Sayfalar

31 Aralık 2012 Pazartesi

Mavi Woswos

Komik görünüyor olmalıydım. Pantolonumda sınıfta soba yakarken kullandığım siyah yağ damlaları vardı, gülünçtüm. Fakat yoldaki her insanın bana gülmesine, arabaların sellektör yakmasına ne gerek vardı. Bir yandan işlek bir caddeden karşıdan karşıya geçmeye çalışıyor, bir yandan beremin kulaklarımı fazla kapattığını düşünüyordum. Herkesin sesi birden yarıya düşmüştü zira. Önce bir adam gülerek yanımdan geçti, üzerime alınmadım. Sonra seyyar satıcı, sonra arabadaki adam. En sonundaysa sellektör yakan gri brodway. Şöförün yanındaki kızsa işaret ediyordu beni. "İşte o kız. Şu komik olan, üzerinde motor yağı lekeleri bulunan." Sinirlendim. Onlar nereden bilecek ki köy şartlarında, yoklukta, eğitim vereceğim derken soba lekeleriyle dolu olmamı.

.....

Ben böyle düşünürken kısık, çok kısık bir korna sesi geldi. Derinlerden gelmesi garip geldi önce ama sonra kafamdaki berenin kulaklarımı kapadığını hatırladım. Etafıma baktım ki ne göreyim, arkamda içinde dört tane iri adamın olduğu gök mavisi bir woswos durmuyor mu?. Meğer o insanlar, sellektör yapan araba, beni eliyle işaret eden kız hep bu yüzden yapıyormuş. Meğer yolu tıkamışım geçemiyorlarmış, meğer kulaklarım harbi kapalıymış, meğer gülmeleri başkaymış. 

Bozuldum, yanaklarım kızardı biraz. Kim ne kadar dikkat edecekti ki üç küçük yuvarlak yağ lekesine. Kenara çekilip yol verdim. Mavi woswos selam vererek ilerledi, bende karşıya geçip dolmuşa bildim. Çarşıda arkadaşlarla buluşacaktım.

25 Aralık 2012 Salı

Soba Yakmanın İncelikleri

Ya işte dostlar sen tut, evde sıcacık yatağındayken herkesten önce kalkan babaanne kömürlüklere kadar gidip soba kovasını doldursun, sonra da gelip seni uyandırsın, sen kalkıp bir kere bile yardım etme. Üniversiteye başlayana kadar bu hep böyle olmuştu. Sonra bizim sokağa doğalgaz geldi falan filan. Ee allahın sopası yok, şimdi köyde her sabah sınıfımın sobasını ben yakıyorum. Hayır bir de becerebilsem gam yemeyeceğim. Yan sınıfın öğretmeni cayır cayır sobasını yakarken öyle imreniyorum ki ona. Ama neyse ki bu önemli ilmin de inceliklerini üstün zekam, örnek olay incelemelerim ve teorik aldığım dersler sonucunda öğrenmiş bulunuyorum.

Efendim bir kere sobayı yakarken alt ve üst hava deliklerinin açık olması gerekiyormuş. Ayrıca boruların da baca girişlerinin kapalı olmaması gerekiyormuş. (Şaka yapmıyorum, gerçekten bunları bile bilmiyordum..)

Kova doldurmanın sanatına gelirsek, en alta biraz kömür, üstüne kalın odun, daha üstlere ve kalın odunun arasına da ince odunlar, tahtalar, daha üste çalı çırpılar bırakılıyormuş. En üste de tutuşturmak için kağıt, karton vs. Tabi bu arada mümkün olduğunca plastik, naylon da aralara sıkıştırmalıymışız ki kalın odun iyice tutuşabilsin. Böyle odunun üstüne sıcak sıcak eriyince bu plastikler, hiç affetmiyor valla, cayır cayır kavuruyor  odunu, kömürü. (Tabi ben bu naylon işini keşfedene kadar bayağı bir is koktum sobanın başında. Hoş şimdi kendimi kokluyorum da hala buram buram kömür kokuyorum. Bugün biraz kömürlük talimi yaptım da, üzerinize afiyet.)

Şimdi sıra geldi sobayı yamaya. Önce bir çakmağımız olmalı. Hımm, bunu öğrendiğim gerçekten iyi oldu. İlk gün sağdan soldan öğrendiklerimle sobayı doldurdum, kağıtları parça pinçik içine attım ki acı gerçeği fark ettim. Benim ateşim yok. Ohoo! Anam babam, senin olayın baştan yanlış. Tabi ertesi gün ilk işim güzel bir çakmak almak oldu. Hoş şimdi de diğerlerinin ateşi yok. Bir çakmakla beş sınıf birden soba yakmaya çalışıyoruz. Hayır bir tanesi sigara içiyor, o bile istiyor. "Sen de mi brütüs!"

Son olarak karıştırma sopası lazım oluyor ara ara. Böyle fazla külün altında yanamamış bir kömür parçasını hareketlendirmek için olsun, erimiş plastiği odunun üzerine üzerine vardırmak için olsun, çok işe yarıyor, aklınızda bulunsun. (Not: Çalı çırpınız kalmadığında karıştırma sopanızı da yakma fikri yer yer aklınıza gelebilir, sakın tahriklere kapılmayın. Bir karıştırma çubuğu kolay elde edilmiyor efendim.)

Not: Arkadaşlar bu soba konusunda iyice manyaklaştım. Evde sürekli yakılacak, kağıt, kutu, naylon, vs. biriktirip biriktirip okula götürüyorum. Çocukların tahta bloklarını sobaya atıp yakmamak için kendimi zor tutuyorum. Köylerin içinden geçerken köşelere yığılmış çalı çırpıları arabaya atıp kaçıvermek geçiyor içimden. Ben ben değilim artık. Varsa yoksa soba.

14 Aralık 2012 Cuma

Yastıklar Yastıkaltı Konusunda Şikayetçi


Yastıkaltı yatırıma hiç beklenmeyen bir yerden, yastıkların ta kendisinden tepki geldi!
Şu sıralar Garanti'nin yepyeni internet kampanyasında dile gelen yastıklar yastıkaltı yatırımın getirisini, götürüsünü kendi tatlısert bakış açılarıyla yorumladılar.

Türkiye'nin yakından tanıyıp çok sevdiği isimler: Özkan Uğur, Mazhar Alanson, Bartu Küçükçağlayan ve Gupse Özay'ın sesleriyle hayat verdiği yastıklar yastıkaltı biriktirme alışkanlığı üzerine neşeli yorumlar yapıyor, çektikleri çileyi dile getiriyorlar.

Onların bakış açısından yastıkaltı birikimin zorluklarını, zahmetlerini dinledikçe stres yönetimindeki yeteneklerini takdir edecek, birikim güvencesiyle ilgili kaygılarına siz de hak vereceksiniz. Yastıkların bile 'Yeter artık' dediği yastıkaltı yatırıma güvenli ve kazançlı bir alternatif olarak, neyse ki Garanti hep hizmetinizde.

Yastık altındaki altını ekonomiye kazandırmak amacıyla fiziki altınları mevduat olarak alan Garanti, 98 şubesiyle 'Altın Salısı' hizmeti veriyor. Takı ve altınların değeri, altın eksperleri tarafından hesaplanıp Altın Hesabı’na yatırılıyor. Böylece altın birikimleri çalınma korkusu olmadan garantiye alınıyor.

NET Hesap ise farklı birikim hedefi olan müşterilere vade sonunda elde edilecek net kazancı ilk günden bildiriyor. Birbirinden farklı 4 hesap sayesinde müşteriler hem biriktirme alışkanlığı kazanıyor hem de vade sonundaki getirisini hesap açılışında garantiliyor.

Garanti'nin birikim ihtiyaçlarınız için en uygun çözüm önerileriyle ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz, yorumlar #yastıkaltıyatırım hashtag'inde

Bir bumads advertorial içeriğidir.

Sınıkçı

İki kere kolum kırıldı. Hem de tam aynı yerden.

Birincisinde daha okula gitmiyordum. Aklımda ne ağrısı var ne de kolumu bu hale nasıl getirebildiğim. Hatırladığım şeylerse etrafında beyaz dumanlar tüten, puslu cam arkasından görünen anılar sadece. Hansel ve gratel masalındaki şeker evin tahta versiyonu bir barakaya götürüldüğümü hatırlıyorum. İçinde de kırış kırış, çökük yüzünde neredeyse hiç diş kalmamış, kalanlarsa renk bakımından civcivlerle yarışacak cinste bir yaşlı kadın. Gülerken tıpkı söylediğim masaldaki gibi sesler çıkarıyordu. Çok korkmuş ama beni o sınıkçı karıya götüren yaşlı teyzeden dolayı gıkımı çıkaramadığımı anımsıyorum. Cadı kadın kah kah gülerken koluma içinde dünyanın en iğrenç kokan patlıcan, bamya karışımı sebze yemeğinin yayıldığı bir kumaş parçasını koluma sarmıştı. Kumaş sertleşsin diye de yumurtaya bulamıştı. Bileğimden dirseğime kadar iğrenç yemekli ve kurumuş yumurtalı sem sert bir kumaşla gezmiştim kaç gün. Kolum iyileştiği zaman annem lavabonun altında saatlerce ıslatarak artık çürümüş olan o sebzeli kumaşı çıkarmıştı. uzvum iyiydi iyi olmasına ya, etraftaki pis koku fena halde sinir bozucuydu.

İkincisinde akıllanmıştım artık. Boru mu bu, bugüne bugün üçüncü sınıf öğrencisiydim ve çoktan öğretmenlerimden sınıkçıların ne düzenbaz ne şarlatan olduğunu öğrenmiş, doktorlardan başka kimseye gitmemem gerektiğini iyice bellemiştim(!) Tabi kolum kırıldığında kimse bana "Kızım doktora mı, sınıkçıya mı?" diye sorma gereği duymadı. Babaannem beni tutup doğruca yürüye yürüye uzak dereboyu mahallelerinden birine götürdü. Amanın, bu seferki aksi mi aksi yaşlı adamın tekiydi. Kolumu şöyle bir ovalamaya başladı. Ben durur muyum, bastım çığlığı. Adam bir sinirlendi. Kolumu pis bir bez parçasıymışcasına fırlatıp "Eeehh! Ben yapmam bunun kolunu, kime gidiyorsanız ona gidin." dedi. Ha ha ha hah! İşte zafer! Tabi bunu daha babaannem anlayamadığı için benim zafer sarhoşluğuyla kaçmam gerekti. Evden hızla çıkıp, koşa koşa uzaklaşmaya başladım. Babaannem bir yandan bana yetişmeye çalışıyor, bir yandan da "Gel orası evin yolu değil, korkma geri götürmeyeceğim seni." diyordu. Epey bir kovalamaca yaşadık. Ben en sonunda ikna oldum olmasına ya yoldan o kadar sapmışız ki geri dönüp eve gidene kadar ayaklarımıza kara sular inmişti. Benim kırık kolumun ağrısıysa cabası.

