Sayfalar

28 Ekim 2010 Perşembe

Geldik yine hikayenin başına.


Ankara'ya gidiyorum. Koskoca iki haftalık vize günlerinde benim sadece bir tane vizem var. Gerisi ödev, sunum, staj. Tek vizemin olduğu 2 kasım akşamı trenle Ankara'ya gidiyorum. Bayramdan sonraysa yine İstanbul. Hem bu sefer Ankara'nın tadını daha çok çıkarırım diye düşünüyorum. Zira bu sefer kalabalık yok, düğün yok, "nereye gidiyorsun" diye soran insanlar yok, evde doğru düzgün kimse olmadığı için doğru düzgün bayram temizliği de yok. Şehir ve ben sadece.

Doğrusu ilk defa bu kadar çok sıkıldım İstanbul'da. Öyle bir son sınıf programı hazırlamışlar ki ortada ders yok. Olan üç beş kolay dersse zırt pırt iptal olup duruyor. Kendimi okula sadece kantinde arkadaşlarla oturmak için gidiyormuş gibi hissediyorum. Cumartesi gittiğim seminerler bile okul boşluğunu doldurmaya etmiyor. Örneğin bu hafta resmen üç tane kitap bitirdim. Okumak bu aralar benim için sadece daha fazla canımın sıkılmasını engellemek için yaptığım bir eyleme dönüştü. Gündemdense hepten uzak düştüm. Gazete okumuyor, haber sitelerini takip etmiyorum. Neler olup neler bittiğiyle alakalı tüm bilgilerimi siyaset manyağı iki samimi arkadaşımla odada sürekli gazete okuyan kıza borçluyum. Anlayacağınız onlara hangi haber kayda değer geliyorsa benimde kulağıma o bilgiler değiyor. Ancak Ankara'da bana ne oluyorsa bir anda gündemde ne var ne yok takip etmeye başlıyorum. Yani anlayacağınız kürkçü dükkanımı özledim.

Neyse bu kadar yetsin. Doğrusu ranza üstünde, etrafta insanlar sürekli konuşurken ancak bu kadar kafamı toplayabiliyorum. 

22 Ekim 2010 Cuma

Masaüstüm

Etrafta dolaşan bir mim var bu aralar. Masaüstü caps'ini yayınlıyormuşsun. Bu mim bana gelmedi ama kusura bakmayın bu sefer mimin gelmesini beklemeden üstüme alınıyorum. Zira çok eğlenceli görünüyor.


Masaüstü resmi olarak ana durakların bazılarını gösteren demir yolları haritasını kulanıyorum. N'apayım her lazım olduğunda neredeydi bu resim diye aramaktan çok sıkıldım. Ayrıca bu vesileyle 10 yılda demir ağlarla ülkemizin bir kısmını ördükten çok sonra bile hala doğru düzgün bir ilmek bile atmamış olduğumuza dikkatinizi çekerim. Hoş olan her hat da işlemiyor ya. Mesela 7. bölgenin artık bir hattı yok. Ayrıca Zonguldak'a da Ankara'dan bir tren gitmiyor artık. Puff!

Kenarda görünen torrent simgesine de çok aldırmayın. Aslında onu sadece kablosuz ağı daha iyi çeksin diye açıyorum. Zira düzenli veri akışı olmadığında ağım kopup duruyor, sinir oluyorum.

Son olarak ücretsiz yazılım hastası biri olarak microsoft office kullanmaktansa openofficeyi, photoshop kullanmaktansa photofiltre (basit bir program olsa da bana yetiyor.) kullanmayı tercih ediyorum. Hem bunlar bilgisayarı da kasmıyor. Zaten şuncacık 10inç'lik netbook'um var.

21 Ekim 2010 Perşembe

Biz Ezik Yurt İnsanları


İtiraf ediyorum bazen çok kötü bir insan olabiliyorum. Özellikle bam telime dokunduklarında sinsice kendi kendimi tatmin edecek şekilde intikamlar alabiliyorum. Gerçi bunun için çok ama çok damarıma basmaları beni iyice zıvanadan çıkarmaları gerekiyor.

...........

