuyup bitireceğim.

Anneannem'in Vasiyeti

Dün akşam anneannemle hep beraber otururken bizimki patlattı yine bombasını. 
"Ben ölünce (ben mezarım şurada olsun, şu yüzüğü şuna verin, arkamdan ağlamayın gibi şeyler bekliyorum) -boğazını göstererek- tam şuraya bir delik açın beni ölmekten kurtarın, bak yoksa karışmam, iki elim yakanızda kalır." demesin mi?
Karnımı tuta tuta nasıl kahkaha atmışım sormayın. Gülmekten boğulacaktım neredeyse.

Anneannem harbi değişik bir kadın. Mesela asla ona aç olduğunuzu söylemeyin. Yani en azından biz torunlar. O zaman "Git kendine yemek yap, sana yemek mi yapacağım?" diye azarlayıveriyor. (bakınız erkek kardeşim.) Ama sofrayı kurarken çok aç olmadığını, azıcık yiyeceğini söylüyorsan alasın demektir. Zorla yedirmeye çalışır. Ekmeği ağzımıza doğru tutarak "Aç aç aç. kuş geliyor. Hadi benim torunum, hadi benim kızım." diye zorla seni beslemeye çalışır. Düzenli olarak bu kadınla yaşasam herhalde her durum için cin taktikler geliştirmem gerekecek ki, valla halimden hiç şikayet etmem. Garip çekiciliği var bu kadının. Küçükken "Anneannemlere gideceğim." diye ağlar, zorla kendimi onlara göndertirmişim. Beni almaya geldiklerindeyse asla gitmek istemezmişim. Şimdi de annesi babası çalıştığı için dört yaşındaki yeğeninin kızına bakıyor. O da aynı benim gibi yapıyormuş. Ah bir de komşu çocuğu Bayramcan'ı da unutmamak lazım. O da evden kaçıp her seferinde bir bahaneyle bizimkinin evine giriyor.

Not:  Şu anda dehşet açım. Bu yazıyı yazdıktan sonra anneannemlere gidip yemek yemeliyim. Biz evden ayrılıp da annem anneannemlere taşındğından beri buzdolabı tam takır kuru bakır. Valla benim de içimden hiç bakkala, markete gidip bir şeyler almak geçmiyor.Bizim evde buzdolabı dolu olunca sinir oluyorum. İnsanın canı sıkıldıkça gidip önünde eşelenesi geliyor zira. Halbuki şimdi tek alternatifim ketçaplı turşu. İtiraf etmem gerekirse bu tatil zamanımda eve yemek alınmasına karşıyım. Sadece içecek alınsın, o kadar. (Kime diyorsam alınsın alınsın diye. Sanki alan ben değilim.) İnsan sadece acıkınca yemeli öyle değil mi? (Yemeği de anneannesinde yemeli.)

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kısa... Kısa... 4

- O kadar trene methiyeler düzdüm ama sanmayın ki beğenmediğim yönleri hiç yok.

Bir kere vagonlarda priz olması o ekspresin pahalılıyla değil tamamen tesadüfe bağlı. Bunun yüzünden dün yazımı zar zor yayınlayabildim mesela. Yayınladıktan hemen sonra da şarjı bitti garibimin. İnanın abartmıyorum bir keresinde Anadolu ekspresiyle Ankara'ya gelirken bacaklarımı biraz açmak için vagonlar arasında yürüyüşe çıkmıştım, bazı vagonların prizinin olduğunu bazılarınınsa olmadığını görmüş, iyice sinir olmuştum. Anlayacağınız bu priz olayına takmış durumdayım.

Ayrıca neden inatla hep bir saat gecikmeli Ankara'ya varan güney ekspresinin varış saatini düzeltmiyorlar onu da anlayamıyorum. (Aaa, durun durun! Ben tcdd'ye bir mail atayım. Çok ilgililer hemen cevap veriyorlar.)

- Son sınıftayım, ilk defa valizimle sınava gittim. Hatta o da yetmedi sınavdan sonra valizimle staja gidip, "Stajdan sonra kocaya mı kaçacaksın ne bu hal?" esprilerine de maruz kaldım.
Olay şu aslında. Bilimsel araştırmalar dersi hocasının panodaki "pazartesi saat bir de toplantıya gelmeyen devamsızlıktan kalacaktır." notuyla karşılaşınca benim staj da pazartesiden salıya alındı. Tamam ana sınıfına öğleden sonra gitmem gerekiyordu ama sabah da sınav vardı, hem trene de akşam altı buçuk gibi binecektim. Ee, haliyle ben de kaba bavulumla önce sınava sonra da staja gittim. Allahtan okul pendik garına yakın, tren de pendikten yolcu alıyor da, paydos saatinden sonra rahat rahat gara gidebildim. Ama felaket yorulduğum için eve gelince öğlen bire kadar uyumuşum.