Neyse sonunda bir devlet hastanesine gittik. Sanki ora da pek matah bir yermiş gibi bozuk olan röntgen makinesinin tamirini tam bir hafta bekledik! En sonunda alçımı yaptıklarında kolum kaynamaya başlamıştı bile. Allahtan, eğri kaynamadı.

12 Aralık 2012 Çarşamba

BookinTurkey’in Erken Rezervasyon Fırsatları İle Seyahat Bir Tık Ötede


En uygun fiyat alternatifleriyle BookinTurkey.com,  Hürriyet Online Alışveriş Festivali’nde, kaçırılmayacak tatil seçenekleri ile yurt içinde erken rezervasyon fırsatları sunuyor.

Türkiye'nin ilk turizm portalı BookinTurkey.com, bu yıl 08-22 Aralık tarihlerinde ilki gerçekleşecek Hürriyet Online Alışveriş Festivali kapsamında erken rezervasyon avantajları sunuyor. Yapmanız gereken sadece sitede bulunan birbirinden cazip tatil seçeneklerinden birini seçmek ve rezervasyonunuzu gerçekleştirmek.

ONLINE SEYAHATİN ÖNCÜSÜ BOOKINTURKEY.COM

Türkiye online seyahat pazarının ilk ve öncü ismi BookinTurkey.com, yurt içi ve yurt dışında en iyi otellere online rezervasyon imkanının yanı sıra, üyelerine en hızlı ve en ucuz uçak bileti alternatiflerini sunmaktadır. Türkiye ve dünyada onbinlerce otele ve tatil köyüne rezervasyon yapmanıza olanak sağlayan BookinTurkey.com, İç hatlarda THY, AnadoluJet ve AtlasJet, dış hatlarda tüm havayollarına uçak bileti rezervasyon hizmetinin yanısıra, araç kiralama ve transfer hizmeti de vermektedir.

Setur BookinTurkey web sitesi: http://www.bookinturkey.com/anasayfa
Facebook http://www.facebook.com/bookinturkey
Google Plus https://plus.google.com/u/0/104762168956955044282
Twitter https://twitter.com/bookinturkey
Pinterest http://pinterest.com/Bookinturkey/
You Tube http://www.youtube.com/tvbookinturkey


Bir bumads advertorial içeriğidir.

28 Kasım 2012 Çarşamba

#bimilyonneden : Bol bol neden


Geçenlerde Twitter’da #bimilyonneden hashtagiyle karşılaştım. Herkes dünyayı iyi bir yer yaptığına inandığı nedenleri yazıyordu. Kaybolan kedimi bulup eve getiren çocukların yaşadığı sokaktan bakınca, dünyayı iyi bir yer yapan #bimilyonneden bulmak pek de zor değil =)

Bir bumads advertorial içeriğidir.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Hastalandık mı?

Annem hasta bakmayı sevmez. Küçükken hastalandığımızda "Anneannenize anneannenize" diye bizi aşağı daireye gönderirdi. Anneannem de mübarek tam bir Florance Nightingale.  Meyveyle vitamin takviyesi, sirkeli sularla ateş düşürme operasyonu, başımızı okşayarak moral takviyesi, yok yok, her şey onda. Düşünün yirmi yedi yaşımdayım, eğer rahatsızlandığımda Ankara'daysam daha annemin "Hastalandın mı?" cümlesine maruz kalmadan hemen aşağı inebilirim. Anneannem kapıda "oy benim güzelim" cümleleri eşliğinde sarılarak alır beni içeriye. Çabucak misafir odasına götürüp sımsıcak örtülere sarar bedenimi. Size bir itirafta bulunayım mi? Ben küçükken hastalanmayı çok severdim. Çünkü ancak o zaman anneannemle aramız iyi olurdu. Onun dışında bilirsiniz, seveceği tarzda bir torun değilim. 

Aslında şu an hastayım dostlar. Bu yazıyı da onun için yazıyorum. Ev arkadaşım da, garibim, benim yüzümden hasta. Ben tam iyileşmeye başladım yazık o da benden kaptığı hastalığı çekmeye başladı. Ev nane limon, ilaç kokularıyla aksırma, öksürme seslerinden geçilmiyor. Ben zaten karşımda hasta görünce elim ayağıma dolaşan koca bir şapşal, ağrılar içinde kıvranan arkadaşımı gördükçe kendimden geçiyorum. Yav, öyle bir şey ki, elinden ilaç içirmek, şifalı bitki çayları pişirmekten başka hiç bir şey gelmiyor. O yanında ateşten tir tir titriyor da gözlerini kaçırıyorsun. Endişeni görüp iyice korkmasın diye. Keşke şimdi anneannem yanımızda olsaydı. 

Ah, bu arada hastalık sadece bir soğuk algınlığı. Görüyorsunuz değil mi halimi. Allah daha büyük hastalıklar göstermesin, ne yaparım yoksa.

9 Kasım 2012 Cuma

Müdür Bey (!)

Okul küçük, öğrenci de az olunca öğretmenlerden birini müdür seçiyorlarmış. Bu sene bu görev bana düştü. Ha diyeceksiniz "Prestijin arttı mı bari?" Ohoo! Arkadaşım sen ne diyorsun, tüm köy, muhtar, diğer öğretmenler önümde... öhö öhö, ne diyordum ben? Yok dostum yok, sadece öğrenciler arasında. Çocukların gözleri bu fazla şen, fazla oynak, fazla eğlenceli öğretmenin müdür olduğunu duyunca sevinçle parlayıverdi. "Artık tüm dersleri resim, oyun ve beden yapar artık." diye mi düşündüler nedir? Hani ana sınıfında tüm dersler böyle işleniyor ya, ondan olsa gerek.

He unutmadan, dikkat buyrunuz, ben Müdire Hanım değil Müdür Bey'im. Zira çocuklarda öyle bir algı oluşmuş ki kadından müdür olamaz. Olsa da adı hanım olamaz.

Misal geçenlerde öğretmen arkadaşlarla beraber bahçede dolaşırken yanımıza çocuklardan biri yanaştı. Bayram sonrası olmalı, şeker ikram etmek istedi zira. Tek tek hepimizi dolaşıyordu ki sıra bana geldiğinde "Bu da Müdür Bey'in." demez mi? "Bey derken?" diye gözlerimi devirdim kıza. Ama kız düzeltme yapmadı, yapamadı. Nasıl yapsın ki, kızın zihninde müdürlerin bayanlarına söylenebilecek bir kelime var mı ki acep? Öyle alık alık baktı, sonra da izin isteyip gitti. Bende "gene olmadı" diyen gözler, karşımda bana gülen iş arkadaşları...

Yok dostlar yok, ne dediysem olmuyor. Ünvanım müdür bey kaldı(!)

Aman neyse ne, bırak dağınık kalsın.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Wwaakk You!

- Haydi kitap gibi kız, bize çalıştığın köyde başından geçen bir olayı anlat.

- Pekala. Sizi mi kıracağım ayol, hemen.

Bir bahar sabahı andımız törenini yapıyorduk. Çocuklar topluluk önüne çıkıp bir şeyler yapmaya meraklı tabi. "Ben de, ben de" çığlıkları ve "hep onu çıkartıyorsunuz ama" sitemleri eşliğinde üç dört öğrenci çıkarttık. "Rahat, hazır ol!" komutu verdikten sonra başladılar okumaya. "Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem..." dediler fakat devamı gelmiyor. Böyle bir sessizlik kapladı etrafı. Tek duyulan ses okul bahçesine yayılmış kazlardan boğazlanıyormuşcasına gelen vaklamalar. "Yahu ne oluyor, hayvan mı öldürüyorlar?" demeye kalmadan tüm okul, öğretmenler "kafa sağa çevrileceek, çevir!" komutu almışız sanki, çeşme yanındaki kazlara bakmaya başladık ki ne görelim. Kazlar çiftleşmeye çalışmıyormuymuş. Oha lan, yok mu sizin kümesiniz. Kahkaha koyversen olmaz, "Dönün önünüze ayıptır." desen olmaz, olmaz oğlu olmaz. Ne yapacağımı bilemedim. Tek bildiğim onları röntgenlemek zorunda kaldığımdan mütevellit döktüğüm utanç terleri. Ama benden hariç herkes nasıl davranacağını biliyormuş meğer. Önce an kadar kısa gelen zamanda kazları izlediler. Yoğun, kesik vaklamalar son buldu sonra. Kafalar tekrar karşıya bakmaya başladı. Öğrenciler hiç bir şey olmamış gibi, araya reklam alınmış diziymişcesine devam etmeye başladılar. "...küçükleri korumak, büyükleri saymak. Yurdumu milletimi özümden çok sevmektir..."

7 Ekim 2012 Pazar

Ben de yazabiliyorum, Ben de.

Bilgisayarım yok artık. Çöktü, kırıldı, bozuldu artık ne derseniz deyin yok. En az sekiz dokuz kere yere düşmüştü de hiç bir şey olmamıştı garibime. Daha doğrusu ben öyle sanıyormuşum. Sonunda iflas bayrağını çekti. Bense arkasından resmen yas tutuyordum. Ki baktım böyle yapmaya devam edersem hiç bir işimi halledemeyeceğim, yeni bir bilgisayar almaya karar verdim. Şimdilik araştırma durumlarındayım. Aslında ben size böyle diyeyim siz benim para denkleştirmeye çalıştığımı anlayın. Zira bilgisayarlı ama züğürt biri olmak hiç hoş değil.

Neyse efendim, işte bu yüzden dolayı Diyarbakır'a geldiğimden beri hiç yazı yazamamıştım. Ama sonra aptallık ettiğimi anladım. Sonuçta hiç bilgisayar bulamayacak insanlar değiliz ki. Tamam eğer baştan itibaren birisinin bilgisayarından yazmaya çalışırsan sonunda o kişi isyan naraları atmaya başlar. Fakaaat, ben telefonumdan yazılarımı yazıp onu mail olarak saklasam sonra da bir alet bulduğumdaysa iki dakika da düzenleyip yayınlayıversem... Lan türkün aklı ya kaçarken ya mıçarken gelirmiş. Benim de fikrimin ilk sinyalleri tuvalette gelmeye başladı. Sabahtan beri düşünüyordum. "Olur mu lan, olur mu ki" diye. En sonunda bu isteğimi gerçekleştirdim. Bu yazı da onun tezehürü. Nasıl güzel olmuş mu?

Not: Telefonum öyle gıcık bir şey ki sadece mailleri ve twitter'ı düzgün yükleyebiliyorum. Onları da mobil olarak. Haliyle yapabildiğim en düzgün eylemlerde mail ve tweet atmak.

28 Ağustos 2012 Salı

Bu aralar...

Yahu herkes okuduğu kitapları paylaşıyor ama benim adım "Kitap Gibi Kız" ben hiç böyle bir şey yapmıyorum. Neyse efendim size bu aralar hemhal olduğum kitapların bir kısmını göstereyim.