Bir bütünlemeler kraliçesi olarak okulun kapanış gününe kadar kaldım yurtta. Haliyle herkes tatile gitmiş odada tek kalmıştım. Sonra bir gün misafir bir kız geldi odaya. İzmir'den staj için geliyormuş. Allahım o kadar mızmızdı ki her gün stajda ne kadar yorulduğundan bahsedip dururdu, bu bölüm ona göre değilmiş, aslında o latin danscısı olmak istiyormuş. Bu yüzden ispanya'ya erasmusla gidecekmiş, miş de miş. Öyle burnu büyük bir kızdı ki bırak Türkçe şarkıları, İngilizce şarkıları bile beğenmez, Latin müziği dinler diğerlerini çok ezik, sıradan ve basit bulurdu. İnsanlar o parçaları nasıl dinliyorlarmış, hiç zevk yok muymuş bu insanlarda cık cık cık.

Tüm arkadaşlar gittikten sonra haliyle kimse sonradan odaya kalmaya gelen misafirden hoşlanmaz. Bu zaten kızın benden aldığı eksi bir puandı. Üstüne bir de kız odaya girer girmez mıymıntılığa da başlamasın mı?

"Uff ne kalabalık bir oda, ayy, son girişiniz gece 11 mi, ne kadar erken. İnternet bile mi yok yurtta- halbuki internet cafemiz var aşağı katta- banyolarınız ne kadar küçük, siz burada nasıl yaşıyorsunuz..." daha bunun gibi bir sürü küçük düşürücü aşağılayıcı cümleler. Nasıl gıcık oldum anlatamam. Ama bir şey de demedim. Şu gitme arefesinde en son isteyeceğim şey odada huzursuzluk olması, nefret ederim huzursuzluktan. Neyse başka bir şekilde kıza haddini bildirmem lazım ama nasıl? Öyle bir şey yapmalıydım ki hem benim yağlarım erimeli hem de kızın yaptığım şeyden haberi dahi olmamalıydı.

Sormayın benim de bir zaafım var. Yaşadığım yerleri fena sahiplenirim. Yurtta benim evim olmuş artık. Karşımda utanmadan sürekli evimin kötülenmesinden hiç hoşlanmam. İlla ki eleştirecekse bu sana düşmez ey dağdan gelip bağdakini kovan misafir, beğenmiyorsan kalma.

Bizim oda tam medikal park hastanesinin karşısına bakıyordu. Ee, haliyle hastanenin misafir kablosuz ağından internete giriyorduk. Tamam ağın şifresini vardı ama hastaneye gidip de şifreyi sorsan hemen öğrenirsin o kadar da kolay yani. Zaten biri öğrenmiş tüm yurt o ağı kullanıyor. Vel hasılı kelam bu kız "ay bu yurtta kablosuz ağ bile yok. ne banal." deyince benim gözlerden birden kıvılcımlar çaktı.
"Evet Hakkaten de yok, biz ya alt kattaki internet cafeye ya da yurdun altındaki cafeye gidiyoruz." dedim.
Bir yandan da nasıl tırsıyorum ama bu kız yurtta birilerinden şifreyi öğrenir diye. Ancak burnu o kadar havadaki yurtta kalan biz eziklere birşey sormaya bile tenezzül etmiyor. Düşünsenize yemekhane ne kadar külüstürmüş. Menemen bile yapmıyorlarmış.(!)

Kız zaten tam bir internet manyağı. Tüm gün aşağıdaki cafede oturup nete giriyor, hemde hergün. Ya da alt kattaki internet cafeye bir sürü para bayılıp çıkıyor. Akşam bir geliyor odaya, ben yatağımda bilgisayarım kucağımda oturuyorum.

- Ne yaptın bugün?
- Tüm gün internetteydim, uff ne biçim yurt bu böyle ya, hiç sevmedim.
- Sorma ya biz de idare ediyoruz işte.

Yalnız ben bir yandan bunları söylerken bir yandan da çatır çatır internette giriyorum. Ee, napalım benim kaldığım yere laf etmeyecektin, böyle uğraştırılar adamı.

Ben böyle iki hafta kadar, onun internetsizlikten sıkılma homurdanmalarını duya duya karşısında sinsice internete girdim, dosyalar indirdim, videolar izledim.

Bir de garipdir, bir tek ben değil sanki yurdun kendisi de kızın bu mızmızlıklarından haberdar gibi tüm kötü yüzünü de sürekli kıza gösteriyordu. Tuvaletler ona bozuluyor, banyolar ona soğuk akıyordu. Habuki ben onun arkasından banyoya gideyim oh, mis gibi sıcacık.

Tabi herşeyin bir sonu olduğu gibi bu internet yoksunluğunun da sonu geldi, en sonunda şifreyi öğrendi, öğrenmezolasıca. Zaten bir kaç gün kalmıştı öylece bitti günler. Sonra o nöbetçi yurda geçti bense Ankara'ya geldim.

