Sayfalar

30 Kasım 2011 Çarşamba

Ulvi Değer Tabuları

Bayramda evime arkadaşım geldi. Birlikte gezdik, yemek yedik, başımız ağrıyana kadar sohbet ettik. Vel hasılı kelam çok eğlendik. Üniversitedeyken sürekli müzelere giderdik. Böyle garip bir, sergilenen nesne manyaklığımız vardı. İkimizde hala böyle bir özelliğimiz var mı diye çok merak ettiğimizden Ankara'da attık kendimizi müzelere. Savaş, tarih, sanat, arkeoloji müzeleri vs. Peki ne mi oldu dersiniz? Ben Resim heykel müzesi hariç hiç birini sevmedim. Bir gram bile. Hatta bildiğiniz kendime kızdım. "Kızım kendine gel. Bu zamana kadar müze derdin de hiç bir şey demezdin. Ne sergilense giderdin. Hayır, ilkokul öğrencileri kendi yaptığı abidik gubidik resimlerden müze yapmışlar deseler ona bile koşardın. Ne oldu sana?" Ben anladım ama ne olduğunu. Uzun üniversite döneminde sünger gibi herşeyi emmeye çalışan beynim sonunda tercih yapmaya karar vermiş olacak ki, sanat müzeleri hariç sıkıldığını dünya aleme ilan etmiş bulunuyor.

Efendim açıklayayım. Açıkçası artık müze gezmeye bayılırım demek çok aptalca. Hayır. Sen ne seviyorsun da onu gezmek istiyorsun orada. Resim, enstalasyon, antik eser, antik heykel, çanak çömlek, tarih, kurtuluş savaşı? Hangisi? 

Arkeoloji müzelerine eğer araştırmadan gitmişsem antik heykeller yoksa tabak, çanak, boncuk, sikke görmekten gına geliyor açıkçası. Çünkü ne olduklarını bilmiyorum. Kabartmalar, steller neyi anlatıyor acaba. Tümülüs ne demek? Yok bunları bilmiyorsam üzerinde "arkaik dönem bir kolye ucu" yazıyormuş da ne gam. Bu yüzden biliyorum, bu konuda daha çok okumam gerekiyor.

Tarih ve savaş müzelerine gelince, açıkçası belki de okullardaki sıkıcı tarih derslerinden olsa gerek, pufflayıp kalıyorum oralarda. Duvarlarda dip dibe kongre resimleri, askerlerin kişisel eşyaları falan. Belki de küçüklüğümden beri böyle yerlere çok gittiğimden benim için işin hiç bir esprisi kalmamış olabilir. Ne bileyim sanki Kütahya'daki ile Afyon'dakinin hiç bir farkı yok. Ama oralara girdiğimde beni basan kasvet içimdeki vicdan azabının bam teline de dokunuyor. Acaba milli hissiyatım yok mu? O kadar mı bencilim ben. Ama sonra anti vicdan şahıs devreye giriyor. Hayır müzelerdeki eserler, fotoğraflar düzgün sergilenmiyor ki anasını satayım. Aslında bak bu doğru. Milli değerlerimizi öyle bir kutsallaştırmışız ki eleştirsek başımıza taş yağacak gibi hissediyor, bir şey diyemiyoruz. Misal Anıtkabir. Dur bak, farklı bir konuya dalıyorum. En iyisi satır başı yapmak.

Anıtkabir'in yerinin nasıl seçildiğini biliyor musunuz? Şimdiki bulunduğu yer eskiden Rasattepeymiş. Anıtkabir'in kurulması için uygun bir yer ararken şehre hakim yapısından dolayı burayı seçmişler. Ama aslında Rasattepe bir tümülüsten başka bir şey değilmiş. Yani üzeri yığma toprak olan bir antik mezar. Ancak bu hiç durdurmamış o zamanın insanlarını. Üzerine yapılacak ağır yapı çökmesin diye fazladan para harcama pahasına yükseltivermişler Anıtkabir'i. Yalnız ne ironidir ki Anadolu tarihi Atatürk'ün talimatıyla araştırılmaya başlanırken yine onun anıtı bir antik mezarın üzerine kuruluyor ve içinde ne var ne yok, hangi ünlü kişinin mezarıdır, araştırılmaya tenezzül bile edilmiyor. Halbuki antik dönemde tümülüslere sadece ceset konulmaz aynı zamanda onun öteki dünyada kullanacağı varsayılan eşyalarda beraberinde gömülürdü. Yani anlayacağınız şimdi Anırkabir'in altında kim bilir ne eserler var gün yüzüne çıkamamış. 