Haydi ben kaçar.

Not: Bu aralar bir türlü yazı yazamıyorum. Neyse olacak olacak.

14 Ağustos 2012 Salı

Hastane Günlüğü

Bu yaz babaannemle sağ olsun deli gibi hastaneye gidiyoruz. Ahdetmişiz gibi sür'atle uğramadığımız tüm polikliniklere selam çakma hedefimizden şaşmadan koşturuyoruz. Zaten doktorlar da- bizim bu güya kendi kendimize verdiğimiz sözden haberdarmışcasına- o birim senin bu birim benim dolaştırıp duruyorlar bizi. Resmen hastanelerin her bir koridorunu ezber ettim. Ultrason mu çekilecek, daha sormadan hangi blogun kaç nolu odasında çekileceğini biliyor alışkın adımlarla yöneliveriyoruz. Kantin fiyatlarını adımız gibi ezberleyip bugün ne yesek acaba tarzında şirin eğlencelere gark ediyoruz kendimizi. Sekreter hanım kanıksadı artık yüzümü. Eskiden otur!, şıraya geç!, vezneye git! diye emirler veren kadın şimdi "merhaba canım" diye karşılar oldu beni. Hastalar desen hep tanıdık yüz. "Oo Ayşe teyze, daha bitmedi mi senin tedavin?" Maalesef hastanelerimiz "bugün git yarın gel" mantalitesini en iyi uygulayanların başında geldiğinden kimse işini bitirip gidemiyor ki. 

Eskiden sıradışı ve garip gelen şeyler, şimdi birer göz alışkanlığına dönüştü. Sedyedeki adam ne kadar zayıf diye hayrete düşerken şimdi beynim yorumda bulunmaya bile tenezzül etmiyor. İki askerin koluna girdiği mahkum hastalar da pek enterese etmiyor beni. Yani tam bir kanıksama halindeyim. Fakat hastanelerle bu kadar içli dışlı olduğumdan beri şu hiç aklımdan gitmiyor. Bir gün bu koridorlarda ömrümü çürütmemek için şimdiden düzenli cekap yaptırma fikri. Zira bakalım ileride beni hastaneye getirecek bir torun bulabilecek miyim?

12 Ağustos 2012 Pazar

Kitap Gibi Kız'ın Kelimelerle Ankara Günleri

Sakin: Zaman yavaş akıyor bu şehirde. En azından benim için. İş yok, ders yok, yükümlülük, çok fazla arkadaş da yok. Ev sakin, çok sakin. Zaman zaman "haydi sofraya"," evde hiç bir şey yok markete gidelim." haricinde pek öyle konuşmuyoruz. Televizyonun kendi kendine monologları ve boş boş bakan gözler var bu evde. Telefon çalıyor arada. Anneannem tabi. "annen bi bana uğrasın" diyor. Arkadaşlarımla falan konuşuyorum bende. Odaya gidiyorum o zamanlarda. Kahkahalı, şakalı, heyecanlı konuşmalardan sonra yüzüm hiç bir şey sezdirmeyen duvar halini alıyor ve öyle geçiyorum salona. Bakıyorum babaannem uyuyakalmış, TV hala gevezelikte.

Ramazan: Ev sakinlerinin bayan, hasta ve yaşlılardan oluşması münasebetiyle pek hissettiğimiz söylenemez. Ta ki vakti zamanı gelip de Nihat hatipoğlu programı başlayana kadar. Onu da ben dinleyemiyorum. Daha doğrusu ben okuyup zaten kitaplardan öğrenebileceğim bilgileri, menkıbeleri, hikayeleri, sohbetleri dinlemeyi sevmiyorum. Zira pasifsin arkadaş. Bildiğini söylemek mennu oralarda. Her şeyi hoca bilir edasıyla dinliyor insanlar. 

Özgürlük Savaşı: Evlenme çağı gelmişte geçen bir insan evladı olarak fark ettim ki daha bir baskı görür oldum evde. Giysilerim, davranışlarım, nerelere gittiğim bol bol incelenir ve eleştiri malzemesi yapılır oldu. Zira daha varlığını bile bilmediğim aday koca ve ailelerine asla kötü bir imaj vermemem gerekiyor. Tabi Bu durum bendeki fevri ruh halimin iç dünyamdan süratle salonun ortasına düşüp infilak etmesine neden oluyor. Komşuların benim hakkımda ne düşündüklerini bilmek dahi istemiyorum bu yüzden. 

Anne: Yılların en serbest annesi ünvanını hükümetimiz gibi elinden uçurmak üzere. Ustalık dönemi en baskıcı hali. Tabi vakti zamanında verdiği kapitülasyonlar yüzünden sadece duygusal olarak yıpratıp elle tutulur bir yaptırımı olamıyor allahtan. Ben sinirlenip, bağırıp çağırıp gene istediğimi yapıyorum. Bu aralar kendimi ona her anlatmak istediğimde en çok kullandığım cümle "Ben senin istediğin kriterde bir insan değilim." Doğrusu ne kıyafet seçimim, ne saç kesimim, ne makyaj anlayışım, ne kilomla barışık olmam, ne arkadaş ve sevgili seçimim anneme uygun. Öyle işte. Bu aralar ilişkimiz düşe kalka ilerliyor. Galiba o benim artık yuvadan uçtuğumu kabullenemiyor, ben de onun yaşlandığını.

Babaanne: Anne'nin aksine aramız bu yaz acayip iyi. Birlikte rutin gezilerimiz var mesela. Hastaneler gibi. Haftada bir iki kere gidip kan ve idrar vererek "hasta"lık görevimizi yerine getiriyoruz. Doktorları canından bezdiriyor, koridorlarda kaybolmaca ve sıra kuyruğunda uyuklamaca oynuyoruz. He unutmadan, bu sene mutfağı tamamen ele geçirdi. Ne yemekleri ne de bulaşığı bize bırakıyor. Galiba beğenmiyor bizim hünerlerimizi. Gerçi yemekleri de bir güzel ki, yeme de yanında yat.

Anneanne: Aramız yer yer limonileşebiliyor. Laf aramızda en az sevdiği torun benim. Sakın duymasın vallahi vurur beni. Şöyle bir örnek vereyim. Teyze çocukları ve ben bir bayram sabahı onlarda oturuyoruz. İçinden geldi, koca koca adamlar oldukları halde çıkartıp teyze çocuklarına harçlık vermeye başladı. Aha diyorum sıra bana gelecek. Ama o sıra bana hiç gelmedi. Tabi ben altta kalır mıyım "Hani benim harçlığım" diye bastım lafı. "Sen çalışıyorsun, senin paran var." demez mi? Şimdi hakkaten çalışıyorum da sorun şu: o üç teyze oğlu da çalışıyor ve paraları da var! İlişkimizin böyle bir boyutta işte. Hoş zaman zaman sevgisi artar bana. Geçen gün elbise dikti mesela. (Annemin zoruyla!) Gerçi hakkını yemeyim, komik kadındır. Şu ve şu yazılarda olduğu gibi.

Gezmek: Şu an en az yapabildiğim şey. Ben de kısa gezilere yöneldim. Misal salonla tuvalet arası gezintisi, Salondan yatak odasına gece seyahati gibi. Tabi arada uzun gezilerimde olmuyor değil. Vahşi araba denizinin arasından sıyrılarak Bim'e gitmece, babaanne ile hastane maceraları ya da "sabah fatura yatırmaya gitti, saat kaç oldu dönmedi" tadında Kızılay'a firarlarım gibi.

Kızılay: Eğer ev bir ordu, ben de kaçak bir asker olsaydım inzibatların beni nerede bulacakları belli. Kızılay!

Özlem: Arkadaşlara, Tv sesi olmadan kitap okumaya, İstanbul'a, trene, Diyarbakır'daki ortamıma, işime olan duygumdur.

Diyet: Midemin, dilimin, nefsimin ve benim en nefret ettiğimiz yönetim şekli.

Kitap: Bu aralar en az okuduğum ama en çok satın aldığım nesne. Zaten fark ettim de ne kadar az okuyorsam o kadar çok kitap alıyorum. Kendime verdiğim bir teselli ödülü sanki. Yalnız bir sorun daha var ki, fena. Ben bu kadar çok kitabı nasıl götüreceğim Diyarbakır'a?

İstanbul: Canım sıkıldığında sığındığım bir liman gibi bu şehir. Otobüsten sabaha karşı inip de açık olan bir börekçide kahvaltımı yaptığım anda sıkıntım azar azar dökülmeye başlar. Hele şöyle biraz Kadıköy, biraz da Sultanahmet yaptım mı, iyice gevşemiş tatlı, şeker gibi birine dönüşmüş olurum. Hadi yok mu beni çayına atıp karıştırmak isteyen.

Diyarbakır: Ön yargılarımın guk diye nefesini tuttuğu şehir burası. Fazla söze gerek yok. Seviyorum lan ben bu şehri.  "Buraya gelip de giden bu şehri özler." derlerdi de inamazdım. Hakikaten doğruymuş. Öyle bir burnumda tütüyor ki anlatamam.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Ramazan Ayı'nda Bir Çocuğumuzu da SEN Güldürmek İster misin?


LÖSEV, Türkiye genelinde yaklaşık olarak 11.500 lösemili aileye mutluluk kolileri dağıtıyor.

Vakıf, zorlu tedavi sürecinden geçen lösemili ve kanserli çocukların moral kazanmaları için Türkiye’nin dört bir yanında Ramazan’da iftar yemekleri de düzenleyerek yüzlerce aileye ulaşıyor. Eğer sen de bir koli mutluluk armağan etmek istersen farklı paketlerdeki yardım seçeneklerinden en uygununu seçip bu kutsal ayda desteğini gösterebilirsin.


Detaylı bilgi için www.losev.org.tr sitesi veya www.facebook.com/losev0660 Lösev Facebook sayfasını ziyaret edebilirsin. Lösev’i Twitter’da da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile paylaşımlarınla destekleyebilirsin.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

27 Temmuz 2012 Cuma

Klasik Müzik, Uydudan...

Hiç paramız yoktu. Bazen olur. Bazen pek çok aileye olur. Kış mevsimindeydik. Ben Ankara'da oluğuma göre yarı yıl tatili olmalı. Erkek kardeşim üniversite sınavlarına hazırlanıyordu, annemse açık öğretim fakültesi sınavlarına. Bense gene dönemsel "İngilizce çalışmalıyım." krizine tutulmuştum.