18 Ekim 2010 Pazartesi

RezilLiklerim ve MiM

"Bir gün içinde sevdiklerimiz için yaptığımız şeylerin neler olduğu"yla alakalı bir  konuyla Pixilated Bitch beni mimlemiş.  

İtiraf edeyim etrafta insanlar sürekli birbirini mimlerken bir hüzün kaplardı içimi. "Beni de mimleyen olacak mı acaba? Uzaktan çok mu ukala gözüküyorum da ondan mı mimlemiyorlar beni." gibi aptalca düşüncelere bile kapılıyordum ki sonunda birisi, sağ olsun, bu salakça iç konuşmalarımı duymuş da mimlemiş beni.

Şimdi yaptığım şeylere ve rezilliklerime geçeyim isterseniz.

Malum eğitim fakülteliyiz ya haliyle dersler genelde hep bizim yaptığımız sunumlarla ilerliyor. Bugünkü sunum yapan grubun da maşallah lafı sakız gibi uzatan bir elemanı vardı. Sormayın, güya sunumlar sınıfla birlikte tartışılacak, konuşmak istiyorsun bir türlü sözü bırakmıyor ki insana. Herkesin elleri havada, öyle malak gibi. Hocayı hiç sormayın zaten, böyle tartışmalar söz konusu olduğunda zevkten dört köşe kadın. Aman, işte tartışma mevzu "sınıf öğretmenleri anasınıfı öğretmenlerinden ne ister?" gibi bir konu. Kimisi diyor ki "ben istediğim gibi çocuğu serbest yetiştiririm, ertesi seneki öğretmen oryantasyonda çocuğa istediği esnekliği sağlamak zorunda.", kimisi "hayır masada oturtmayı öğretmeliyiz, o zaman suç bizde olur." diyor, kimse lafından dönmüyor. Bir de anlamıyorum bu kızları, insanlar her seferinde aynı düşünceleri farklı farklı ifade edip her seferinde birbirinden farksız yargılarda bulunuyorlar. Lafı uzatan kızsa cabası. En sonunda sınıf öğretmenliğinde çift ana dal yapan şirin bir kız söz alabildi de uzlaşmacı düzgün bir yargı ortaya konulabildi. Yalnız yok, kimse tatmin olmamış hala konuşmaya devam ediyor. Ben de lastik kız konuşmadan önce nasıl deli gibi elimi sallıyorum, nasıl konuşmaya çalışıyorum, bu başlarsa susmaz diye. Kız sanki benim onun hakkındaki düşüncelerimi okumuş gibi bana misilleme yaparcasına "Dur ben bir konuşmamı bitireyim, sen devam edersin." deyip duryor. Yahu diyorum "Benimki basit bir şey, kısacık neden ifade etmeme izin vermiyorsun?" Allem etti kallem etti, lafı zorla ağzıma tıkadı sonra da beni sinir küpü edene kadar uzun uzun konuştu. Bekledim bekledim ama biliyorum ki o sustuğunda artık benim söyleyeceklerimin hiç bir değeri olmayacak. hem zaten o kadar kısa bir şeydi ki diyeceğim. "Ç.A.D yapan şirin kız haklı, zira o iki tarafı da objektif olarak gözlemleyebiliyor." diyecektim. olmadı. Sözü en sonunda bana bıraktığında murdar oldu kelimeler. Dakikalar sonra benden gelen basit bir onaylama cümlesi, insanlara "Ulan, deminden beri bunun için mi yırtınıyordun." diye bir taraflarıyla gülmekten başka ne gibi etkisi olabilirdi ki. Hakkaten de uzun uzun dalga geçe geçe güldüler. Zaten ders arasında oda arkadaşıma yardım olsun diye sınıfta kızlara zorla erkek çorabı satmışım, bir de onun yüzünden bana gülüp duruyorlardı, bu da üstüne iyi cila oldu doğrusu.

Bu da ayrı bir vaka aslında. Oda arkadaşım harçlığını çıkartmak için bir sürü çorap almış satıyor, dedim ki ve "ben de sınıfta satayım senin için, yeni pazarlar lazım sana." Kız dedi ama "Elimde sadece erkek çorabı kaldı, senin sınıfında hep kızlar var, nasıl satacaksın?" İlla anlamak için görmem gerekiyormuş anlaşılan. Hakkaten de  sınıfta çorapları satmaya çalışırken bana gülmekte haklıydı kızlar. Ama olsun yine de 15 tane satabildim.

