Sayfalar

27 Aralık 2010 Pazartesi

Utanıyorum: Dört Ayak Üstüne Düştüm


Sahnede yine "araştırma projesi dersi"... Hoca "pazartesi bilmem şu saatte toplantı var." diye panoya yazı asmış. Ben bu yazıyı dört beş gün önce okumuştum ya ne bileyim aklımdan çıkıp gitmiş. Dün gece hatırlayınca, dedim eyvah ne yapacağım ben. Elde ne makale var ne de tez. İşin daha da vahimi ertesi gün başka bir dersten sunumum var ve benim slayt hazırlamam, konuyu okumam lazım. Bu arada yarın için giyecek bir tane bile giysim kalmamış, bir iki parça elimde onları da yıkamam gerekiyor. Anlayacağınız iki ayağım bir pabuca girmiş durumda.

Neyse dedim artık hoca kızacaksa kızsın. Toplantıya gitmezsem daha kötü oluyor. Zira hoca arkandan "sınıfta kalacak bu." diye konuşmaya başlıyor ki fena. Bilgisayardan sunumumu hazırladım, giysilerimi yıkadım. Yattım uyudum. Sabah da kalkıp okula gittim.

Sormayın derste, arada, bulduğum her aralıkta nette litaratür araştırıp durdum. Zaten daha öncelerinde bir çok üniversitenin eğitim dergisini taradığımdan bakacak yer de kalmamış. Ara tara bir tanecik makale buldum milli eğitimin dergisinden. Üç tane de meğer çok önceden bilgisayara indirdiğim tez varmış. Baktım onları hocaya sunmamıştım, hepsini flash diske attım, sonra doğru çıktılarını almaya.

Bulduğum şeyleri okumaya bile vakit bulamadım, çıktıları alıp sınıfa gittiğimde toplantının başlamasına sadece dakikalar vardı. Yalnızca şöyle bir bakabildim kağıtlara. O da hoca bunlar ne dediğinde dut yemiş bülbül gibi kalmamak için.

Vakit geldi, hoca sınıfa girdi ama derste bir tek ben vardım. kadın nasıl sinirlendi görmelisiniz. Gelmeyenlere saymaya başladı, "Bu gelmeyenler bu şekilde geçebileceklerini sanıyorsa aldanıyorlar." dedi. Yalnız onca öfkenin arasında bana, geldiğime dair, imza attırmayı da unutmadı. Sonra geldi benim bulduklarıma baktı, inceledi. Meğer şuncacık bulduğum makale ve tezler tam da hocanın istediği gibi değil miymiş. Allahım resmen içimin yağları eridi. Kadın yanımda olmasa kacaman bir oh be koyverirdim herhalde.

Bir yirme dakika kadar sonra grupdaki diğer kızlar gelse de atı alan çoktan Üsküdar'ı geçmişti bile. O kadar seçmelisinde derse katıldığım halde beni tanımayan hoca bu sefer adımı yoklama kağıdından öğrenmiş "kitap gibi kız'ın da dediği gibi... kitap gibi kız'a da söyledim... kitap gibi kız'la siz gelmeden tartıştığımıza göre... kitap gibi kız sordu..." diye diye nedeyse her cümlesine benim ismimle başladı ve bu arada anlattıklarını sürekli bana bakarak anlattı. Bir de gelen kızların hiç biri yeni bir araştırmayla gelmemiş. Bir de bana geldi mi oradan da bir puan daha.