Buz gibi bir Ankara gecesinde doğalgazımız bitmiş, elektrik sobası yakıp fatura kabartma lüksümüzse hiç yoktu. Elimizde sadece küçük bir tüp. Annem, erkek kardeşim ve ben. Dipdeki oturma odasına doluştuk. Kapıyı sımsıkı kapatıp, küçük tüpte su ısıtıp buharıyla odanın havasını ılıtmaya çalıştık. Kaynar suyla çay demleyip ders çalıştık. Ortam sessiz, çok sessizdi. Kat kat kazaklarla oturduğumuz yerimizden sadece bardağımıza çay doldurmak için kalkıyorduk. Nedendir bilmem bir de klasik müzik dinliyorduk. Uydudan. Kesin benim kaprislerimin kurbanı olmuşlardır. "Klasik müzik zeka açar." Aslında pek öyle hangi bestecinin hangi sonatı vs. anlamam. Sadece bir şeylerle ilgilenirken rahatlatır o kadar. Garip ama o gün hiç ses etmemişlerdi benim bu şımarıklığıma.

O gece çalışmamız bitti. Tüpü özenle kapattık. Aynı odada üzerimizdeki kazakları hiç çıkarmadan yorganlarımıza sarınıp yattık. Annem o sene sınavlarını verip açık öğretim fakültesinden mezun oldu. Erkek kardeşim- o kadar da sır kapılı bir durum değil ya- başarılı olduğu söylenemez. Üniversite hayalleri bir başka bahara kaldı. Ben, hala ingilizce çalışıyorum. Umarsızca.

***

Gecenin bir vakti ev elemanları uyumuş, ben de elime kitabımı almışken nedendir bilmem uydudan radyo dinlemek geldi içimden. Tv'den radyoyu tek ben dinlediğimden en son hangi kanalı açtıysam hep onu bulurum karşımda. Şimdiyse bir baktım o soğuk, su buharında ısınmaya çalışırkenki radyo açık kalmış. Birden o ana ait bütün anılar, resimler, sesler hücum etti beynime. Tutamadım içimde. Yavaşca kalktım, bilgisayarın başına geçtim.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Ruhsal Yamultu Kaynağı

Anneme göre erkek olsam çürük raporu verip askere almazlar bani. O kadar çok doktora gidiyorum zira. Aslında biraz abartıyor. Sadece üst solunum yolu hastalıklarından biraz fazla mustaribim o kadar. He bir de jinekolog maceralarım var tabi.

Kendimi bildim bileli adet düzensizliğim var. Öyle ki ileride çocuk sahibi olmaya çalışırken geciken reglimi hamileliğe değil doğrudan yumurtalık kistine yorabilirim, o derece yani. Bu zamana kadar pek öyle düzenli bir tedavi olayına da giremedim açıkçası. Artık adına ister vurdum duymazlık deyin, ister düzensizlik, ister doktorların tam bir facia olması. Neyse en sonunda Diyarbakır'da düzenli bir iş sahibi olup da hayatım kendi kendine bir düzende akıp gidiyorken, dur dedim, şu jinekoloğa bir daha gideyim.

Yıllardır jinekologların kötü muamelesinden illallah etmiş ben için bu, büyük bir gelişme doğrusu. Neyse ki gittiğim doktor bu sefer öyle ilgili, öyle tatlı çıktı ki anlatamam. Foliküler bilmem ne kist varmış. Doğum kontrol hapı kullanmalıymışım. Eyvallah dedim ama başıma gelecekleri nereden bilebilirdim ki. Bir kere ruhsal olarak yamuldum gitti. Bir melankoliklik, bir gereksiz yere ağlamacılık, bir anaçlık, bir kimseye kıyamamcılık ne bileyim böyle duygusal, vara yoğa alınan aptal bir kız oldum çıktım. Baktım olmuyor. Lanet olsun kistine de hastalığına deyip yarım bıraktım ilk kutuyu. "Doktor hanım- dedim.- Bu böyle olmayacak. Başka bir şey kullansam olmaz mı?" Kadın demez mi? "Yapacak bir şey yok. Böyle yaşamaya alışacaksın." diye. "Ama- dedi.- Daha hafif olduğuna inandığım bir ilaç var, onu vereyim." Evet haklıydı. Melankolim biraz azaldı. Ama anaçlığım son gaz devam ediyor ve üstüne üstlük kilo aldırması da cabası. kullandığım iki kutu sonucunda tam dört kilo aldım. Eğer bu hızla devam edersem eylülde Diyarbakır'a uçak bileti almama gerek kalmayacak. Yuvarlanarak da kısa sürede varabileceğim çalıştığım şehre.

Tevekkeli değil kadın ilacı yazarken sizi bir de diyetisyene yönlendiriyorum demişti de sallamamıştım. Fakat şimdi "diyetisyen de diyetisyen." diye yana yana geziyorum. Yarın bir gün ona da giderim herhalde. Ay ya, hiç de sevmem diyet usulü yemek yemeği. Beni hayatımdan soğutuyor o bir kibrit kutusu peynirler, iki dilim çavdar ekmekler. Annemle de papaz olduk zaten. Bana bakıp bakıp "Hiii, şu karna bak, şu kollara, kalçaya bak." deyip duruyor. Tam bir kırmızı alarm durumu anlayacağınız.

Neyse dostlar ben gideyim de biraz yürüyüş bandıyla dostluğumu geliştireyim. Malum spor da lazım.

Not: Doğum kontrol haplarının asıl kullanım alanına bakarsak, tam bir paradoks. Hem hamile kalmanı engelliyor, hem de içine fazladan anaçlık duyguları zerk ediyor. Anlayan beri gelsin.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Turlar Bana İki Beden Dar Geldi.

Selam dostlar nasılsınız? Diğer yazılarımın birinde söyledim diye hatırlıyorum. Artık bir laptopum yok. İnternete sadece cep telefonumdan giriyor, yazılarıysa zar zor telefondan gönderebiliyorum. Şimdiyse İstanbul'da kız kardeşimin evinde bilgisayar buldum kaçırır mıyım? "Kardeşim sen kahvaltıyı hazırla ben şurda iki blogumla ilgilenip geliyorum." deyip başladım yazmaya.

Gençlik treninden erken ayrıldım. Ulan ben en son turla gezdiğimde Hacettepe'nin ilk sınıflarındaydım. Uzun bir süredir kendi başıma gezen biri olarak etrafta sürekli ekip başlarının, hadi geç kalmayın, oyalanmayın diyen insanların bulunduğu kalabalık bir yer olan gençlik treni beni boğdu attı. Sivas'ta Buruciye medresesinde serbest zaman anında hemen yolun karşısına geçip İstanbul'a bir bilet aldım.

Neyse deneme yanılmayla gördüm ki bana turlar yaramıyor. Yalnız gezmeye devam. Stop!

Not: Kuzular benim cep telefonumdan gelen yorumlara cevap yazmak o kadar zor oluyor ki anlatamam. Bu yüzden mümkün olduğunca yorum bölümüne bulaşmıyorum. Çok çok özür.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

malatya tren garinda


Tren garinda gençlik treninin gelmesini bekliyorum. Etrafta şamataci ve bir o kadar da tıfıl kız var. fotoğraf da garda bekleyen kızlardan bir görüntü, az önce çektim. Allahım o kadar küçükler ki kulaklarına eğilip "yaşınız tutuyor mu bakayım sizin" demek istiyorum.

Yav arkadaşlar yok mu benim bindiğim trene binen biri. Tanışırdık, süper olurdu.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Gezi şansım açılıyor mu ne


Dostlar şu an Sinop Gerze'deyim. Marmara'dan sınıf arkadaşımın memleketinde. Burası insanı ağlatacak kadar güzel, sakin ve huzur dolu. Yukarıdaki fotoğraf Gerze'den bir kare. Naçizane cep telefonu kameramla çektim.

Tabi büyük şehir manyağı olan ben için uzun süren huzur alerji yapıyor. Bu yüzden yarın yola çıkıyorum. Sonuçta her şeyin bir başı bir de sonu vardır değil mi? Bende Gerze'in sonuna gelmiş bulunuyorum. Bundan sonraki durağım önce Samsun ardından da malatya olacak. Buradan gençlik trenine bineceğim. Heyooo... Yaşasın netten başvurduğum gençlik treni projesine kabul edildim. Dört gün boyunca Elazıg, Malatya, Sivas, Divriği, Kayseri ve Adana'yı gezeceğiz. Gerçi Kayseri'ye daha önce gitmiştim ama bir iki defa. Yani hiç sorun değil.Ya hu düşünsenize bir de Ankara'yı gezdiren trenlerden birine kabul edilseydim. Ay korkunç, yeni yerler göreceğim diye seviniyorsun ama gene kendi memleketin, gene kendi memleketin.

Not: Dostlar elimin altında nete girip yazı yazabileceğim şey sadece cep telefonum olduğundan yazı düzeni biraz ilkel oluyor. Tatilimi bitirip ankara'ya gittiğimde hepsini elden geçirebilirim umarım.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Gidemedim, Gezemedim...


İzmir'deyim şu an dostlar. Yarın da saat 16 gibi sinop otobüsüne bineceğim. Tam on sekiz saat sürecek. Gerçi uzun yollara alışkınım ben.

Aslında geçen yaz istanbul'dan izmir'e üç günde gittiğim gibi bunda da böyle yapacaktım ya evdeki hesap çarşıya uymadı. Bazı parasal sorunlar peydahlandı, benim de gezme işlerimin bir kısmı suya düştü. Allahtan Diyarbakır'dayken hasankeyf'e, malabadi köprüsüne falan gittim de o kadar üzülmedim bu duruma. Sonuçta yarım dönemdir hiç bir yeri gezmemiş adam değilim.

Aslında sorun bu gezme işlerine bir türlü para ayıramayışımda. Hep bir aksilik, hep bir paranın gitmesi gereken yerler... Yeni öğretmen olarak yeni kıyafetler almam gerekti misal. Sonra ev eşyaları vs. vs. vs. Hoş ben de hiç sütten çıkmış ak kaşık değilim yani. Oscar wilde gibi "bana lükslerimi verin ihtiyaçlar sizin olsun" diyerek dolanıyorum etrafta. He benim lükslerim cafeler tabi. Oralara döktüğüm para maaşımın nerdeyse üç te birini oluşturuyor. Bak şimdi şu müsrifliğimden nefret ettim yeminle.

Var ya oh olsun bana. Şöyle gezememezlikten dolayı iyice sıkıntıdan patlayım ben. Hem belki iyi olur, bu sıkıntıları düşünüp bir dahakine paşa paşa para biriktirebilirim.

Neyse dostlar görüşürüz. Daha gidip sinop için valizimi düzenlemem gerekiyor. Bye...

5 Temmuz 2012 Perşembe

küflenmis bürokrasi örneği

Diyarbakır'ın ofis semtinde il halk kütüphanesi var. Şimdi hatırlamıyorum ama sanırım başka yazılarımın birinde şöyle bir bahsetmiş olmalıyım. Neyse efendim fazla uzatmadan kütüphanenin kemikleşmiş ve insanı çileden çıkartan bürokrasisine bir örnek vereyim.