Neyse günün sonunda sakız uzatıcı kızı köşeye çekip şakayla karışık "Bak, ben söz aldım mı öyle uzun uzun konuşmam, biliyorsun. Bir daha söz istediğim de lafı uzatacağına diyeceğimi dedirt, karışmam yoksa." dedim. 
Bakalım daha diğer derslerin sunumu var, inşaallah sözümü tutar.

.............

Anlayacağınız bugün sevdiğim iki arkadaşım için bir şeyler yapacağım diye iyice rezil oldum sınıfta. 

Ve şimdi ben kimleri mimliyorum onlara geçelim.



Not: Yazıyı pek düzeltme şansım olmadı. Bu seferlik idare edin artık.

14 Ekim 2010 Perşembe

Kısa kısa...3

- Bu sene devlet yurtlarında haftasonu da yemek fişi veriliyor. Çok şükür! Benim gibi parasını erkenden harcayıp bitiren müsrifler için ne bulunmaz bir nimet.

-  İnsanlar yurt kaşık, çatallarını odalarına nasıl kaçırıyor, aklım almıyor doğrusu. Kantinin her yerinde görevliler var. Kağıtlar asılı dört bir yanına ,yasak diye. Ama pehh, yurt koridorları bulaşık tabaklarla dolu. Elemanlar yemiş, bir de pişkince koridora bırakmışlar. (Puff, zaten ben lisedeyken kopya da çekemezdim.)

- Ben birisine "benim bünyem sağlam hasta olmam." mı demiştim? Karnım ağrıyor resmen, üşüttüm mü ne?

- Diyorum ki "Bu aralar yurtta ne kadar çok kargosu gelen kız var, anons edip duruyorlar." Meğer Avon, Oriflame siparişleriymiş. Başka ne olabilirdi ki zaten, kız yurdundayız."

- Derste hep hocalara stajdan yakınıp duruyorlar. Neymiş efendim, öğretmenler bunlara angarya iş yaptırıyormuş. Oysa ben bu angarya işlerden büyük keyif alıyorum. Etkinliklerin ön hazırlığını yapmak, öğretmen çocuklara masal anlatırken yapılan faliyetleri panoya asmak, minik eklentilerini yapmak çok hoşuma gidiyor. Galiba bunları yaparken yalnız ve tek başıma kalabiliyorum, ondan hoşuma gidiyor. Bazen diyorum ki okulöncesi öğretmeni olmak yerine sınıfın düzeninden ve angarya işlerinden sorumlu yardımcı çalışanı mı olsam. Off, yok yok, o sınıf benim olmadığı için böyle diyorum ben. Yoksa böyle demezdim. Biliyorum tamam, üstüme gelmeyin!

- Yurtta sessiz olmaya çalışan eleman her zaman daha çok gürültü çıkarır, tecrübeyle sabittir. Abi yurda geliyorsan gürültüye alışacaksın başka yolu yok. Ben mesela sırf uyumak için kendime deniz ve yunus sesli yoga cd'si aldım. Zaman zaman onu dinleyerek uyuyorum. Zaten nasıl bir cd'yse dinlemeye başladığın anda uymaya başlıyorsun.

- Puff, bu aralar okula gitmek hiç istemiyorum.

- İlköğretim binasının kantini kendini yeniledi. Basit, yuvarlak masa ve sandalyelerinin yerine yumuşak koltuklar ahşap masalar, kenarlara köşemli, sırtları yüksek bar koltukları yerleştirdiler. Tavana afilli lambalar avizeler koydular. Hoş oldu olmasına da o koca koca koltuklu masalara bir kişi dahi otursa doluveriyorlar. Sormayın öğle vakti hiç oturacak yer bulamıyoruz. Millet yanına ilişecek tanıdık arıyor sürekli. Zaten kantin okulun ağır abileri, ülkücülerin esas mekanı. Bir de onların kalabalığı... Sinir bozucu harbiden.

- Ülkücüler demişken onların mekanını da tasvir etmeden olmaz şimdi.
Kantinin en baş kısmındaki üç beş masayı parsellemiş durumdalar. Duvarda çerçeveli bir türk bayrağı asılı. Kimse onların yerine oturamıyor. Olur da birileri yanlışlıkla(!) oturursa sonradan gelen kalabalık takım elbiseli, ağır abi grubu için yerlerinden kaldırıveriliyorlar hemen. Bir kere de biz oturmuştuk yerlerine de dik dik bakmışlardı bize. Meğer birazdan o kalabalık gruptan geleceklermiş. Hoş, onlar geldiğinde çoktan masa değiştirmiştik bile. Ama arkadaşımla bir ara özellikle oraya oturup inatla bizi kaldırmalarını bekleyeceğiz. Bakalım biz kalkmak istemeyince ne yapacaklar? Merakla bekliyorum. Herkesin görüşü, inanışı kendine. Asla karışamayız. Ama yani sizce de saçma değil mi? Kantinden bir kaç masanın parsellenmesi, oraya kimsenin oturamaması. Neyse bu konu uzar. Ben en iyisi burada keseyim.