Vel hasılı kelam resmen Allah yüzüme baktı da, resmen dört ayak üstüne düştüm. Yalnız bununla birlikte içimi bir utanmadır almadı değil. Sonuçta bu günkü toplantı için kadının düşündüğü gibi bir efor sarfetmememiştim. Bundan dolayı şimdi oturup eşşek gibi araştırma yapacağım. Vicdanımı rahatlatmam lazım anlayacağınız.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Eneee! Ne Zamandır Yazmıyordu Kitap Gibi Kız

Bir aralıktan beri, konusu bence oldukça salak, bir öyküye başladım. Günlerdir onunla uğraşıyorum. Aslında hergün uğraştığım da söylenemez. Elde olan şartlara göre şöyle bir taktik geliştirdim. Haftada üç dört gün akşam saat beşten sonra Kadıköy'de bir kafeye gidiyor, her seferinde hep aynı yere oturuyor ve akşam on buçuğa kadar yazıyorum. Tıpkı mesai doldurur gibi.  
Doğrusu böyle olması çok iyi oldu benim için. Bir kere programım mümkün olduğunca sabit olduğu için başka günlerde “Hiç yazı yazmaya vakit bırakmıyorlar ki.” diye çevreye sinirlenip durmuyorm. Sonra gün içinde yazdıklarım zihnimi meşgul etmiyor. Yazamıyorum diye vicdan azabı da çekmiyorum. Biliyorum ki akşam olacak, ben cafeye gideceğim ve o anda ilham perim yanımda bitecek.

..............

Ales'e girdim bu arada. Hesaplamalarıma göre 80'in üstünde alacak gibi duruyorum. (Keşke mantık sorularına daha çok çalışsaymışım.) İnşallah düşündüğüm gibi çıkar da size rezil olmam. Laf aramızda kız kardeşim de girdi bu sınava. Sormayın fena sinir oldum ona. Yahu kız sadece bir soru boş bırakmış- ki biz o sorunun hatalı olduğunu düşünüyoruz- geri kalanı da hesaplarına göre doğruymuş. Allahım yüz mü alacak ne? Neyse bakmayın şimdi kıskandığıma, eğer yüz alırsa sağda solda onun için hava atacak olan kişi de benim.

....................

Kitap aşermeye de tam gaz devam ediyorum. Okul kütüphanesinde klasik yazarlardan seçme yapılmış bir kitap buldum. Basımı 1930 küsür. Çevirisi hakikaten oldukça vasat fakat oradan yeni yeni bir sürü isme ulaştım. Kütüphanelerde bulabildiğim kadarıyla bir kısmını ödünç aldım, onları okuyorum. Ee, haliyle kitapların çoğu çok eski. Bir çoğunun basımı 1960 yılının bilmem kaçı. Bir de insanlar elimde görmüyorlar mı bu kitapları? Hemen “Ooo, eski kitap okuyoruz.” demeye başlıyorlar. Bir türlü anlatamıyorum ki kitabı dışı değil içi için aldığımı. Kimisi onlarla hava attığı bile söyleyecek kadar bile ileri gidiyor. Yeni baskısı yapılsa onu alırdık değil mi? Bir kere eski kitapların bazılarının çevirisi güzel dahi değil.
Aman ya boş ver. İnsanların her dediğine bakar, onlara açıklama yaparsak ohooo...

...........

Son sınıf olmak çok fena bir duygu yahu. Sürekli arkadaşlarla bir arada olmak için program yapıp duruyoruz. “Hadi tiyatroya gidelim, hadi İstanbul Modern'e gidelim, hadi “Body worlds”e gidelim, hadi sinamaya gidelim, hadi hadi hadi... ” Program kumkuması olduk yemin ediyorum. Sonra farklı seçmeli dersleri alsakta inatla birbirimizi bekleyip kantinde derin muhabbetlere dalıyoruz. Sanki böyle yaparsak sene sonunu geciktirebileceğiz. Oysa dönem sonu gelmeye başladı bile. Puff!

Böyle işte dostlar. Hayat güzel, hava güzel, ben güzelim, kafam rahat. Bir de blogu ihmal etmesem çok güzel olacak :)

11 Aralık 2010 Cumartesi

Ütü Odasından Sesleniyorum

Burası iki gündür kendimi odanın demirbaşları arasına kattığım, içinde ikişer tane ütü masası ve çamaşırlığın bulunduğu küçükçe bir yer.