Şimdi bir çokları bu paragraftan dolayı bana sinirlenebilir. Olay ne anladınız mı? Bazı değerlerimizi yüceltirken aynı zamanda onları öyle gereksiz tabular haline getiriyoruz ki. Atatürk'ün ölümünden sonra yapılan Anıtkabir'in konumunu eleştirirken sizce Mustafa Kemal Paşa'nın hatırasına saygısızlık ediyor muyum ben? Yahu "Beni Rasattepe'ye gömün." diye bir vasiyeti bile yok!

Bir de bizde milletçe bir şey var. Bir değeri yücelteceğiz diye başka bir değeri yıkmak, gizlemek, yok saymak.

Ayasofya'nın başına gelenler örneğin. Az buçuk sanat tarihi vs. alanlar osmanlıların yaptıkları camilerde hep ayasofyayı kendilerine örnek aldıklarını bilirler. (Taa m.s. 537 yılında yapımı biten Ayasofya ayarında ibadethaneleri biz tee ne zaman yakalayabilmişiz. Misal Sultan Ahmet camii. Yapımı 1616 da bitmiş. ) İstanbul fethediliyor. Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'yı cami'ye çeviriyor. Üzerindeki o canım mozaiklerde, camide suret olamayacağından dolayı, çinilerle kapatılıyor. ve diyor ki "bu yapıyı cami haricinde kullananlara lanet olsun." Ancak bana göre yaptığı dahiyane bir siyasetten başka bir şey değil. Eski medeniyetin en görkemli yapısını al, kendi medeniyetinin parçası haline getir. Şey gibi "biz bu topraklarda hep vardık aslında." Bu varan bir. Peki varan iki. Cumhuriyet kurulur, hanedan kovulur ve Ayasofya camii bu kez müzeye çevrilir. Eski mozaiklere ulaşılabilmek için de, üzerinden yaklaşık beş yüzyıl geçmiş, artık tarihi eser olmuş, çiniler sökülür bu seferde. Yani yine eski medeniyetin izini silme politikası.

Kızmıyorum bakın olanlara. Sadece bir resim göstermeye çalışıyorum. Diyorum ki yeni medeniyet kurulurken eskilerimiz hep tahrip ediliyor, harcanıyor ve bunlar da öyle ulvi değerlerle bize pazarlanmaya çalışılıyor ki eleştirmeye kalksak önce kendi kendimizi kınıyoruz.

Yahu keşke kendi tarihimizi hatalarıyla sevaplarıyla olduğu gibi kabul edebilseydik. Keşke korkmadan, çekinmeden rahatça eleştirebilseydik. O zaman tarihi şahsiyetlerimizi marazi değilde sağlıklı bir şekilde severdik. Bizim olduğu için, bizden olduğu için.

* * *

Aman, nereden nereye atladım. En iyisi ben kaçayım.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Başıma Bir İş Gelecekse: Ankara


İstanbul'da dört sene kaldım, kaç tane yer gezdim başıma bir iş gelmedi de ne gelecekse hep Ankara'da geldi, korkuyorum.

Misal bu yaz koskoca bir otobanda yalnız kaldım. Gecenin bir vakti. Arkadaşın düğününün dönüşünde bizi servisle şehir merkezine bırakacaklardı. "Beni en yakın metro durağına bırakın yeter." dedim, demez olaydım. Servis şoförü, hala neresi olduğunu bilmediğim, bir köprü başında durarak "bu köprüden geç, metro orda." demez mi? Zaten ben iner inmez de gazladı. Köprüye bir baktım ana! Üst geçide kamyon çarpmış girişini mühürlemişler. Kaldım mı ben, gecenin on ikisi, bir otabanda. Artık amcamı aradım. Evi yakındı, gel beni al dedim. Ama neresi olduğunu bilmediğimden "İşte binalar var, yan tarafta koşu yolu var." gibi tariflerden çok geç gelebildi garibim. Hayır kıyafetlerim de hiç öyle işe çıkmış gibi değil ama kime ne ki? Amcam yarım saat sonra anca gelebildi ve benim yemediğim korna kalmadı. Gerçi taksiler de korna çalıyordu ya onların mı müşteri yoksa benim mi yolcu olduğuma karar veremediğimden binemedim de. 