(Bu arada mimlenmişim, aklımda. Onu da bir diğer yazıda yazmayı düşünüyorum.)

10 Ekim 2010 Pazar

Sırılsıklam Kültürlüyüm Ben

Kültür mantarları yanımda halt etmiş. Bir kültürlüyüm bir kültürlüyüm sorma gitsin. Mantarlar gibi serin ve nemli yerlerde kültürlü olacağım diye ne kadar yağmurlu rutubetli hava varsa, o seminer senin, bu söyleşi benim, şu kütüphane onun dolaşıp duruyorum.

Şaka bir yana hakikaten kültür kumkumasına döneceğim bu gidişle. Cuma günü kız kardeşimle kıyamet gibi yağan yağmura aldırmadan Anadolu yakasından taa Vefa'ya gittik. Dikkat edin, burada "taa" sözcüğü yolun uzunluğunu değil bilakis yağmurun şiddetini veriyor aslında. Allahım İMÇ durağından sonra o kısacık yol ne kadar uzun geldi bize. Hayır, seminerlerin verileceği Bilim Sanat Vakfı'nın nerede olduğunu da bilmiyoruz anasını satayım. Bir de sanki son kayıt tarihi de öyle yarın falan. Yok, ne alakası var, düpedüz haftaya kadar devam ediyor kayıtlar. Fakat biz iki boş ve sosyal aktivite manyağı kız bir kere aklımıza koyduk ya cuma günü kayıt yaptıracağız diye, ille de çıkacağız yola.

Neyse çıktık yola ya etraf göl olmuş resmen. Vapurdan bir indik, yağmurdan önümüzü göremiyoruz. Resmen algılarım kapandı, tüm yön bulma yetilerimi kaybettim. Kardeşim "neye bineceğiz abla" diye bağırmasa kıpırdayacağım yok. Allah'tan vapurdan inince durak yakınmış da fazla aramamız gerekmedi. İnince Vefa için Reşat Nuri sahnesinin yanından yürüyecekmişiz. Öyle de yaptık ya bir türlü vakfı bulamadık. Kime sorsak "ilerde ilerde" deyip duruyorlar. Yürü yürü en sonunda güzel bir binanın öünde durduk. Bir adam koşarak binadan çıkıyordu ki "pardon bilim sanat..." demeye kalmadı burası dedi gülerek. Sicim gibi inen rahmetten görememişim. Kabak gibi kocaman "Bilim ve Sanat Vakfı" yazıyormuş üzerinde meğersem. Kendimi rezil gibi hissettim ya. İnşaallah o adamla bir daha karşılaşmam.

İçeri girdik şükür. Yalnız bir sorun vardı. Ben buraya son dakika da kardeşimin sürüklemesiyle gelmiştim. Ne semineri istiyorsunuz deseler, manavdan sebze seçer gibi "neler var?" diye sorardım yemin ederim.  Meğer 54 tane seminer varmış da içlerinden çakışmayanları seçebilmek için verdikleri kitapçık ve programı iyice incelememiz gerekiyormuş. Of! Ne kültür şoku ama. Abartmıyorum neredeyse bir saat seçmelerle uğraştık. Hepsi de cumartesi ve hepsi de farklı farklı salonlarda arka arkaya dizilmişler. İstediklerimiz arasında çakışmayanları eşleştirene kadar göbeğimiz çatladı. Kardeşim iyi coştu ya ben sadece üç tane seçebildim. Seçtiklerimden bir tanesinin konu başlığı da "Edebiyat okumaları". Sekiz haftalık bir seminermiş bu. Çok heyecanlandım doğrusu. Bakalım nasıl geçecek? 16 ekimde de başlıyor.