Odanın birinden, rica minnet, bulduğum gazeteyi kaloriferin önüne serdim, üzerine yastığımı koydum, sırtımı da peteğe dayayıp minder görevini üstlenmiş yastığıma oturdum. Kendi kendime "annesine küsüp ütü odasına sığınan kız" oyunu oynuyorum ve uzun bir süre de bu rolden dışarı çıkmayı hiç düşünmüyorum.

Burada evdeymişim gibi davranıyorum. Mesela şu dışarıdan gelen 'vınn' sesinden anladığım kadarıyla saç kurutma makinesini banyodan çıkan erkek kardeşim kullanıyor. Ben de annemle kavga ettim ütü odasına attım kendimi. Gözlerden ırak, yazı yazıp kitap okuyorum. Annem bir ara odanın kapısını açıp bir "la havle"li iç geçirip, mutfağa yemek yapmaya gidiyor. Aslında annem ne "la havle" çekerek sinirlenir ne de mutfakta sürekli yemek yapar. Ama, nedendir bilmiyorum, annemin böyle yaptığını hayal etmek beni daha çok evdeymişim gibi hissettiriyor.

Oysa gerçeklere bakacak olursak, makineyi çalıştıran ikinci katın bilmem hangi odadaki tanımadığım bir kızı. Odaya ara ara girenlerse ya sıcakta gizlice sigara içmeye çalışan tipler ya da rahat rahat telefonla konuşmaya çalışanlar. Kapıyı açıp yere postunu seren beni gördüklerinde belki yüzüme karşı "la havle" çekmiyorlar ya eminim arkamdan küfretmeyi de ihmal etmiyorlardır. Açıkçası kuruması için serilmiş çamaşırlar olmasa ne sigaralarına ne de telefonlarına karışırım ben. Sonuçta burası, özel malım ya da "kim kaparsa onundur" türü mantıklı bir yer değil ki.

Vel hasılı kelam, son sınıftayım. Bana ait bir ev özlemi içerisinde şu sıralar kendi kendimi kandırmakla meşgulüm. Ama bundan rahatsız olduğum da söylenemez. Sonuçta kendime hemen bir özel mekan bulamayacağıma göre ya yurtta hiç ütü odası olmasaydı?

7 Aralık 2010 Salı

Ödüllü Kısa... Kısa...

Cuma günü annem geldi. Kız kardeşimle birlikte büyük adaya gittik. Ahanda yanda gördüğünüz fotoğraf da adalar vapurunda çektiğim ayaklarım. Biz annemi şuraya gidelim, buraya gidelim diye adanın iç kısmına doğru gezdirirken annem en sonunda patladı. "Kızım ben buraya deniz görmeye geldim, ev görmeye değil." Doğrusu kaç yıldır burada olduğumdan içerideki insanların denize hasret kaldığını unutmuşum. Halbuki eskileri hatırlıyorum da pikniğe falan giderken yolda minicik bir su birikintisi görsek hemen aşağı inip önüde fotoğraf çektirirdik. Hatta anneannemin gecekondusunun yakınlarında pis suların oluşturduğu gölümsü şeyde kurbağalar çıkmaya başlamıştı da "aaa!" diye heyecanla izlemiştik. Şimdi de eski hasretliğimizi unutmuş anneme "anne şöyle müze var, böyle saray var, akşam şu tiyatro var." deyip duruyoruz. Kadın deniz istiyor deniz!

................

Hastayım. Üşütmüşüm. Cumartesi günü arkadaşıma üzerimde incecik bir tunik ve pantolonla gidip de ertesi gün havalar bir anda soğuyunca kaldım mı dımdızlak. Kadıköy'de oturan arkadaşlarımdan çıktıktan sonra kardeşime gidecektim. Onun evi de öyle yerdeymiş ki trenden indikten sonra yirmi dakika yürüyorsun. Yani aslında normalde o kadar uzak değildi de incecik kumaşın içine içine giren rüzgarla yol hakikaten bitmek bilmedi. Peki sonuç... Karnım ağrıyor, öksürüyorum, boğazımda garip kekremsi bir tat var.