Bu insanları da anlamıyorum he. Hadi ben katilsem, Eskiden tecavüze uğramış ve bu yüzden tüm erkeklerden öcünü almaya çalışan bir seri katilsem, hadi birazdan arabasına bindiğim heyecan peşindeki adamı önce kafasından vurup sonra malum yerini kesip atacaksam. Değil mi ama. Yalnız bakar mısınız? Kendim gezerken aklımın ucundan dahi geçmeyen kötü senaryolar, başkaları için ne de güzel sıralanıyor. Pozitif ayrımcılık! Neyse amcam geldi de gittik. Şükür! Ben de az malın gözü değilim he. Sırf bana "bu senin indiğin yerin uygunsuzluğu nedir?" diye bağırmaması için arabaya biner binmez servis şoförüne sövmeye başladım. Adamın ne şerefi kaldı, ne anası, ne bacısı.

Peki şuna ne demeli. Onca farklı yerde otur, insanlarla sohbet et. Ama git, Kızılay'ın göbeğindeki cafe'de bir şizofrene yakalan. Yaşlı adam ilk başta sadece andropozun mel'un ağına düşürdüğü kurbanlarından biri gibi duruyordu. Deri ceket, motorcu tişört, gençlerle konuşmaya çalışması vs. Tabi yavaş yavaş madalyon arkasını çevirmeye başladı. Adam ne arap baharını bıraktı, ne de tarikatleri. Hepsi kendi eseriymiş, bu kıyafetler onun kamuflajıymış. Niye yüksek sesle konuşuyormuşum, herkes bizi duyabilirmiş. Ajanlar çokmuş etrafta. Deli mi akıllı mı belli değil. İçim iyice şişti. Gittim garsona bu adam kim diye sordum artık. o ise "he o mu, aman delinin, palavracının teki. Zararı yoktur. Ama sizi rahatsız ediyorsa yerinizi değiştirelim." İçimden oha dedim o anda. Adam harbiden de şizofrenmiş. Kaç kızım kaç. 

Trenin yolda kalması mı dersin, trafik kazası mı dersin, hep Ankara'da oluyor. Yok yok ben gezerken daha güvendeyim be. Hatta en iyisi ben hiç bir yere yerleşmeyip, anca gezeyim. Hem böylece uzun yaşamayı da güvence altına almış olurum.

22 Kasım 2011 Salı

Gezgin Kızın Ekürisi


Şu yazı da bahsetmiştim. Yazın üç günde dört şehir gezip son durak olarak İzmir'e gitmiştim. Hani trende ağa dizilerinden fırlamış gibi biri oturdu yanıma demiştim. Hah işte o benden önce inecekti. İnerken numarasını vermişti. "Bir ihtiyacın olursa ara" lafı arasında, iletişimi benimle koparma ayağına. O Kütahya'da inmişti ben Afyon'da. Öğleden sonra ben de Kütahya'ya gittim. Uzun yolculuklarda yol arkadaşlığını normal görürüm. Bu yüzden aradım. Madem "Sen de Kütahya'yı geziyorsun, birlikte gezelim." Beraber bir kaç müzeye gittik, kaleye çıktık vs. Bildiğin kültür gezisi işte. Arada da üniversite dertleri, hocaların gıcıklığı vs konular konuşuyorduk, o kadar. Yalnız, itiraf etmem gerekirse, gün boyu çocukla gezmekten çok sıkıldım. Sanki akşamında Balıkesir'e yalnız başıma gitmeyecekmişim gibi, sanki sürekli korunup kollanmaya muhtaçmışım gibi bir hal takınıp duruyordu. Fenalıklar geçirmek üzereydim. Akşam Kütahya'da garda treni beklerken "Bak yarın çok erken kalkman gerektiğini söylemiştin, hadi bekleme. Ben alışkımın garlarda beklemeye." diye diye zorla göndermiş yanımdan, ardından da derin bir oh çekmiştim. Yalnız ve özgür gezeceğim derken resmen yarım günüm bebekler gibi korunmakla geçmişti. Zaten anladım ki ya doğru bir yol arkadaşı seçeceksin, ya da hiç seçmeyeceksin.