Süreli yayınlar bölümünde adı sanı pek duyulmamış ama şirin mi şirin bir edebiyat dergisine rastladım. Makaleri felaket hoşuma gitti. Dedim ki "du bi şunların fotokobisini çekireyim de elimde dursunlar." Hemen danışmanın yanına gittim. Fotokobi çektirmek istediğimi söyledim. Adam yukarı çıkıp malzeme odasına gitmemi söyledi. Yukarı çıktım oda kapalı. Oradaki memurlardan birine odanın kilitli olduğunu söyledim. Memur ne dese beğenirsiniz, aşağı danışmaya inip bilmemne beyi telefonla odaya çağırmalıymışım. Tİn tin aşağı indim. Hayır ben sanıyorum ki o bey gelecek ve fotokobi işlerim bitecek. Ama hiç de öyle olmadı. Bilmemne bey biraz sonra giriş kattaki bir odadan çıktı. Beni de arkasına katıp yukarı çıkmaya başladı. Odaya baktı, kilitli. Başka bir odaya baktı gene kilitli. Ofladı pufladı acil miydi falan dedi. Hiç istifimi bozmadım. Zar zor önce bir anahtar buldu. O başka
odayı açtı. Ben sanıyorum ki makine burda. Yok içeride değildi. Adam oradan başka bir anahtar aldı. En sonunda gidip malzeme odasının kapısını açabildi.

Fotokobi cihazı daha fişe bile takılmamıştı. Fişini taktı, düğmesine bastı. Makine zar zor çalıştı. Kopyalar üretildi. Sıra geldi paraya. "borcum ne kadar?" dedim, demez mi "ona ben bakmıyorum. Bir üst kata çıkın falanca beye sorun." Tamam dedim oflayarak. Falanca beyle merdivenlerde karşılaştım. Fotokobi parasını sordum. Sayfası 50 krş dedi. Yuh! Resmen soygunculuk. "Beyfendi bu kadar ucret mi olur?" diye cırlayıverdim. Falanca bey bilmem artık diyerekten beni müdürün odasına yönlendirdi. Artık iyice sinirden fıttıracak durumda amirin mekanına girdim. Müdür beyle şöyle ufaktan bir münakaşa yaşayarak makul bir fotokobi fiyatı belirledik ve ben alt tarafı 10 sayfa kagıt icin koca bir saat aşağı  in, yukarı çık debelenip durdum.

Ya dostlar, öyle çıldırdım ki daha da o kütüphane kitap almak ve birşeyler okuma dışında hiç bir şey yapmıyorum.

23 Haziran 2012 Cumartesi

İşte Lezzet Cini Ne Dilerseniz Yapıyor!


Açlıktan bütün enerjini kaybettiğin bir anda, tek arzun bir hareketle bütün masayı yemekle doldurmak iken, sihirli bir lambadan ‘iştelezzet’ cini çıksa ve dileğini gerçekleştirse…

Bu satırları okurken, içerleyip hayal dünyanızda kaybolmaya başladıysanız korkmayın. Ne iflah olmaz bir hayalperestsiniz ne de umutsuz bir ev kuşu. Sadece henüz www.istelezzet.com’u keşfetmemişsiniz! Markanın eğlenceli reklam filmi burada...


Yemek Siparişi Sepet ile Taşınmaz...:) from Istelezzet on Vimeo.
‘İştelezzet’ ciniyle günün hangi saati isterseniz, uçsuz bucaksız yemek masasına oturacağınızı ve o masada hiçbir çeşit sınırlaması olmadığını düşünün. Yapmanız gereken tek şey canınızın ne istediğine karar vermek, hepsi bu!

En hızlı hizmetiyle, sunduğu geniş seçenekler ile tüm lezzetler sofranıza gelsin. Üstelik tüm güzel deneyimlerinizi birikime dönüştürme şansıyla birlikte… Verdiğiniz her siparişte puan kazanıp, kazandığınız puanlarla kendinize ve sevdiklerinize müthiş lezzetleri ücretsiz  tattırabilirsiniz.
Unutmayın bu fırsatlara başka hiçbir yerde ulaşamazsınız. ‘iştelezzet’ cini sizi bekliyor!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Allah Aşkına Sus!

Gene uzun uzun birisinin yoğun konuşmalarına maruz kaldım. Beynim yandı resmen. Allah bir gün benim bu dinleme huyum yüzünden belamı verecek, yeminle.

Diyarbakır'da Koşuyolu parkında bir bankta kitap okurken olan oldu dostlar. Uzak bir banktan hangi kitabı okuduğumu soran kpss'zede genç kitabı inceleme bahanesiyle yanıma oturdu ve bir daha kalkmadı. Öyle çok, öyle çok konuşuyordu ki bir ara bir es bulup "sus artık" diyecek kuvveti bulamıyordum kendimde. Eleman beni etkilemek için tüm yüzeysel kpss genel kültür bilgilerini üzerime kusuyor, bir yandan da "ee, ben çok konuştum, biraz da siz anlatın." diyordu. Ben tam Ankara diyeceğim, hoop sözü ağzımdan alıp, yarım saat, içinde Ankara geçen ne kadar tarih, coğrafya, siyaset, edebiyat varsa tek tek sıralıyor, bir yandan da konuşmanız ne kadar hoş diye iltifatlar yağdırıyordu. Lan, ne kadar konuştum da konuşmamı güzel buldun, be hey çenesi düşük genç.

Neyse telefon numaramı istedi. Neymiş benle her zaman görüşmek istiyormuş. Ama ben durur muyum, "Öyle parkta tanıştığım insanlarla düzenli görüşmem ben." dedim. Elemanın dediğine bakın ama. "Keşke sanal alemde tanışsaydık." Allahım sana geliyorum. Allahtan o arada zaten telefonunu beklediğim "Okuyan Adam " aradı da, kurtuldum çocuğun elinden. Hayır "erkek arkadaşım var. diyorum, "bizde her yol var. Sosyal arkadaş oluruz, iletişim arkadaşı oluruz, yoksa msn arkadaşı oluruz." deyip duruyor. Çocuğa bakın hele, resmen "kalede kaleci varken gol atmayım mı?" havalarında. Dedim ki "valla beni buralarda görürsen selam verirsin, yoksa sana telefon numaramı vermeyeceğim." sonra bir hışımla kalktım oğlanın yanından. Hala hatırladıkça sinirden gülüyorum.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Diyarbakır Keşifleri [Devlet Hastanesi]

Rahatına düşkün biriyim, biliyorsunuz. Haliyle yoğun tempolarda vücudum isyan ediyor.  Hem derse girip hemde akşamları hizmet içi eğitime gitmekten bitkin düşmüştüm. Üstüne üstlük günlerce süren baş ve yüz ağrımdan dolayı fena halde kendimden geçince "ehh yani!" diyerekten hastanenin yolunu tuttum. Diyarbakır'daki pek çok insan özel hastane diye tutturuyor. Bense devlet hastanesi diye. Ankara'da alıştık tabi numune, eğitim araştırma hastanelerine, garip geliyor bana öyle sıra beklemeden muayene olmak. 

Geçen çarşamba sabahı çıktım dışarı, buranın meşhur uçan dolmuşlarından hastaneler hattına bindim, devlet hastanesinin önünde indim. Sıra alma bankolarına vardığımda Diyarbakır için çok normal bana ise garip gelen bir uygulamayla karşılaştım. Kadın erkek ayrı sıralardaydı. Olabilir tabi. Açıkçası o kalabalıkta rahat hareket etmek için güzel bir uygulama gibime de geldi hani. Artık bilmiyorum başka bir sebebi var mı? Neyse sıra bana geldi. SONUNDA! Bankodaki adam dalgacının teki, benim etrafa garip garip bakmamı fark etmiş olacak ki "İlk defa mı geliyorsunuz, ne kadar kalabalık değil mi?" dedi. Ay, kendimi resmen hanım evladı, lüks hastanelerden çıkmayan bir tip gibi hissettim. Durur muyum bende, serde erkeklik var. Hemen "Yo Ankara'daki hastaneler de böyle kalabalık." diye lafı yapıştırıverdim. Bende devlet hastanesi çocuğuyum kardeşim, Allah allah ya. Ama adam yılışmaya devam ediyordu. KBB'den sıra alıyorken "gözden de sıra alabilir miyim?" diye sordum. Adam hastaneyi babasının malı olduğuna kalben öyle inanmış olacak ki "Normalde vermiyorum ama senin için bu seferlik verelim." demez mi? Dedim "kızım kaç kaç, bir daha da bu hastaneye geldiğinde o adamın bulunduğu bankodan sıra alma."

Galiba hastaneleri seviyorum ben. Artık bunu kendime itiraf etsem iyi olacak Daha doğrusu karıncalar gibi oradan oraya ivedilikle hareket eden insanları, yavaşca yürüyen yaşlıları, sırtlarında gereksiz havalarını taşıyan hemşireleri, bazı mütevazı, çokça da bedenleriyle "onca sene ben bu bölümü okudum, asistan, uzman oldum" diyen doktorları, üniforma giyince tüm enerjilerini makyajla gözlerini ortaya çıkartmaya yemin etmiş sekreterleri daha kimler kimleri. Tarafsız bir gözle bakınca öyle eğlendiriyor ki, anlatamam. 

Misal gözlüğümün ölçümünün yapıldığı odadaki kadının telefonda tesisatçısına "Bir daha sizi çağırmayacağım. Oyalıyorsunuz." tarzında atarlanması ve beni beklettiği için sessizce pardon diye göz kırpmasını izlerken içe doğru kahkaha nasıl oluyormuş tam anlamıyla yaşadım. Bu arada kafa karışıklığından olacak yanlışlıkla göz tansiyonumu da ölçtü. 13/14. Oldukça normal gözlerim varmış.

Kulak burun boğaz doktoruysa amerikan filmlerindeki bilgisayar manyağı tiplere benziyordu. Kilolu, gözlüklü, kıvırcık hafif uzamış saçlıydı.Ayrıca da film karesini tam yansıtmak istercesine gri family guy tişörtü ve salaş bir kot giyiyordu. Doktor işte bu haliyle boğazımı ve burnumu kontrol edip Sinüzit olma ihtimalim dolayısıyla beni tomografi çekimine yolladı. Sonuçları yarın alabilecekmişim. Gittim doktorun yanına tekrar "yarın çalışıyorum. Siz kaça kadar hastanede olacaksınız" dedim. Söylemez mi biraz bekleyin sisteme düşmüş olacaktır. Bakarız bilgisayardan." diye. Var ya işimin çabuk bitmesi sevinciyle heyecanlanırken bir yandan da "madem bu şekilde de işler yürüyor, neden insanları günlerce uğraştırıyorsunuz o zaman" diye sinirlenmekten kendimi alamadım. Neyse sol gözün arkasından enseye kadar sinüsler doluymuş. Göz ağrısı da yaparmış ki ben göz ağrımın nedenini tamamen gözlük takmamaya bağlıyordum. 