Dönüşte ıslak paça ve ayakkabılarla sıcak bir yere girmek istedik, vefa bozacısına attık kendimizi. Camın ardından belki de ahşapın göz aldatmacasından olacak sıcacık görünüyordu içerisi. Ama nerdeee, gayette soğuktu ortam. Boza sıcak gelir belki dedik, yok, o da soğuktu. (Yoksa sıcak boza içtim diye bizi mi kandırmıştı insanlar.) İlk boza içme girişimim günlerce beklemiş, bozuk bir bozayla olduğu için temkinle yaklaştım ya iyiydi tadı. Fakat vazgeçilmez değil. Yani olsa da olur olmasa da. Zaten bardağın tamamı da fazla geldi bana. Hem oraya girme amacımız tamamen ısınma ve barınma amaçlıydı ve bu amacımıza maalesef pek az nail olabildik. Cuma'ya gideceklermiş de. "Biz senin yerine bakarız beyabi, sen merak etme, bizi bu yağmurda dışarı koma." diyecektik olmadı. Kendimizi dışarıda bulduk. Puf! Biz yine soğuk ve yağmurlu yollarda perperişan... (Küçük Emrah nerdesin?)

Neyse çıktık, durağa yürüyorduk ki bir kız acele acele bize doğru geliyor. Önümüzde durup "Afedersiniz bilim sanat vakfı nerede acaba" demesin mi? Gülerek cevap verdik ona. Aynen bize tarif ettikleri gibi anlattık yolu. "Tiyatronun yanından gir, Vefa bozacısına gelince sor, kim olsa gösterir." Anlaşılan seminerlere bayağı rağbet var. Aaa, hatta İstanbul'da olanlara gitmelerini tavsiye edeyim. Seminerler ücretsiz ve kayıt için sadece fotoğraf ve kimlik fotokobisi gerekli.

7 Ekim 2010 Perşembe

Cafe Dertleri


Bir daha ilk defa gittiğim bir kafede asla türk kahvesi içmeyeceğim. Getirdikleri şeyin tadı ekşi bulaşık suyu gibi oluyor, yanında pahalıya kakaladıkları su ise cabası. Her seferinde inat edip, getirdikleri suyun kapağını açmayacağım, bu para tuzağına düşmeyeceğim diyorum, ama resmen ağzımdaki berbat tadın gitmesi için adeta saldırıyorum suya. Pendik garının oradaki Sıla cafe için yazıyorum bunları. Çayının tadı oldukça güzelken kahveyi nasıl bu kadar berbat yapabiliyorlar anlamıyorum. Sonuçta cezvede ya da makinede kişiye özel yapılmıyor mu bu? Belki de bayat kahve kullanıyorlar. Evet, şimdi aklıma geldi. Tabi alıyorlar koca bir paket, doğru düzgün içen de yok. İyi de korumuyorlar. Ondan sonra da ekşi, bayat, çamur gibi bir kahve getiriyorlar.

...........

Aslında şu anda öyle bir ukala, öyle gereksiz incelemeler yapma hali içindeyim ki anlatamam.

..............

Sınırlı gözlemlerime dayanarak görece diğerlerine göre daha pahalı kafelerde çaylar bayat geliyor. “Millette para var, çayı ne yapsın.” mantığı geçerli burada herhalde.

Ucuz cafelerde türk kahvesi içmeyin demiştik zaten. Bir de limonata içmeyin diyorum ben. Oh, ne ala memleket. Limonlu link'i suya at, getir sonra da doğal diye kakala. Fakat bununla birlikte çayları genelde lezzetli oluyor. Devir daim olduğundan sanırım.

Çengelköy'deki çınaraltı kahvesine giderkense eşsiz manzaraya karşılık haşlak bir çay içeceğinizi aklınızdan çıkarmayın. Koca kahvede çay su gibi giderken anladığım kadarıyla düzgün demlenmesine fırsat kalmıyor. (Kardeşim nasıl olsa müşteri çok diye düşünemeyin. Daha fazla çay makinesi alın. İyi pişirin adamı hasta etmeyin.)

Kablosuz bağlantısı var diye yazan kafelerin çoğuna da sinir oluyorum. Yavaş, istikrarsız ve zırt pırt kopuyor. Bazen bağlanamıyorsun bile.

Aman öyle işte. Sabah sabah etütdeyim. İnanır mısınız yatağıma alıştım yazabiliyorm ben diyorum ya fasa fiso. Kendimi kandırıyorum ben. Yok kardeşim, çok zor oluyor. 10 kişilk odada kimseye sus, yazı yazıyorum diyemezsin, komik olur. Allahtan bilgisayar küçükte, hergün yanımda taşıyabiliyorum bilgisayarımı. Böylece kantinde kafede orada burada yazıp yayınlayabiliyorum.

Şimdi de etütde kimse yok. (Hayret!) Oh, fırsatı bulmuşum, canım yazı yazmak istiyor ya aklıma mevzu da gelmiyor. Ben de böyle birşeyler zırvalayıverdim işte.