Neyse ben gezimi bitirdim, vardım İzmir'e. Ertesi gün bundan bir telefon "nerdesin, ben Ankara'dayım." İzmir'de olduğumu duyunca hayal kırıklığına uğradı. Ankara'da olsaymışım keşke, onu gezdirirmişim vs. İşkillendim hareketlerinden ya pek üzerinde durmadım. Unuttum gitti. Neyse efendim gel zaman git zaman ben polatlı'da öğretmen oldum. Ve bir telefon daha. Sen git, okulu yarım bırak, gel Ankara'ya yeni bir bölüm oku. Anlayacağınız şimdi yakamdan düşmüyor. Arıyor, çağrı atıyor, mesaj çekiyor. Bir kere de yolda karşılaştım bununla. O ara nasıl hastayım ama. Üzerimden kıyafetler dökülüyor. Yarın işe gideceğim diye kuaföre gitmişim de alınan kaşın kıllarını yüzümden bertaraf etmeye bile enerjim kalmamış. Öylece Polalı'ya gitmeye çalışıyorum. Yolda rastlaştık. O ana kadar benden zorla randevu koparmaya çalışan bu oğlan beni görünce şoka girdi. Rahatsız bir yüz ifadesiyle "ne olmuş sana" dedi. hatta daha da ileri gidip "traş mı oldun? Yüzün kıl içinde." bile dedi. Kaba şey ne olacak. İnsan bir "geçmiş olsun" der. Akşama bir telefon geldi sonra. "Şey yemek yiyelim diyordum ya memlekete erken gitmem gerek." Ee, nerde gezgin, enerjik, kız nerde bu yüzü kaş tüyü dolu hastalıklı kız. Zaten ısrarcı tavrından iyice gıcık gidiyordum oğlana, iyice nefret ettim o anda ondan. Ama bir yandan da iyiden iyiye sevindim. Düşünsenize tam olarak niyetini belli etmediği için düş yakamdan diyemediğim oğlanı kendimden uzaklaştırmak için doğa dile gelmişti resmen. Fakat ben öyle sanıyormuşum maalesef. Bayramdan sonraki hafta çağrı attı, aradı. Ama bu sefer, her ne kadar karşılaşma ihtimalim olsa da, iletişim kurmamaya kararlıyım. (Bu kadar korumacı, bu kadar kaba bir oğlan. Allahım Kütahya'da da belliydi böyle olduğu ya bu kadarı da fazla artık.) Ama ben cevap vermedikçe hiç bıkmıyor. mesaj atıp duruyor. Genelde hiç sesin soluğun çıkmıyor tarzı mesajlar atarken bazen arabeske bağladığı da oluyor. Yahu şu mesaja bakar mısınız "gönüllerde olanların coğrafyaları farketmez." Allahım, kusmak istiyorum.

Yahu hala anlamıyorum. ne yaptım da bu kadar saplantı haline getirdi beni. Hayır, gideri olan da bir çocuk. İstese o bol kaslı kollarıyla bir sürü kız çeker kendine. Niye ben ama niye ben. 

Not: Hani kızların bazıları hava atmak için söyler ya "Şu peşimden koşuyor, bu beni seviyor." diye ben bu olaydan farkettim ki nefret ediyormuşum böyle durumlardan.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Güya Kısacık Şeyler

- Her blogcu en az bir kere bu sendroma yakalanıyor herhalde. "Yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum sendromu" Ben de az önce buna yakalandım işte. Boyun eğdim hastalığıma ve yeni kayıt buttonuna bastım. Ahanda saçmalıyorum işte. 

- Eşyalar yerine oturduktan sonra yerlerini zırt pırt değiştirenlere hasta oluyorum derdim. Aynısını ben yaptım. Dostlar, öyle alışmışım ki öğrencilik hayatına, devlet yurdunda ya da öğrenci evinde sıkışık küçük mekanlarda yaşamaya bana iki oda bile fazla geldi. İki gün önce oturma odasına koyduğum iki tek kişilik koltuğu yatak odasına getirdim. Bir de çalışma masası niyetine yuvarlak masa koymuştum oraya, onu da getirdim. Şimdi kalabalık yatak odasında her şeyimi yapıyorum. Ya hu ne bileyim, ya oturma odasına hiç ısınamadım ya da küçük mekanlarda her işimi halletmeye alıştım, bilemiyorum, fazla geldi o oda bana. Belki de canım sıkılıyordur he ne dersiniz? Plansız bir insan oldum çıktım zati şu son günlerde. (Hoş "S*ktir et" kitabı buna methiye düzüyor ya olsun.) okul bitip de çalışan bir insan olarak hala ders çalışmak koyuyor insana be. Ben en çok materyal hazırlama, plan yazma derslerine kıl olurdum, şimdi neredeyse tek yapmam gereken bunlar. Ana sınıfında her gün plan hazırlamak gerekiyor. Tamam, piyasadan, internetten bir sürü hazır plan bulabilirim ama sağolsun marmara öyle bir eğitmiş ki bizi, hazır planlara küçümseyerek bakıyoruz. Ama bilseniz gönül rahatlığıyla hazırları kullananlara ne çok imreniyorum. Ama yapamıyorum işte. Başkasının hazırladığı planı kullanırken fenalıklar geçiriyorum. Ah bir de elle yazma durumu var. Üçüncü sınıftaki staj koordinatörüm planları ille de elle yazacaksınız, iyice öğreneceksiniz dedi şu hale bak ki artık bilgisayarda yazarsam yanlış yapacakmışım gibime geliyor.