- Ankara'ya geldiğimi tam olarak sabah dolmuşa binerken valizime yardım etmek yerine yolcuların kös kös oflayıp puflamalarından anladım. Oysa İstanbul'da valizi neredeyse hiç indirip bindirmene fırsat vermez, hemen yardım ederler. (Demem o ki, bu yazıyı okuyanlar Ankara'lı arkadaşlar, bakmayın öyle bön bön, koşup yardım edin. Şu ön yargıyı bir kıralım artık yahu.)

2 Kasım 2010 Salı

Güney Ekspresinden Bildiriyorum

Şu anda güney ekspresiyle Ankara'ya doğru gelmekteyim. Biletimde iniş saati 4 olarak verilse de biliyorum ki beş buçuk altıdan aşağı Ankara garına varamaz tren. Hemen çapraz önümde boyu 1,50 santimden kısa olduğu su götürmez yaşlı bir amca uyuyor. Zayıf mı zayıf olan bu amca oldukça da asabi. "Trende restoran yok, son sular bunlar." diye su satan adamı "Suyunda batsın sen de bat." diye azarlayıverdi mesela. Hemde yattığı yerden hiç istifini bozmadan. Yazık garibim sucu nereden geldiğini pek anlayamadığı bu azar karşınında sesine belli belirsiz gelen bir güven eksikliğiyle "Eskişehir'e kadar su bulamazsınız." diye suyunu satmaya devam etti. Fakat ne hikmettir ki sucu bir daha bizim vagona da uğramadı. 

Amcanın üstünde eski mi eski el örgüsü kahverengi bir kazakla paçasının iplikleri dışına çıkmış, boyuna göre kesilmiş, yer yer çamaşır suyu lekeleri olan eprimiş açık renk bir kottan başka hiç bir şey yok. Tabi doğal yün rengi kirli örgü çoraplarını saymazsak. 

Doğrusu adamı bayağıdır izliyorum, bir türlü ayaklarını tam olarak koltuğa yerleştiremedi. Dışarıda oyana bu yana oynatıp duruyor. "Bacağımın birini koltuğun bir koluna koysam, diğerini aşağı mı salsam rahat olur yoksa içeriye toplasam mı, sağa mı çeksem, sola mı çeksem n'aapsam?" deyip duruyor adeta ayakları. Felaket dikkat dağıtıcılar. 

Asabi amca trene Arifiye'den binip de koltuğuna yerleştiği anda vagonda öyle bağırmaya başlamıştı ki, sanki sesini yükseltmezse kendisine muhattap bulamazmış gibi. 

"Bu güney expresimi?"
"Evet amca" (Bu ben oluyorum, yalnız amca sanki ben onunla konuşmuyormuşum gibi hiç benden tarafa bakmıyor.)
"Ankara mı?"
"Ankara" (Karşılığında ne bir teşekkür ne başka birşey.)

Not: Şehirler arası Toplu taşıma araçlarının parası ne kadar artarsa insan profilinde de o kadar daralma oluyor. Oysa bakın güney expresine parası genç tarifeyle sadece 10,75 tl ve abatmıyorum her telden insan var. (Amca şu anda uyandı ve kapalı, muhtemelen dolu olan tuvaletin kapısını, bağıra çağıra zorluyor.) Örneğin az önce yan tarafımda oturanlar garip siyasi konuşmalara dalmışken, arkadaki kokoş kadın pazarlık ede ede pişmaniyeleri oldukça ucuza kapattı. Daha arkalardaki, sadece sesini duyabildiğim adamsa telefonda bağıra çağıra İstanbul'a sırf Tüyap kitap fuarı için gittiğini söylüyordu. Birbirine valizler yüzünden kızan orta yaşlı çiftleri, burnunu gürültüyle silenleri, çekirdek çitleyenleri ve etrafta cıvıldayarak koşturan çocuklarıysa hiç saymıyorum. Onlar o kadar çok ki bu trende. İnsana neşe veriyorlar.

Not2: Trende ne yaşlılara, ne de yalnız ve hüzünlü yolculuk eden kadınlara acıyorum. Ben en çok genç erkeklere acıyorum. Zira asla bir rahat yolculuk yapamıyorlar. Sürekli inip binen genç kızlar, yaşlılar, teyzeler, nineler "Beyfendi, evladım, oğlum, affedersiniz..." diye diye tepedeki yerlere valizlerini yerleştirmelerini, üstüne üstlük inerken de oradan geri almalarını istiyorlar. Bununla birlikte "Sen n'apıyorsun peki?" diye sorsanız ben de trene binerken gençlerden birinin yardımını istediğimi söylerim size. Ama yapacak bir şey yok. Sonuçta koca koca ağır valizleri biz bayanlar nasıl kaldıralım, değil mi ama?