5 Ekim 2010 Salı

İstiklal'de kaybolan Kitap Gibi Kız

Geçen cumartesi çiçek pasajına girdikten sonra kayboldum. Bunu nasıl becerebildiğim hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Sadece İstiklal'de yürürken "Aaa, hep anlatırlar çiçek pasajını, dur bir gireyim." dedim, girince tarihi binalar arasında salt sıra sıra meyhane ve lokantalardan başka bir şey olmadığını görünce hayal kırıklığına uğrayıp yolun sonundaki diğer kapıdan çıktım. Çıkış Beyoğlu'nun balık pazarıymış. Dedim ki "Burayı bitirip şuradan dönersem geri İstiklal'e çıkarım." Oldukça naifçe kurduğum bu sağlama beni yanlış yola saptırmaktan başka hiç bir işe yaramadı. Sonra şöyle döneyim çıkarım, böyle döneyim çıkarım derken kayboldum. Belki de ufak ya da büyük çaplı kaybolmalara alıştığımdan dolayı, bilmiyorum, fazla paniklemedim bu kez. Arşınladığım sokaklar Beyoğlu'nun nezih ara sokaklarından bir kaçıydı. Galiba ondan. Emindim aslına bakarsanız kendimden. Kesin yolu bulacaktım. Kaç yıldır buralarda geziyorum canım, ünlü caddeyi de bulamayacaksam artık...
Bulamadım! Kayboldum!

Bunu anladığım anda karşıda Sakızağacı Taksi durağını gördüm. Ne garip yer şu İstanbul. Tıpkı bir gün birisiyle Karabük Yenice'sine gitme hayalleri kurarken mersin taraflarında da bir yenice görüp şaşırdığım gibi şaşırtıyor bu şehir beni. Bir isimden o kadar çok yerden görüyorum ki. Sakızağacı Acıbadem durağıyı asıl, burada taksi durağı olmuş. Çınaraltına ne demeli peki. hem Emirgan'da var hem Çengelköy'de. İnanmazsınız, Nişantaşı'nı ben bir de beykoz da gördüm.

Durağa gittim, şükür çok uzaklaşmamışım. "Buradan dimdirek çık, karşına çıkacak." dedi taksi şöförü, beni müşteri sanmanın hayal kırıklığıyla.

Dediği yoldan çıkarken rahattım. Artık tekrar insanları izleye izleye hiç bir yere varmayan yoluma devam edebilirdim.

Hoş orada dikkat edilecek bir şey var mıydı? İstiklal Caddesi her telden insanın piyasa yaptığı, tüm garipliklerin normale evrildiği sihirli bir yoldu adeta. Ne sokak konseri veren ekzantirik çalgıcılar, ne duvar kenarında pantomim yapan oyuncular, ne de çılgınca küfür eden, çığlık atan gençler ve yahut emolar, gotikler apaçiler garipseniyordu burada. Herkes tatlı bir hoşgörüyle süzüyor birbirini. Mutlulukla para atıyor çalgıcılara, şarkıcılara, oyunculara. Orada az kalsın tramway çarpacak gence bile hayret etmeden bakıyorlar insanlar.

..........

Caddeye çıktığımda kendimi doğru D&R'a attım. İstanbul'da para vermeden okunan kitaplar için, en ideal koltukları olan yer herhalde bu kitapçıdır. Malum bölük pörçük okuduğum "Manzaramdan Parçalar" hala bitmedi. Ben de bitirmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyorum.

İçeri girdim kitabı aldım koltuklardan boş olan bir tanesini gözüme kestirip oturduktan sonra okumaya başladım. Yalnız öyle dalmışım ki bir anda dışarıda gelen sesin ne olduğunu ilk başta farkedemedim. Sonra yavaş yavaş sesler yaklaştıkça anladım ki ses eylem yapanların sesiymiş. Açıkçası bazı sol parti ve örgütlerinin  eylemi olduğunu farketsem de ne için, kim için bağırıyorlar anlayamadım. Bununla birlikte içimden kitapçının güvenli camı ardından onları izlemek de geçmedi değil hani. Fakat kendimi yavaştan aldım. Zira yanımda oturan kızın alelacele pılısını pırtısını toplayıp eylemi izlemek için süratle kalkmasını görmek daha eğlenceliydi doğrusu. Neyse ki o kalktı gitti de aynı süratle ben de kalkıp kapıya doğru yaklaşabildim.