Ve böylece saat sekiz buçukta geldiğim hastanede on iki de işim bitti. Gene bir sürü ilaç sahibi oldum. İlaçların yan etkisine gelince bir hayli düşündürücü. Ağrı kesicinin yan etkilerinde baş ağrısı yapabilir yazarken, burun spreyinde burun kanaması normal görünen bir yan etki yazıyordu. Sormayın bir ara da bir ilaç yüzünden az kaldı depresyona giriyordum. Meğer o da o ilacın yan etkisiymiş. Neyse bakacağız artık.

29 Nisan 2012 Pazar

Kabuğunu Çatlatamayan Civciv Psikolojisi

Nerede yaşarsan yaşa er geç seni de "kabuğunu çatlatamayan civciv psikolojisi" kıskıvrak yakalayacaktır. İster New York, Paris, İstanbul, Londra kadar kozmapolit bir şehirde istersen Kırşehir'in küçücük bir kasabasında hayatını kurmuş ol sorun değil. Sorun olan ne biliyor musunuz? İnsanın zaman zaman yaşadığı çevreden başka yerlerinde olduğu inancını kalben ispat etmek istemesi. Televizyonla, internetle olacak şey değil bu. Bilakis gidecek görecek, yolun sonsuzluğuna kendini bırakacaksın. 

Geçen Hafta 23 Nisan tatilinde terminale gittim Diyarbakır'a yakın ve masrafı ucuz olan şehirleri araştırıp içlerinde Şanlıurfa da karar kıldım. ve ilk otobüse bindim. Tamam buraya kadar her şey normal. Her zamanki yaptığım türden bir yolculuk. Farklı olansa şehri hiç gezmemiş olmam. Urfa terminaline vardığımda orada bir saat oyalanıp Diyarbakır'a geri döndüm. Amaç neydi peki? Amaç yoldu. Amaç sonsuzluk duygusuydu. Amaç uzun süredir Diyarbakır sınırından burnunu dahi uzatamamış biri olarak çekip gidebilme ihtimali olduğunu hissedebilme ihtiyacımdı.

Aslında her şey 23 Nisandan hemen önceki cuma günü başladı. Ana sınıfı malzemelerini götürmek için yanıma seyahatlerde kullandığım sırt çantasını almıştım. Sonra dersler, tören bitti. Biz köyden Diyarbakır'a döndük. Eve gitmedim. Canım çok sıkılıyordu. Sülüklü handa kendime bir şeyler ısmarladım. Çantam masanın kenarındaydı. Tatil zamanı ya gezginlerin de bir kısmı çantasıyla hana gelmişti. İçimde kıpırtılar baş göstermeye başladı. Garsonlar da zaten gezgin muamelesi yapıyordu bana. Sonra handan dışarı çıkıp yürümeye başladım. Yolda karşılaştığım tanıdıkların söylediklerinden, insanların bakışlarından da belliydi ki çoktan üzerime gezgin duruşu gelmişti. Üzerimi kocaman bir hüzün kapladı. Kapana kısılmışlık, kabuğunu kıramamazlık, sıkıştırılmışlık duygusu- artık adına ne derseniz, ondan- geldi bana. Ya hu bu şehre geldiğim 5 Şubat akşamından beri Diyarbakır'dan dışarıya burnumu bile uzatmamıştım. Daha fenası neredeyse tüm arkadaşlarım bir yerlere gezmeye gitmiş, üstüne üstlük bir de sevgilimle görünüşte hafif, içindeyse ağır sürtüşme yaşamıştım. Bende gittim 23 Nisan sabahı terminale, yine "ne ayak bu kız" bakışları eşliğinde Diyarbakır'a komşu illerin tek tek otobüs saatlerini, bilet fiyatlarını sordum. En uygunu Urfa geldi. 9.30 otobüsüne bilet aldım.

Aslında tren severim biliyorsunuz. Ama burada günü birlik şeyler için böyle bir şansım yok. Fakat nasıl sıkıldıysam otobüs koltuğuna bildiğimde öyle huzurla doldum ki böyle bir huzur yok dedim. Ta ki şöför kontağı çevirip yol almaya başlayıncaya kadar. Asıl huzur yolun akıp gitmesiymiş meğer. Hatta otobüs koltuk aralarının dar, muavinin bir tuhaf, çocuk ağlamaların gırla olması, üstüne üstlük yolun son bir saatini, biletimi iki kişiye sattıkları için, muavin koltuğunda geçirmem bile bu huzurun kaybolmasına izin vermedi. Sonra yol bitti. Otobüsten inip terminal civarını dolandım. Diğer otobüsün saati geldi. Bindim ve Diyarbakır'a döndüm.

Gidiş huzursa dönüş rahatlamaydı benim için. Bedenim gevşemiş, gözlerimse yavaş yavaş uykuya selam çakmaya hazırlanıyordu. Mutluydum ya hu. Şanlıurfa'ya hiç bir şey yapmamak için gittiğim için mutluydum. Can sıkıntım geçtiği için, huzursuzluğun yan etkisi olan fazla enerji yerini tatlı bir yorgunluğa bıraktığı için mutluydum.

Bu şekilde de eve vardım. Ev arkadaşlarıma kayıtsız bir şekilde Urfa'ya gidip hiç bir şey yapmadan döndüğümü anlattım. Onları şaşkın surat ifadeleriyle arkamda bırakıp odama gittim

4 Nisan 2012 Çarşamba

Diyarbakır Keşifleri [devam]

Diyarbakır'daki farklılıklarla alakalı yazılara devam edeyim diyorum dostlar. Bu seferki örnek taziye evleri. Açıkçası bu konuda oldukça peşin fikirli davrandım. Yine! Hatta bu yüzden kendimden nefret ediyorum. Bir önceki yazınin yorumunda "cenaze için ev yerine burada toplaşıp ağlasiyorlar" gibi salak saçma birşey demiştim. Ne bileyim ilk  sorduğum bay çok bilmiş öyle demişti bana. Sonra o günün galiba ertesi akşamı bir arkadaşla taziye evlerinin yanından geçerken buraların bir dayanışma yeri olduğunu buradan kalkan cenazelerin parasız kalktığını anlattı. Sonrasında bir de gelen başka bir yorum da bunu vurgulayınca dedim ki vay kitap gibi kız vay. Gene sınıfta kaldın. Gene ninova olayı gibi bunu da eline yüzüne bulastirdin. Tü allah senin cızırtini vermesin emi. Birde kendimle alakalı bir gerçek daha keşfettim onu söyleyeyim. Asla bir kedi annesi olamam. Evde hayvan besleyecek bir adam değilim ben. Yahu acıkıyor, miyavlıyor. Oyun oynamak istiyor, bacağına yapışıyor. Odanın kapısını tırmalıyor, daha neler neler. Bunlar uzaktan bana çok şirin gelirdi eskiden. Ama şimdi... Bir de ben ani hareketlerden hiç hazzetmem. Fakat bu hayvan seni en dalmış anında gafil avlıyor kkkııuuvvvv diye atlayıveriyor sırtına. Yav evdeki kızlar onun bu hareketlerine bayılıyor ama bana ters be. Allahtan kedi beye yüz vermediğimi kendi de fark etti de çok ilgilenmiyor benle. Yoksa yakında ya o ya ben diye çırıl çırıl ötecektim kızlara. Evet dostlar hayvanları koruyalım tamam ama evde sakat yahu.

24 Mart 2012 Cumartesi

farklı kültürsüzüm

daha önce bilmediğin bir kültürde öğretmen olmak hakikaten tuhaf. Tamam Diyarbakır'a gelmeden önce dizilerden falan az çok bir şeyler kapmışlığım var ama yeterli olmuyor işte. Misal çocukların tuhaf batıl inançları. Kertelkele görünce dişlerini sayıyorlar. Çünkü onlar saymazsa kertelkele gelip geceleyin dişlerini sayarmış. Ya da tırnaklarım uzun olduğu için şeytan kaşığı yaftası yiyorum. İlginç farklılıklarda var tabi. Örneğin çocuklar ev resmi yaptıklarında hiç çatı çizmiyorlar. Yani daha doğrusu ben öyle sanıyordum. Hatta çatısı nerde bu evin diye belirttiğim çok olmuştur. Sonra şöyle bir baktım köye bir tane bile çatılı ev yok. Hepsi üzerinde yataklar bulunan damdan ibaret. Allahım salağım ben dedim var ya. Çocuklar tabi çevrede gördüğünün resmini yapacak. Bunların haricinde bir de sürekli köyle şehir arası gidip gelmek de var. Toz topraktan akşam üstü ve hafta sonları hareketli bir şehir hayatına geçiyorsun. Daha bir kaç saat önce bir köy evinde tandır ekmeği yerken akşam nezih bir kafede oturuyor buluyorsun kendini. Tamam ne var ki bunda diyorsunuz. Tabiki hiç birşey yok. Sadece bu hızlı geçişler dengemi fena sarsıyor, onu demek istiyorum. Not: bu aralar komik yazı yazmak istiyorum aslında. Dur ben bunun üzerinde çabalayım.

17 Mart 2012 Cumartesi

içimin özetinin özeti

soyut yazacagım bugün. Karışık seyler yasıyorum. Hiç olmadıgım kadar rahat, hiç olmadığım kadar boşum. Belki bilirsiniz anasınıfı öğretmenleri genelde çok çalışır. Materyal hazırlama felan. Ama benim ücretliden kalma taze etkinliklerimden mütevellit boşun boşuyum. Her sey elimde ve kafamda hazır. Bir sürü bir sürü arkadaş edindim. yalnız öğretmen arkadaş ortamlarından yakında kusacağım. Geçen hafta kalabalık bir grupta çocuğun bir tanesine senin branşın ne diye sordum da bana polis demesin mi? Sanki görülmedik meslek. Nasıl şaşırdım anlatamam. Herkesin derdi farklı. Kimi evlenmelik kız/erkek arıyor, kimi yatacak yeni yüzler, kimi de sadece benim gibi takılmak, eğlenmek, gülmek. Ve harbi bana encok bu takılma meraklısı dostlar samimi geliyor. He ben bu arada ya ıyy gıcık ya da ay ne samimi, enerjik yaftası yiyorum. İyi mi kötü mü? Not: su 3g'li telefonlardan aldım. Kfam ekrandan ayrılmıyor. Ha bire nette dolaşıp duruyorum. Radyasyon manyağı olacağım, yakındır.

6 Mart 2012 Salı

Peşin Fikirliliğin Zararlarından bir Kuple

Bazen bilmediğim bir şey hakkında saatlerce dalga geçip coşabiliyorum. Sonra aslında ne olduğunu öğrenince de hönk diye kalıyorum.

Malum artık yerimiz Diyarbakır'da sabit, ondan bir örnek vereyim. Buranın ünlü bir alışveriş merkezi var. Adı Ninova. Bu kelimenin anlamını bilmeyenler için, kulağa ne kadar batılı geliyor değil mi? Ulan diyorum bende "Ne diye buraya ait bir kültürden kelime koymazlar ki, şuna bak Ninova. Ne bileyim Dicle Avm olsaydı, Amed avm, Tigris avm ya da Diyar avm" (Aklıma pek öyle havalı isimler gelmedi, idare edin.) 