- Bayat filtre kahve iğrenç tadıyla nemlenmiş nescafeyi geçer herhalde. Korkunç bir kahve içtim az önce. Maalesef  Polatlı'da filtre kahve alamayacağıma göre hafta sonu Ankara'ya gidene kadar beklemeliyim. Bir daha asla 100 gr almayacağım. Adam gibi azıcık alıp bittikçe üşenmeden yenisini almaya gideceğim. Iyykk! Eskiden kahve demlenirken makinenin etrafa yaydığı müthiş kahve kokusu artık eskimiş kalorifer suyu gibi.

- Biliyor musunuz? Yazın İngiltere'de ki olimpiyatlara gidecek kadar param olmasını isterdim. He bir de vaktim. Neyse daha fazla saçmalamadan kaçayım. 

14 Kasım 2011 Pazartesi

"S*ktir Ediyormuşum Zaten"

Hayatımda ilk defa bir kişisel gelişim kitabına aşık oldum. Ama akabinde acı gerçek yüzüme şırrak diye iniverdi. Kitap beni bana anlatmaktan başka hiç bir şey yapmıyormuş. 

Kitap "S*ktir Git" hani haftalardır çok satanlar listesinde olan. Neyse rahat koltuklu kitapçıların birinde aldım elime bunu, karıştır allah karıştır. Diyorum ne müthiş kitap be. Plan yapma diyor sana, efendime söyleyeyim diyet yapmak yerine psikolojine göre takıl diyor, biriktirme keyfine göre harca, disiplin ve otoriteyi s*ktir et diyor. Okuyorum okudukça kendimde geçiyorum. Ama kişisel geliştiğimden değil bilakis ego tatminimden. Hani internetten kendi burcunuzu okursunuz da zaten bildiğiniz özellikleri okuyup marazi bir zevk alırsınız ya, hah işte aynen öyle. Düşünsenize bu zamana kadar kendimi hep dağınık, sarsak, plansız bohem bildim ve yer yer bunun için kendime kızdım da. Ama yazar kişi böyle insanlara methiyeler düzmüş kitapta. Neredeyse gözümü karartıp kitabı alacaktım ki dedim "Napıyorsun, kendine gel! Bu kitap sana hiç bir şey katmayacak ki." Ve hemen fikrimi değiştirip kitapçıyı terk ettim. Herhalde alsaydım en çok yaptığım şey, kitabın altını çizdiğim bölümleri arkadaşlara gösterip "Bak burası aynı ben." diye hava atmak olacaktı.

Aklımda kalan itibariyle şöyle şeyler diyor.

- Kendisine öz saygısı olanlar başkalarının onun hakkında ne düşündüğünü önemsemezler.

                Hımm buradan çıkarabileceğim yegane sonuç muazzam bir öz saygıya sahip oluşum. Yahu başkalarının gülmeleri ve dudak kıvırmalarına aldırmayıp ücretli öğretmenlik için polatlı'ya geldim. Daha ne olsun.

- Diyet yapmak yerine canın o anda ne yemek istiyorsa onu ye. Vicdan azabını s*ktir et, O zaman yemeğe kafayı takmadığından daha az yediğini göreceksin.

                Diyet yapmayı bıraktığımdan beri hakikaten yemek daha az aklıma geliyor ve daha az yiyorum. Hiç uğraşmadan da kilo verebildim ayrıca.

- Disiplin ve iradeyi s*ktir et. (Bu konuyu fazla kafana takma rahat ol.)

                 Kendimi bildim bileli öyleyim zaten.

- Plan yapma. (Planlarda boğulma. Hayatının merkezine oturtma.)

                  Plan yapmaktan nefret eden biri olarak bu bölümü okuyunca kendimi taktir ettim. (!) (Ama bence geziye çıkarken mutlaka gezi planı yapılmalı. Tabi anlık gelişen şeylerde hayal kırıklığına uğramadan.)

vs. vs. vs. Bence bu kitap bohemliğe bir övgüden başka bir şey değil. Konusu, yöntemi herşeyi çok hoş. Ama siz de gördünüz. Benim için gereksiz.