...............

Dün geçen sene gönüllü çalıştığım kütüphaneye kitap almaya gittim. Uzun süredir onları ziyaret etmiyordum. İnsanın bıraktığı şeyleri aynı eskisi gibi bulması ne kadar güzel bir şeymiş. Beni nerdesin sen diye öyle kızarak karşıladılar ki "Tamam ben vefasızın tekiyim" dedim artık. "ne deseniz haklısınız." Güya kitapları alıp hemen gidecektim iki saat'e yakın kaldım orada. Son dakika dedikoduları, insanların hayatında olan değişiklikler, yeni gelen çalışanı tanıştırma, başlanılan kurslar, düşünülen projeler, gıcık liseli okuyucular... kendimi bir ara sanki hala orada çalışıyormuş gibi hissettim.

...............


Beni NK ve life ödüllendirmiş. Ödüllerini daha yeni cevaplayabildim. Özür diliyorum. life'ye link koyamadım, zira bana ödülü verdikten sonra blogunu kapamış :(

1 Aralık 2010 Çarşamba

"Ahkam kesmemek" üzerine Ahkam kesiyorum, Peh!


Çevrede ahkam kesen birini görürüsen bil ki o konu hakkında bildikleri üç beş kelimeyi geçmez. (İstisnalar kaideyi bozmaz.)

Dün arkadaşım anlattı. Metrobüsteyken arkasındaki iki üniversite öğrencisi konuşuyorlarmış.

- Doktor  ilk önce otizm başlangıcı teşhisi koymuş ya meğer şizofren başlangıcıymış
- Aman canım boşver ikisi de delilik değil mi?
(Sorma otobüs de bir cahil kaynıyor, öğrensinler canım nedir ne değildir!)

Orada olmadığımdan konuşmanın ne şekilde devam ettiğini bilemeyeceğim ama bağıra bağıra konuşmalarından, etrafa bakıp göz süzmelerinden, kelimelerin ağızlarından fazla bilmiş çıkmasından belliymiş ahkam kestikleri. Ah ben orada olacaktım ki arkamı kibarca döner meraktan ölüyormuş gibi yaparak "Merak ediyorum otizm nasıl bir hastalık, başlangıcında ne gibi belirtiler var?" der sonra da verecekleri cevapları dinlerken sinsi sinsi gülerdim.

Ahkam kesmek "hey bana bakın gerizekalılar, sizden daha çok şey biliyorum, bilimsel terimleri cümle içinde kullanabiliyor, sentez yapabiliyorum." demek değil de nedir? Bir kere çok şey bilen insanın konuşurken doğru biliyor muyum diye hafif de olsa kendinden şüphe edebileceğini unutuyolar herhalde.

Bak bu konuyla alakalı bir şey daha var. İnsanın özgürce rahatsız olmadan bilmiyorum diyebilmesi için de ahkam kesmeyecek kadar bilmesi gerekiyor bence. Yanlış biliyorsa da doğrusunu öğrenince mutlu olmasını bilmek için de gerek bu. Zira sabitlenmiş fikrin insana konuştuklarıyla küçük düşmesinden başka ne etkisi olur ki. Anlaması gerekiyor insanın birşeyler öğrenmeye başladıkça dünyadaki bütün bilgilerin asla hepsini bilemeyeceğini. Bir sürü kitap var dünyada mesela. Hepsini insan nasıl okusun. Bu ahkam kesenler kendilerini öyle bir şey sanıyorlar ki kendi okuduklarını biz okumayınca mutlu oluyorlar. "Oley, onu geçtim!" diye mi düşünüyorlar ne.

Bak gördünüz mü ben de ahkam kesmemek gerek derken bile ahkam kesmiş oldum. Anlayacağınız daha öğrenecek çok şeyim var.
Dikkat ahkam kesenler buna benzeyebilir! (Soldakine)