Dalga geçiyorum, milleti güldürüyorum, kendimden geçip eğleniyorum derken bir gün okuduğum bir kitapta "Yezidiler şehri Ninova" yazısı geçmesin mi? Kitap da Mehmed Uzun'un Dicle'nin Yakarışı hani. Tam buralardan bahsedeni yani. Kitaba tekrar tekrar bakıyorum, yok canım yazım hatası falan yok, bal gibi de Ninova. Sonra  baktım bu böyle olmayacak, araştırdım soruşturdum daha doğrusu vikipedi'ye baktım ki ne göreyim. Ninova'nın dicle nehri kıyısınıa kurulmuş Asurlular'ın başketi olduğu  yazmıyor mu? Allahım, cahilliğimden değil ama salak salak etrafta yaptığım şebekliklerden öyle utandım ki anlatamam.

Bu da böyle bir peşin fikirliğimin anısıdır işte. Neyse dostlar bana müsaade. Daha gidip yanlış bilgi verdiklerime dağrusunu anlatma gezi turlarına çıkaracağım.

4 Mart 2012 Pazar

Ah Takıntım Vah Takıntım

Bazen kendimi alakasız bir şeyi takıntı haline getirmiş şekilde yakalıyorum. Hoş rahatsız değilim bu durumdan da ah şu etraftaki insanların dudak büküp bakmaları yok mu?

Bundan beş altı yıl önce kule vinçleri takıntı haline getirmiştim. Sanki çok önemli bir sınava hazırlanıyormuş gibi, işleyişini, yüksekliğini, getirdiği kazancı, vinç operatörlerinin ne kadar kazandığını, prestijini falan sorgulayıp duruyordum. Her gördüğüm kule vincin resmini çekiyor, netten onun ilginç resimlerini topluyor, inşaat mühendisi, mimar bilumum bu sektörle uğraşan herkesin kafasını sorularımla ütülüyordum. Lan öyle manyaktım ki Ankara Güvenpark'ta otururken termosuyla dolaşarak çay satanlardan bir bardak alır kule vinç manzarasına karşı içerdim. Üsküdar'daki kütüphanenin marmaray şantiyesi manzaralı olmasına dikkat eder, o gün vinç çalışmıyorsa eğer "Allah allah, hava günlük güneşlik, niye dönmüyor ki?" diye hayıflanırdım. Boğaz köprüsünden otobüsle geçerken deniz değil vinçler mest ederdi beni.

Yanımdaki arkadaşlar ilk başta gülüp benle dalga geçerken yavaş yavaş ayak uydurmaya başladılar. O sarı metal zürafaları gördükçe "bak" diye gösterir oldular. Bana resimlerini çekip getirmeye, kendiliklerinden onun hakkında öğrendikleri şeyleri süratle yetiştirmeye başladılar. Bazıları bir kafeye oturduğumuzda şantiye manzaralı tabureyi verirlerdi bana. 

Bu takıntım yüzünden kendimi asla doğal hayata gidemeyecek kötürüm bir belgesel manyağı gibi hissediyordum. Üzülüyordum deli gibi yahu. Ama en sonunda canıma tak etti. "N'apıp etmeli, o şantiyeye girip vinçleri yakından görmeliyim." dedim. Güvenpark'ta otururken çantamdan eski püskü bir defter çıkarıp anket soruları hazırlamaya giriştim. Öyle coşmuştum ki soruların ne kadar aptalca olduğunu fark edemiyordum bile. Yazmam bitti. Şöyle düzeltmek için baktım, pek bir şeker olmuştu sorular. Hızlıca meydandaki şantiyenin teneke kapısına varıp kapıya güm güm vurmaya başladım. İçeriden sırıtık, tuhaf, genç bir bekçi çıktı. Öyle kaynağı nereden geldiği belli olmayan bir öz güven gelmişti ki hemen konuşmaya giriştim. "Merhaba ben Marmara Üniversitesinde okuyorum. Kule vinç operatörlerinin psikolojik baskı süreçleriyle ilgili bir araştırmam var. Operatörünüz'le görüşebilir miyim?" Yahu şu cümlenin ucubeliğine bakın hele. Neresinden tutsanız elinizde kalır. Bekçi de salak değil ya anlatı tabi. Beni şöyle "martaval okuma" diyen bakışlarıyla baştan aşağı süzdü süzdü süzdü. Sonra gözlerini gözlerime dikip "Şu an çok yoğunuz, başka bir gün gelin." deyip şrakk diye gıcırtılı kapıyı yüzüme kapattı. Bir kaç saniye öylece kapıya bakakaldım. Sonra da şöyle bir "n'oluyo yav" diye silkinip evin yolunu tuttum kös kös. 

Gerçi bu olay beni vinçlerden vazgeçirmemişti ama bir daha şantiyelerin önünde ciğerci kediler gibi dolaşmamı da engellemişti doğrusu. Neyse ki şimdilerde bu takıntımdan kurtuldum. Darısı diğer takıntılarıma ve takıntılı insanlara...

Not: Yahu kenarda azıcık üyesiyle facebook sayfam duruyor. Beğenseniz pek şükela olur.

3 Mart 2012 Cumartesi

Kartalkaya'yı Ateşleyenler



Hayalin bir dağın tepesine karlarla kaplı olsa da ateşle iz bırakmak kadar zor bir şey olsa bile peşini bırakma. Önce hayal eder, sonra o hayale inanırsın; nasıl yapabileceğini tasarlar ve denersin, yılmadan. Yeterince denersen, neden olmasın?

Onlar tam da bunu yaptı. Karlarla kaplı Kartalkaya’nın zirvesine ateşle iz bırakabileceklerine inandılar. Burn, sadece ihtiyaç duydukları cesaret ve enerji desteğini sağlayarak bir hayali ateşledi. Onlar da tutkularının peşinde yola çıktılar. Boardlarını hazırladılar, pompalarla modifiye ettiler, rampalarını kurdular ve kaydılar. Olmadı, baştan aldılar, onları amaçlarına ulaştıracak şartları gerçekleştirmeyi başarana kadar, tekrar tekrar.

Ve 3. gün de bitip gece yarısı olduğunda Kartalkaya’da istedikleri ateşi yakmayı başardılar. Çektikleri videoyla da ‘İçindeki kıvılcım nasıl kocaman bir ateşe dönüşür’ü hepimize gösterdiler. Tutku ve cesaretle yanmayacak ateş yoktu, inandık. Burn, gençleri tutkularından başka bir şeye kulak asmadan, istediklerini alana kadar denemeye, vazgeçmeden denemeye çağırıyor. Tutkuları cesaretle besleyen kocaman bir ateş yakmak için Burn gençleri ateşlemeye devam edecek.

İçindeki kıvılcımı farket ve büyüt. Burn ateşler.

http://www.facebook.com/BurnTurkiye

Bir bumads advertorial içeriğidir.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!


Bana en çok Turuncu VAIO yakışıyor!

Ünlü moda ikonu Ece Sükan, Sony VAIO için ilginç bir işe imza attı. Blogların renkli dünyası ile Sony VAIO'nun renkli dünyasını birleştiren Ece Sükan, bir çok blog gibi benim blogumu da inceledi ve yakışacak olan rengi belirledi. Ece Sükan, blog içeriği, tasarımı, duruşuna göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana Turuncu VAIO'yu seçti.
sony-vaio
Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin...

Bir bumads advertorial içeriğidir.

26 Şubat 2012 Pazar

Paranoyaklaştıramadıklarımızdan mısınız?

Diyarbakır'a atamam yapıldığında bilimum arkadaş ve aile çevrem tarafından korkulu gözlerle abluka altına alındım. Zira şehrin dışarıdan görünen imajı malum. Gerçi ben inatla gitmek istesem de nasıl bir yerle karşılaşacağımı kestiremiyordum açıkçası. Hayır bir aç vikipedi'yi de şehrin genel tanıtımını oku bari. Onu da yaptığım yok. Bildiğiniz korkuyorum lan, bilgisizlikten korkuyorum. Haberlere felan bakılırsa her an, her dakika silahların, ses bombalarının patladığı; eli taşlı çoluk çocuğun cirit attığı bir yer zaten. Ama serde erkeklik var ya tırstığımı belli de edemiyorum. Öyle sırıtık sırıtık dolanıyorum etrafta. Yahu zaten benim çevrem de nasıl bir çevreyse Diyarbakır'a atandığımı duyan herkes ya "gitme bence" diyor ya da "aman sakın ev tutma, öğretmen evinde kal. ya evi basarlarsa" diyor. Kimisiyse içindeki fikri sadece yüzüne yansıtırcasına beni son gördükleri an o anmış gibi bakıyor. Anlayacağınız zaten titrek olan atanma mutluluğum hepten yerlere yattı. He, anne faktörünü de unutmamak gerek. Kadın safi parayonaklaştırma makinası. "Aman kızım, kimseyle muhattap olma, evden dışarı fazla çıkma. İşini gör hemen eve gel. Okulda ders dışında fazla kalma. Arkadaş olma. Karanlığa kalma. Kalabalık yerlerde dolanma." Duyanda Afganistan'da ateş altında çalışacağım sanır. Diyarbakır yahu orası. Günde en az 15 20 tane uçağın inip kalktığı kocaman bir şehir.

Anlayacağınız böyle bir psikolojiyle geldim Diyarbakır'a. Bir de bunu salak salak etrafa belli ettim. Düşünsenize geldiğimin ikinci günü öğretmen evindeki görevliye "Gece buralarda dolaşmak güvenli mi?" diye sordum. Adam ne dese beğenirsiniz "Yanında silahın var mı?" ardından da kocaman kahkaha atıp yahu "sen nerden geldin?" deyiverdi. Bildiğiniz kıpkırmızı oldum. Adama da Ankara diyemedim artık da küçük bir ilçe adı sallayıverdim. "Oralar küçük yerler, burası büyükşehir burda herkes dışarda" dedi gülerek. Anlayacağınız küçük, geceleri sokağa çıkılmanın tehlikeli olduğu bir yerden gelen taşra dilberi oldum adamın gözünde. Galiba, uzun bir süre öğretmen evine gitmeyeceğim. 

Şimdi sokaklarda rahatça dolanıyor ve ürkek hallerimi arkadaşlara anlatıp eğleniyorum. 

Not: Bu yazıyı daha önce yazacaktım ama malum anne sansürüne takıldım. 