Bununla birlikte iyi ki de izlemek için yerimden kalkmışım ve onlar oldukça ilerledikten sonra da dışarı çıkmışım. Böylece akşam akşam nefis bir kızılderili sokak konseri izleme fırsatım da olmuş oldu. Hatta cd'lerininden alamadım gerçi ya çantalarına para attabildim.

........

Vel hasılı kelam Taksim mutlu ediyor beni. Oraya gitmeyi, boş ve amaçsız karşıma o anda ne çıkacağını bilmeden, dolaşmayı çok seviyorum. Ve her zaman oradan döndükten sonra mutlaka anlatacak bir ton malzemeyle dönüyorum.

1 Ekim 2010 Cuma

Serbest Denemeler: Kıymetinizi Bilememişim

Lisedeyken serbest konulu denemelerden nefret ederdim. Hiç bir şey yapamazdım kalırdım put gibi. Ne yazacaktım ki, aklıma hiç bir şey gelmezdi. Şimdi Montaigne gibi dostluk üzerine, kötülük üzerine, yaşam üzerine gibi bana o zaman sıradan gelen konular hakkında mı yazacaktım yoksa hocaların klişe karın ağrısı örneklerine mi kulak asacaktım. "Kedi sevgisi yaz mesela." derlerdi. "Uğurböceği sever misin, aşktan bahset, kimden nefret edersin?" Onların dediği konular cezbedicilikten öyle uzaktı ki verdikleri her örnekte işler iyice sarpa sarardı.

Halbuki şöyle bir şey yazsaymışım mesela ne güzel olurdu.


YAPAMAYACAĞIM ISRAR ETMEYİN

Serbest konulu deneme yaz dediklerinde alıyor beni bir telaş. Ne yazacağım ben şimdi. Neyden, nasıl, ne şekilde bahsedeceğim? Aklıma da bir türlü, öyle uzun giriş, gelişme ve sonuçlu güzel bir konu da gelmiyor.

Bir kaç öneri sıralıyor mesela öğretmenim. "Kedilerden bahset." diyor bana. "Kedi sever misin?" Severim diyorum ama o kadar. Onların hakkında doğru düzgün hiç bir şey bilmiyorum ki ne yazayım, onları seviyorum deyip kağıdı masanın üstüne mi bırakayım, ne yapayım? Yok diyorum bu konu bir köşede beklesin. Hiç mi hiç işim olmaz onunla. Sonra kendi düşündüğüm konuları sıralamaya başlıyor beynim. Çiçeklerden bahset, onların kokularından, arıların çiçeklerin karşısında sarhoş oluşlarından bahset. Güzel yemeklerden bahset ya da. Lezzetli bir yemek karşısında insanın tüm dertlerini unutup o tatla kendinden geçişini anlat. Aşkı anlat. Kalp nasıl küt küt atar, aşık olunca insanın ayağı nasıl yerden kesilir, onları anlat. Yağmurdan sonra çıkan salyangozları anlat. İnsanların dikkat etmeyip üstlerine basıp geçmelerine sinir olmandan bahset. Kabuklara her basışlarında çıkan çıt sesinden insanların içleri nasıl cız etmez, onları anlat.

Ya da hazır elinde fırsat varken okul dertlerinden bahset. Neden hala cetvelle dolaşıyor öğretmenler, niye kapalı kapılar ardında müdür yardımcıları çocukları döverken kimsenin sesi çıkmıyor? Eline koz geçmiş, sana söz hakkı tanınmış işte. Hin ol biraz, zeki ol. Bak bu lütüf bir daha eline geçmez. Sınıf arkadaşlarının birbirleriyle gereksiz alay etmelerine dem vur. Niye kendilerine benzemeyenleri kötü kabul edip içlerine almazlar? Söyle, vur yüzlerine yüzlerine.

Ne bileyim yaz işte. Başkaları için basit ama senin için önemli olan bir sürü konu var. Seç birini. Kurnaz ol biraz, kimsenin anlatmadığını anlat, yazmadığını yaz. Bak ne güzel, "Yazı yazsam okurlar mı acaba" diye kıvranıp durursun. Şimdi hazır, elinde kalem sana not vermek için zorunlu olarak okuması gereken bir hoca da var.

Fakat yok yazamıyorum. Ne hemen güzel ve uzun uzun açıklayacak bir konu bulabilecek kadar zeki, ne okul sorununu anlatacak kadar kurnaz, ne sınıfıma ders verecek kadar hin birisiyim. Yok bu serbest konulu denemeler hiç bana göre değil. Israr etmeyin yapamayacağım.