25 Şubat 2012 Cumartesi

Kedi, Şehir ve Yollar

Çalıştığım okul merkeze çok yakın bir köyde. Servis falan yok. Bir öğretmen arkadaşın arabasına doluşup tıngır mıngır surların yanından geçerek köye varıyoruz. Her sabah koştur koştur beni alacakları yere gidiyorum. Çünkü her gece geç yatıyorum. Polatlı'dayken bir ara tavuklarla "sen mi önce yatacaksın ben mi?" yarışına girmiştim halbuki. Televizyon yüzünden tabiki. Herkese "tv mi, ben radyo dinliyorum yav" diye hava attığım günler geride kaldı resmen. Şimdi en fazla "feriha mı ben yalan dünya izliyorum" havası atabilirim. Huy mu değiştiriyorum nedir. Ben de baktım bu olacak gibi değil, gittim kendime küçük şirin, flash bellekten de müzik çalabilen bir radyo aldım. Eğer salona fazla uğramazsam tv'den de kaçabilirim. Virüs gibi yahu, sardı mı sarıyor.

Okul yolum kendimi bilgisayar oyunlarının içinde hissedecek kadar bozuk. Sürekli asfalttaki ufak ve büyük çaplı çukurlara girmemek için bir sağa bir sola kıvrılıyoruz. Bazen "Hugo üçe bas, ahh kaçırdın gene gitti bir can!" felan diyesim geliyor.

Öğleden sonraları genelde eve gidiyorum. Dedim ya huy değiştiriyorum diye, hemen yemek yeyip dinlenme moduna geçiyorum. Eğer keyfim yerindeyse eve yakın bir iki tane alışveriş merkezi var. Onlara gidiyorum. He, alışkanlık değiştirdim diyorum ama o kadar da değil. Hala uzun uzun mağaza gezmek yerine kitapçıya dalıp çıkamama huyum devam ediyor. Buna da şükür, valla bir ara alış veriş merkezlerini artık sevdiğimi fark edince "Acaba içime ne kaçtı?" diye kendimden iyice şüphelenme noktasına gelmiştim. Yav, bak kendime iyice yüklendim iyi mi. Halbuki gene gittim buranın kütüphanesine üye oldum, daha ne olsun. Mart'ın 15'i gelsin kısa Diyarbakır çevre gezilerine de başlarım hem. Ama ilk önce kendime ucuz mucuz da olsa bir fotoğraf makinesi almam gerek. Geziyorum falan iyi de blogta yayınlayacak şifa niyetine bir resim bile olmuyor elimde. 

Üçü insan, biri hayvan olmak üzere evde dört kişiyiz. Ben de, hayvan diye bahsettiğim kedi de evdeki diğer iki insanla iyi anlaşıyor. Bizse pek birbirimizden hazzetmiyoruz. O nefretini benim odama iki kere kakasını yapmakla ben de ona "KEDİ!!!..." çığlıklı hitaplarımla gösteriyorum. Aslında arkadaş sokaktan bulup evimize getirdiğinde severim ben bu "Paşa"yı demiştim. Ta ki sessizce salondan çıkıp odama kakasını yapana dek. Hoş artık kedi kumuna alışmış, veterinere götürülüp bakımı, aşıları yapılmış temiz bir kedi olsa da kendini sevdirmek için benim yanıma geldiği pek söylenemez.
***
Efendim, karman çorman bir Diyarbakır yazısıyla karşınızdaydım, esen kalın dostlar...

Not: AZC plaza'daki Best Cafe ne güzel yermiş öyle.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Diyarbakır'a Güzelleme

Dostlar, kendime nazar değdirdiğim çok olmuştur. Resmen sırf bu yüzden günlerdir kendime maşallah demekten dilim kurudu. 

Diyarbakır'da ilk gün kolayca kaydımı yaptırdım. Ardından da son son sürat tanıştığım bir kızla akşama kadar gezdikten sonra birlikte ev arkadaşı arayan bir kızla görüştük. Ertesi gün de pılımızı pırtımızı toplayıp eve taşındık. Ev oldukça merkezi. Kütüphaneye, sinemaya, tiyatroya, bankalara yürüyerek gidilebiliyor. Yani bundan iyisi şam'da kayısı. Yeme de yanında yat. Şimdilik iyi anlaşıyoruz. Bakalım gelecekte n'olacak? Ayın on beşine kadar kendime sadece bir şilte aldım. On beşinden sonra, ikinci elleri, ucuz mobilyacıları dolanıp mümkün olan en az paraya baza, dolap, masa vs, alacağım. Ki borca girmeyeyim, ki para biriktirip ilk fırsatta gezebileyim. Anlayacağınız gırtlağı tutacağım, kemerleri sıkacağım.

He, bu arada 26. tercihten gelip gelebileceğim en iyi yerlerden birine gelmişim meğer. Burası çok rahat, çok güzel. İnsanlar yardımsever, seni hiç yadırgamıyorlar. Canın sıkıldığında gezecek, oturacak çok yer bulabilirsin. Bir kütüphanesi var hele mükemmel. Rengarek, rahat okuma koltukları var her tarafta. Memurları da çok şirin. Yahu sevdim ben Diyarbakır'ı be. Aman nazar değmesin maşallah, maşallah:)

Diyarbakır'ın iki tane merkezi yeri var. Biri Dağkapı, diğeri Ofis. Tamam biliyorum Ofis ismi gerçekten çok komik. Ama güzel bir yer. 

Şehir Koşuyolu ve Batıkent semtleriyle sevdiğim iki güzel şehri hatırlatarak bir artı puan daha alıyor benden.

Bu arada ya her şöförü deli değil ya da bura insanının araba kullanma stiline alıştım. Zira artık dolmuş ve taksideyken o kadar kalbim ağzıma gelmiyor.

Burda herkes ama herkes kaçak çay içiyor. Öyle ki Ofisteki sanat sokağında Bir kafenin adı "kaçak Çay Kafe" 

Sanat sokağı demişken kardeşimle geldiğimizin sabahı oradaki kafelerin birinde kahvaltı yaptık ki şoka girdik. Tek kişilik serpme kahvaltı söylüyorsun ama gelen şeylerle üç kişi doyar resmen. Hem çokca da lezzetli.

Not: Dostlar, şöyle bir yazıya baktım da resmen Diyarbakır'a güzelleme yapmışım. Bu yazıyı okuyanlar arasında gezmeyi seven varsa mutlaka Diyarbakır'a da gitsin. Emin olun pişman olmayacaksınız. 

6 Şubat 2012 Pazartesi

Karanlıkta Anca Bu Kadar

Diyarbakır'a geldim, daha doğrusu geldik. Erkek kardeşimle birlikte. Ve hemen şimdi sıcağı sıcağına ilk izlenimlerimi yazmak istiyorum.

- Sevgili anneme kanıp kalın kapkalın şeyler giymeye gerek yokmuş. Burası da en en en fazla Ankara kadar soğuk olabilirmiş. Hatta daha bile az.

- Havalanı şehrin içinde neredeyse. O kadar merkeze yakın. Yalnız havaalanı taksicileri nereye giderlerse gitsinler en az 15 tl alıyorlar. Haberiniz olsun.

- Buranın bütün taksileri son düzenlemeyle tek tipe dönüşmüş bulunmakta. "renault kangoo"

- He bir de taksiciler amma cambaz. Makas atıp duruyorlor. Resmen taksideyken kalbim yerinden fırlayacaktı.

- Son olarak dakka bir gol bir, emlakçının biriyle tanıştım. "böyle olmaz. sizin acil ev bulmanız lazım. Elimde mükemmel bir kiralık daire var." dedi. Komedi!

İzlenimler şimdilik bu kadar. Haliyle akşam akşam bu kadarcık şey gözlemleyebildim.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Atandım

Daha gitmedim ama yarın Diyarbakır merkezde olacağım. Atamam şirin, tıfıl, küçücük bir merkez köy okuluna yapılmış. Öğretmenler köyde kalmıyormuş. 20 dk falan süren bir uzaklıkta git gel yapıyorlarmış. Neyse efendim, ortam güzel mi bilmem ama şimdilik istediğim en büyük şey gerçekleşti. Diyarbakır'da hem havaalanı hem de tren garı var. 

Dostlar bu seferlik bu kadar. Yarın akşam Diyarbakır uçağına biniyorum. Hadi, macera beni bekler. Görüşmek üzere...

2 Şubat 2012 Perşembe

Şubat Atamaları

Bir haftayı geçkindir yatıyorum atama, kalkıyorum atama. Çevremdeki herkesi kendimden iğrendirecek kadar ilgilendim bu konuyla. Ona "şu şehir nasıl", buna "hangi ilçenin iklimi güzel", şuna "ana okulu mu ilk öğretim mi tercih edeyim" diyerekten bilimum çevremdeki herkesi "yeter artık bi sus bi sus" dedittirdikten sonra en sonunda tercihlerimi yaptım. Ama resmen ben benden kaçabilsem ardıma bile bakmadan tabanları yağlardım. O derece beynimi bulandırdım yani. 

Ancak bu bıktırmalar yarın son bulacak. Yarın büyük gün. Yarın Türkiye'nin hangi doğu iline atandığım belli olacak. (Ya da atanamadığımı) Eğer atanmışsam, ilk işim acilen gidilecek yerde kalmak için bir oda ve bir bilet ayırttırmak olacak. Temennim, inşaallah havaalanı ve/veya tren garı olan bir yere atanmış olmak. Zira sonunda hafta içi çalışıp hafta sonu gezebileceğim bir yaşam standartına kavuşacağım. Tabi yolları kapanmış, kış boyu dışarısıyla ilişkisi kesilmiş bir yere gitmemişsem. Tercihlere bir sürü "Iğdır" yazdım. Diyorum ki Dilucu'na şöyle bir uzanıp ordan sonra da Nahçıvan'ı geçeyim. Len şaka maka öyle şehirler yazdım ki artık komşu ülkeler bana memleketimden daha yakın olacak. 

Evet dostlar bakalım bir sonraki yazımı size hangi şehirden, köyden, beldeden, ilçeden yazacağım? Bekleyin beni anacım.

Not: Arada bir reklam yazıları almaya başladım. Bir sonraki yazı reklam olacak aslında.

26 Ocak 2012 Perşembe

Akbil Makinesi

Bazen cihazlarla aramda kocaman bir anlaşmazlık olduğunu düşünüyorum. Arkadaşın wolkman'ı benim elimde bozulur, tren ben içindeyken greve başlar, çamaşır makinesi benim çamaşırımı yıkarken su kaçırır vs.

En son olarak istanbul'da akbil makinesi yaptı yapacağını. Hani şu sadece kağıt para ile çalışan makineler. İşte bu yüzden arkadaşa demir paraları tümlettim. Sonra koydum kartı makineye, parayı yuvasından itiverdim. Cihazdan "Kartınıza para yüklemesi gerçekleştirilemedi." diye bir ses gelmez mi? Ardından da iade etti parayı. Ama bakın nasıl? Parayı alt bölmeden beş tane demir para olarak verdi. Ana! Az önce arkadaşla bir kağıt, bir de beş demir liralarımız vardı. Şimdi size etti mi 10 demir para.

Neyse işte, demem o ki siz siz olun akbilinizi büfelerde yükleyin. Daha garanti.